Filosof-Bilimadamı ve Felsefe-Bilime İlişkin Mülakat

Sayın hocam sizin çalışmalarınız kültür felsefesi üzerine sizce filozof dediğimiz kişiler bir kültürün filozofu mu yoksa kültürler üstü olarak değerlendirilebilecek olan bir felsefe geleneğinin mi filozoflarıdır? Eğer bir filozofu kendi kültüründen bağımsız ele almak mümkün değilse veya filozoflar kültürlerinin filozofları ise, Müslüman bir düşünür ya da filozof için çağdaşlaşma kriteri nedir? Bu kriter nasıl belirlenebilir? Çağdaş problemlere yönelik bizim kültürümüzden ne gibi çözümler üretilebilir?

Filozof, içinden çıktığı kültürün değerlerini taşır. O kültürden, o kültürle yolu bulmuş ve biçimlenmiştir. Felsefeciler yahut filozoflar da herkes gibi toplumunun, kültürünün insanıdır. Zaten aksini düşünmemizin imkânı yok. Çünkü kültür bizi belirleyen, meydana getiren içine doğup içinde geliştiğimiz bir olaydır. Fakat filozof kültürünün dar çizgileri, sınırları içinde hapis kalmaz. Filozof olmanın başta gelen şartı, onun kültürünü aşabilmesidir. Filozof herhangi biri değil. O dâhîdir. Dâhîliğinin en belirgin özelliği hayâlgücünün geniş olmasıdır. Filozof, hayâlgücünün genişliği ölçüsünde kültürün çizdiği ufukları aşmar. Felsefeci ile filozof farklı kişilerdir. Filozof, özgün bir yapıyı meydana getiren kimsedir. Elbette bu yapı güneşin altında hiç görülmemiş bir olay değil. Fakat özgün ve yeni ufuklar açan yönler içerir. Filozof, yeni ufuklar açan kişidir. Her durumda içinden çıktığı kültüre yeni kapılar açan biridir. Özgün ve yeni bir ufuk açamayan kişi filozof değil; sâdece yorumcu, yânî Türkcede felsefeci dediğimiz kişidir. Kısacası filozof için yerellikten evrenselliğe yol alan bir yapının müellifi, denilebilir.

Sorunun ikinci kısmına geçersek: Müslüman filozof için çağdaşlaşma kıstası nedir sorusunu ele alalım. Öncelikle, İslâmın hem dine hem de o ondan türetilmiş bir medeniyete işâret etmesi nedeniyle sorunlu bir kavramdır. Günümüzde Müslümanlık var. Ama ortada böyle bir medeniyeti kalmadığına göre, bana İslâm filozofundan bahsetmek zor görünüyor. Çünkü, o medeniyetin kültüre olan yansımalarını yaşayarak yetişmiş kişiden söz etmek zor. Müslümanlığın toplumda halen yaşanan birtakım unsurlarından bahsetmek mümkün. Ancak, İslâm medeniyetinden çıkmış bir Müslüman kültüründen bahsetmek bayağı müşkildir. İslâm kültürü bir çok toplumda azalmaya başlamış, bazılarında hiç kalmamıştır. Meselâ, İstanbulda Nişantaşı yahut Bebekte; Ankarada Çankaya yahut Kavaklıderede İslâm medeniyetinin kültüre yansıyan hangi unsurlarını görebilirsiniz? Bu kültüre ait unsurların tamamıyla silindiği şehirlerde doğup büyümüş olan insanımızın İslâm medeniyetine dair görebileceği nedir? Kısacası Gazalî, İbn Rüşt, Bîrûnî, Fârâbî gibi, İslam medeniyetinden çıkmış filozoftan bahsedemiyoruz. Bunun sonucu olarak günümüzde İslâm medeniyetinden çıkmıp ona yeni ufuklar açan bir felsefe-bilim sistemine rastgelemiyoruz.

İslâm felsefe-bilimi yaklaşık yüz, yüz elli yıldır dumura uğramış olması, sonuçta bunun bütün bir medeniyeti etkilenmiş olması sorunun diğer bir yönüdür. Felsefe ve onun içinden çıktığı medeniyet birbirleriyle sıkı sıkıya bağıntılıdır. Kendini Müslüman sayan, bilen filozofun varlığı ayrı bir konudur. İslam dini ile medeniyeti farklı şeylerdir. Biri inanç düzeni, öbürüyse yaşama biçimi, dünyaya bakış ve onu algılayıştır. Peki, “Müslüman olup da çağdaş medeniyette yaşamak mümkün mü?” diye sorabilirsiniz. Burada dini yaşamak ile onun gerektirdiği kültürü ortaya koymak arasında fark olduğunu belirtmek gerek. Tabîî ki, Müslümanlığı, bir din olarak yaşayabilirsiniz. Dini her yerde yaşamak mümkün. Fakat bugün o dinin gerektirdiği kültürün ortaya konulması mümkün değil.

İslâm medeniyetinin yaşandığı ortama Dârü’l-İslâm denir. Günümüz şartlarında Dârü’l-İslâmı yaşama imkânı yok. Bu durum sâdece birtakım dinî muamelâtın zorluğundan ibâret değil. Dârü’l İslâmın büyük ölçüde siyasî ve iktisadâ bir olay olmasından kaynaklanmaktadır. Bir coğrafyada bu siyasî ve iktisadî düzen kurulamıyorsa, o yöreye Dârü’l İslâm denilemez. Müslümanların suretâ idaresindesindeki her yer Dârü’l İslâm değildir. Çünkü İslâm, her şeyden önce, bir düzen işidir. Hırıstıyanlık ile İslam arasındaki farklardan biri de budur. Dârü’l-İslâmda herkesin Müslüman olması gerekmez. Buna karşılık, bir yerin Hırıstıyan olması için oradakilerin o dinden olmalarına bakılır. Hırıstıyanlığın, Hinduluğun, Budacılığın tersine, İslâm, misyoner dini değildir. İslâm düzen dinidir. Her şeyden önce düzenini kurmak ister. O düzen kurulduktan sonra, toplumdaki bireyler, ister Müslüman olur isterlerse olmazlar. Tercih kendilerine bırakılmıştır. Ancak, tarihe baktığımızda bu konuda sapmalara yahut zorlamalara da rastlamak mümkün. Şu var ki. bir bölgenin Müslümanlığını konuşmak zor bir mesele. Gerçekten o bölge Müslümanmı değilmi diye değişik parametrelere bakmak icâb eder. Orada üç-beş adamın Müslüman olması, onların abdest alması, namaz kılması, bayramları kutlaması o bölgeyi Müslüman kılmaz. Müslüman olarak adlandırılabilmesi için oradaki düzenin İslamî olması şart.

Bana göre günümüzde İslâm filozofundan bahsetmek mümkün olmadığından, çağımızın sorunlarına kendini Müslüman kabul eden filozof yahut felsefecilerin ortaya koyacakları çözümler dışında medeniyyet olarak İslâmdan çözüm beklemek beyhudedir.

Türkiye’deki entelektüellerin, hep yanlış anlaşıldıkları veya yeterince kendilerini anlatamadıkları yönünde yakınmalarını duymaktayız. Bu durumun kendi dışımızdaki düşünceler, siyasi odaklar tarafından doğru anlaşılmasıyla ilgisi var. Size göre bu tür yakınmaların altında hangi felsefi boşlukları görüyorsunuz? Kendimizi daha iyi anlatabilmek için neler yapılmalıdır? Türk düşünürlerinin felsefeleri yeterince anlaşılması ve felsefenin kurumsallaşması konusundaki düşünceleriniz nelerdir?

Sorunuzla ilgili olarak bir hatıramı anlatmak istiyorum. Babama felsefe öğrenimine başladığımı söylediğimde bana kızmıştı. Kızmasının nedeni, felsefenin yanısıra birçok başka yeri kazanma imkânına sâhib olmama rağmen, bunu seçmemdi. Tereddütsüz felsefeyi tercih ettim. Çünkü bunu okumak istiyordum. İstediğimi babama ilettiğimde bir dayak yemediğim kaldı. Ona sordum: “Felsefeyi biliyormusun?” “Felsefeden tam olarak ne anlıyorsun ki, böylesine olumsuz düşünüyorsun?” Babamın itirazının maddî yönü, gelecek endişesi filan yoktu. Parayla pulla alâkasının bulunmadığını< biliyordum. Babam, hiç unutamadığım ve sizin sorunuzu da formülleştirebilecek şu cevabı verdi: “Bu milletin tefekkürümü var, tefekkürün en üst seviyesini teşkil eden felsefeye girmek istiyorsun”. Ölümünden sonra babamı birçok konuda olduğu gibi, bunda da haklı bulur oldum. Taleb edilmeyen bir malı piyasa sürmeye çalışıyorsunuz. Bu, son seksen yılda Türkiyedeki durumdur. Süreyi uzatıp yüzyıla çıkartmak da mümkün.

Osmanlının çöküşü ile genel olarak düşünme kabiliyetimizin çözülmesi paraleldir. Devletin çöküşü ile düşünce kabiliyetimizin çözülüşü iç içedir. Hangisinin ötekisini tetiklediği başka bir tartışma konusudur. Düşünmenin olmadığı ortamda ürünü düşünceye elbet ihtiyaç da duyulmaz. Düşünmekten kastettiğimiz basit bir olay değil. Kişi, ayakkabı boyarken de devleti hortumlarken de düşünüyor. Ama düşünmekten kastettiğimiz bu değil. Düşünmek tam tamına “meditation”un karşılığı olan ve babamın tefekkür dediği şeydir. Bu salt düşünme yahut katlanarak düşünmenin bulunmadığı ortamda, bu sürecin verimi düşünceye de felsefeye de ihtiyaç duyulmaz.

Filozofluk bir dehâ işidir, demiştim. Dehâyı nasıl tarif edeceğimi sorarsanız, bu, her şeyden önce zengin bir hayâlgücüdür. Bu hayâlgücünü sonradan edinemezsiniz. İçinden çıktığınız ortam sizi teşvik eder. Hep aynı örneği veriyorum: Einstein 1890lı yılların Orta Avrupasında, Almanyasında değil de, Kongoda yahut Sibiryanın ücrâ köşesinde yetişseydi ne olurdu? İhtimâl, köyün delisi olacaktı. Einstein’ın dehâsının tohum gibi açılıp serpilebilmesi için bereketli toprağa düşmesi lazım. Bu durum, bütün olağanüstü insanlar için söz konusudur. Christoph Colomb, İtalyada olağanüstü hayâlgücünün gerçekliğe dönüştürecek siyasî ile iktisadî şartları bulamadığından, bunu gerçekleştirebileceği başka bir ülkeye gitmek zorunda kalmıştır. Türkiyedeki felsefe çalışmalarının durumu da buna benzr. Bugün Türkiyede felsefe geleneği diye bir şey yok. Bununla birlikte, çok basit ve keçiboynuzu türünden felsefe öğretimi var. Felsefemiz olmadığından, hocalar nerede yetişmişlerse, hangi kültür dünyasından geliyorlarsa onu öğretiyorlar. Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümünde İngiliz-Amerikan çizgisi; Istanbul Felsefede üniversite ıslahatı sırasında gelmiş Alman filozoflarının etkisiyle hâlâ Alman geleneğinin metafiziği hâkimdir. Galatasaray Üniversitesinde Fransız felsefesi yürürlüktedir. Diziyi alabildiğine uzatabiliriz. Felsefe Bölümlerinde görev alan hocalarımız hangi kültürün felsefe geleneğinden geliyorlarsa onu tedris ediyorlar. Seksen yıllık süreçte düşünce dünyamız dehşet verici biçimde sınırlandı. Sonuçta yaptığımız, Avrupada belirmiş felsefe geleneklerine sadece secde etmektir. Şimdilik, Doğuya, meselâ Çine açılanımız olmadı.

Hemen hemen her üniversitemizde felsefe okutulmakta, ortalığı felsefeciler ordusu sarmaktadır. Ne gereği var, bilmiyorum. Bu durum da plansızlığın programsızlığın bir başka örneğidir. Üniversitelerimizdeki felsefe bölümlerinin hiçbirinde Hint yahut Çin düşüncesinin okutulduğunu göremezsiniz. Okutmak da kimsenin aklına gelmemiştir. Akademisyenlerimizin büyük çoğunluğunun aklı, önüne konulanın dışında bir şeyi düşünmeye ermiyor. İslâm felsefesi öğretimi de aynı şekilde son derece güdük kalmıştır. Son yirmi yılda dünya çapında İslâmın yükselişe geçmesi sâyemizde olmamıştır. Komunismin çöküşünden sonra Avrupanın, Amerikanın saldıracağı hedef kalmayınca, yeni bir tânesi keşfedildi: İslâm. Bu, tabîî, Türkiyede de rağbet kazandı. Kimileri yeniden Müslümanlıklarını keşfettiler. Kimileri de “ben Müslüman olmasam bile günümüzün büyük sorunudur, bu soruna bir bakayım nedir?”, demeye başladı. Kültürümüzün ve düşünce hayatımızın neden bunca kötürüm hâle geldiği Osmanlının son dönemlerinde düşünürlerimizi rahatsız eden bir soru olarak karşımıza çıkar. Bunun temelinde daha sonraki dönemlerde yaşadığımız kültür kırımları aptallığımıza zemin hazırlamıştır. Kimi aydınlarımızın tersine, aptallığımızın biyolojik esâslı olduğunu düşünmüyorum. Demekki bu, özümüzden gelen bir olay değil. Hiçbir toplumun aptallığı özünden gelmez. Bu, tamamıyla kültür olayı olup temelinde eğitim ile öğretim yatar. Toplumun akıllanmasının yahut akılsızlaşmasının temelinde eğitim – öğretim vardır. Bizde süreç akılsızlaşma yönünde yürümüştür. Akılsızlaştırıldık.

Öncelikle felsefe-bilim geleneğimiz olmalı ki, Türk felsefe-biliminden bahsedebilelim. Felsefeyi anlatmak istediğimde halka ve dünyaya ne sunacağımızı belirlememiz lazım. Eskiden felsefe ansiklopedilerinde, günümüzdeyse internette her millete bir felsefe yamanmaya çalışıldığını görüyoruz. Felsefe yapan üç, beş adamın varlığı, felsefe-bilim geleneği bulunuyor anlamına gelmez.

Avrupada bugün İngiliz-Amerikan, Alman, Fransız, İtalyan, Ispanyol felsefeleri gibi klasikleşmiş, kurumlaşmış büyük gelenekler var. Bunlara ilâve Rus ile Leh felsefeleri gibi ikinci yahut üçüncü sırada gelen gelenekler bulunur. Bunların yanısıra Japon, Çin ile Hint felsefelerinden bahsedebiliriz. Tarih sahnesine bilgelik olarak çıkmış Hint ile Çin düşünceleri 1920lerden itibâren etkili birer felsefeçığırı hâline gelmişlerdir.

İslâm felsefesi, Türk, İran ile Arap felsefeleri şeklinde ayrışmazdı. Türkü, Arabı, Kürdü, İranlısı, Hintlisi, Afrikalısı ve hattâ Yahudisi hep birlikte İslam felsefesinin filozofları olmuştur. İslâmda ümmet kavrayışı, kavmiyeti iyiden iyiye bastırmıştır İnsanlar evlerinde ister Türkce, ister Farsca, ister Kürtce isterse Arapca konuşsunlar, kamu hayatına girdiklerinde ayrılık gayrılık ortadan kalkmıştır. İslâm medeniyetinin hâkim olduğu dönemlerde bir Türk yahut Arap felsefesinden bahsetmenin anlamı yoktu. Felsefe-bilim yazılarını Arapca yazdıklarından, Arap felsefesi diye adlandırma yanlıştır. Doğruysa, o takdirde günümüzde çoğunlukla felsefe-bilim yazıları artık İngilizce kaleme alındığından, bütün felsefe-bilim çalışmaları ile araştırmalarına İngiliz dememiz gerekir. Öte yandan, millî dilde yazılıp çizilmesi gerektiğini savunuyorum. Ancak, bu, sorunuza cevap teşkil etmiyor tabîî.

Bütün bu anlattıklarımın sonucu itibariyle, Türk felsefesini nasıl tanıtırız, niye tanıtamıyoruz? sorularını kurumsallaşmış bir felsefe geleneği oluşturduktan sonra konuşmalıyız. Felsefeden bahsedenlerin de felsefe adına ortaya koydukları önemli bir şey yok. Kurumlaşmayı yahut gelenekleşmeyi bir tarafa, felsefecilerimiz çok önemli şeyler söylemeliler ki, talebeleri onları takib etsinler. Eflâtun yahut Aristoteles felsefe adına çok önemli şeyler söylemişler ki, onları takib edenler felsefeyi kurumlaştırıp bütün çağlara bunun damgasını basmışlar. Benzerini Alman felsefesinde görebilirsiniz: Hegelciler, Kantcılar filan var. Peki, Türkiyede kimden söz edebilirsiniz ki? Hasancılar, Ahmetciler, Mehmetciler tarzında .adlandırılabilecek felsefe çizgisinden dem vurabiliyormuyuz?. Ne yazık ki, Türkiyede böyle bir felsefe geleneğini oluşturabilecek kıvılcım bile yok. Türkiyede felsefe dersleri veriliyor diye bir tanıtımda bulunsanız, kimin ilgisini çekmer?. Haddizâtında 1950lerden itibâren Einstein, Heisenberg, Heidegger, Adorno, Jaspers, Ortega y Gasset gibi devlerin ölümleriyle birlikte yeryüzünde filozof-bilimadamlığının da yerinde yeller estiğini düşünüyorum.

Gün gelir bizim de felsefe geleneğimiz yahut felsefemiz olursa, onun zaten tanıtılmasına gerek kalmaz. Er yahut geç birileri kapına dayanırr, felsefeni öğrenir ve tanıtır. Kısacası, güneş balçıkla sıvanmaz. Bunun en güzel örneği Kierkegaard’tır. Unamuno bir şekilde On dokuzuncu yüzyılın sonları yahut Yirmincinin başlarında bilinmeyen, adı sanı pek işitilmemiş Kierkegaard’dan haber almış, çalışmalarıyla onu dünyaya tanıtmıştır. Kierkegaard’a eserlerin tercümesine ulaşamadığından, Unamuno, oturmuş ilerilemiş yaşına rağmen, Danca öğrenmiş ve onun tanınmasını sağlamıştır. Aynı şekilde Farabî de fazlaca tanınmıyordu. Onu felsefe dünyasına tanıtan da İbn-i Sinâ olmuştur.

Size göre milli kültürümüzde ilerlemeye açık, orijinal olarak görülebilecek veya daha fazla geliştirilmesi, düşünülmesi, yazılması gereken bir motif var mı?

Cumhuriyet Türkiyesinde özgün sayılabilecek bir şeyden bahsetmeye imkan yok. “Bu doğalmı, değilmi” bilemiyorum. Fakat bu durum belki de çağımıza mahsustur.

Kültürün yahut düşünce hayatının olgunluğu ile özgünlüğünü dil yansıtır. Bugün dilimizin büyük bir bölümü yabancı kelimelerden oluşmuştur. Bu durum hiçbir şeyi kendiliğimizden ortaya koymadan sürekli aldığımızı ve bu aldıklarımız üzerinde düşünmediğimizi göstermektedir. Ecnebi dillerden gelen kelimeleri tercüme bile etmiyoruz. Kamyon, otobüs, radyo, televizyon vb. aklınıza ne gelirse Türkce karşılıklarını aramaksızın kullanmaktayız. O kadar büyük bir düşünme tenbelliği ve atıllığı var ki, ecnebi kelimelerin karşılıkları aranmamaktadır. Türkiyede bu yüzden felsefe çalışmalarını güdük bırakmaktadır.

Size göre aydınlanma nasıl ve hangi koşullarda ortaya çıkabilir? Sizce aydın ile entelektüel arasında ne tür bir fark görüyorsunuz. Söylediklerinizden aydın olma ile entelektüel olmanın ayrı bir şey olduğu anlaşılıyor. Neler söylemek istersiniz?

Genellikle aydından anlaşılan, okuduklarını sindirmemiş, Türkce yerine Saçmasapanca konuşup yazan, bilgiçlik taslayan, üstünkörü, klasik kültür değerlerimize yabancı, bu yüzden de düşman biri olma keyfiyetidir. Hâlis aydın ise, geniş çaplı tecrübelerinden hareketle yaşadıklarını, tecrübeleri ile okuduklarını özgünce sentezlemiş kişidir. Bu, geçmiş çağların bilgesidir. Önemli olan, özgün sentezden yeni bir bakış açısının çıkmasıdır. Büyük insan dediğinizde, aklıma gelen en çarpıcı örneklerden biri Einstein’dır. O, küçük yaşlarda Kant’ı, Schopenhauer’ı okuyan ve onların ilhamıyla özel ve genel görelilik teorilerini ortaya koyan biridir. Okuduğunuz eserlerden hareketle doğrudan doğruya bir şey kuramayabilirsiniz. Ne var ki önemli olan, okunan eserlerin olağanüstü dikkat yoğunlaştırmasına götürmesi ve birer esin kaynağı olmasıdır.

Dikkatin yoğunlaştırılması çok önemlidir. 1930ların başlarında Einstein, A.B.D.ne gittiğinde gazeteciler, bizlere dehânızı anlatırmısınız, diyorlar. Sorunun kendisi gazeteciliğe has ahmaklık örneğidir. Einstein’ın cevabı ilginçtir: “Dâhî olup olmadığımı bilmiyorum ama hayatımda bir dâhî tanıdım, adı Johann Sebastian Bach’tır. Dehâsının yüzde yirmisi Allah vergisi; yüzde sekseni çalışmadır.” Bach, o günün şartlarında Almanyada Katedrallerde günde ortalama on altı saat durmadan dinlenmeden çalışan biridir. Ayrıca yirmi iki,-yirmi üç çocuğu var. Bunlardan ilk dört oğlu, kendisi kadar olmasa da, hatırı sayılır bestecilerdir. Bach, ilk iki oğlunu kendi yetiştirmiştir. Bilâhare ağabeyler, öbür kardeşleri yetiştirir. Kalabalıkta dikkati derinleştirmek, yoğunlaştırmak zordur. Bundan dolayı büyük işlerin başarılmasında, özellikle de düşünce yapılarının oluşturulmasında disiplin şarttır. Günümüzde sıkıdüzen, yânî disiplin en büyük eksiğimizdir. Bu, her alanda böyledir. Einstein’ın aydınlık ve kesin ifâdesiyle, dehânın yüzde sekseni çalışmadır, disiplindir, dikkatin yoğunlaşmasıdır.

Türkiye açısından düşündüğümüzde her alandaki başarısızlığımızın tek nedeni disiplinsizliktir. Başarının şartı disiplindir. Disiplinsizliği artıran varolan düzenin değişmesi, eğitim ile öğretimin yeniden tanzîmi gerek. Bugün hâkim düzen, disiplinsizliği kesen, gideren değil; tam aksine mahmuzlayan biridir. İnsanı disipline sokmak için istibdadın gelmemesi çok önemli. İstibdat disiplinsizliğin karşı seçeneği değil. Düşünce hürriyeti sorumluluklar ile sınırlanmalıdır. Örneğin, İngiliz meclisinde adamın biri, çocuklarla cinsî ilişki kurmanın serbest bırakılması için teklifte bulunmuş. Böyle bir teklifi bırakın tartışmak, gündeme getirmek bile yasaklanmalı. Birinin, kalkıp çocukla cinsî temâs kurma sapıklığını gündeme getirmeyi tasarlaması bile yasaklamaklıdır. Eğitim sisteminiz, bunu düşünmeye eğilimli bir kişinin kendinden nefret etmesini sağlamalı. Başka bir anlatışla, beslediğim niyetlerde bile alabildiğine serbest kalamam. İcâbında gördüğüm rüyâdan dahî utanmalıyım; bunu bana sağlayacak edebim olmalı.

Düşünceyi alabildiğine serbest bırakmak; isteyen istediğini düşünüp ortaya koysun demek, insanı sapıklığa götürür. Çok önemli görüşler ifade edilmesin yahut eleştirilmesin, demiyorum. Bu, öncelikle felsefenin işidir. Felsefe bunu düşünüyor, ortaya koyuyorsa, toplumuna alabildiğine hizmet ediyor demektir. Felsefenin bunu becerebilmesi için toplumun talepte bulunması lazım. Türkiyede toplumun felsefeden böyle bir talebi yok; olmadığı sürece de özgün bir şeyin ortaya çıkması mümkün değil. Sözgelişi, Ahmet Mithat Paşanın ortaya attığı Mecellenin ortaya çıkısını hatırlayalım. O günün şartlarında Türk toplumunun bir talebini karşılamak üzre, Ahmet Mithat Paşa, harikulâde bir hukuk felsefesi öngörür. Günümüzde onu beğenirsiniz, beğenmezsiniz, çok önemli değil. Ama önemli olan husus şudur: O dönemde hem böyle bir talep hem de buna cevap veren bir dâhî vardı. İki şeyin karşılaşması lazım: dâhiye talep ve talebe cevap verecek dâhinin bulunması lazımdır. Türkiyede talebe cevap verebilecek dehânın olup olmadığını bilmiyoruz. Yine de toplumun aydınlanma talebinin olmadığı açık. Ortaya çıktığında talebi karşılayacak dâhîmiz varmı, yokmu, göreceğiz.

Felsefe alanında da çeşitli çevirileriniz var. Özellikle Gılgamış destanını çevirmiş olmanız dikkatimizi çekti. Bir felsefeci olarak bu eseri çevirmenizdeki amacınız nedir? Türkiye’de felsefe dilinde kavram kargaşası yaşanabiliyor. Bazı eserler iki ayrı çeviride iki ayrı kavram yığınıyla karşımıza çıkıyor ve felsefeye yeni başlayan insanların farklı kavramlarla kafası karışıyor. Bir çevirmen olarak sizce, çevirilerin kavramsal sıkıntılardan kurtulması için ve canlı tutulması için ne gibi şeyler yapılabilir?

Tercümede kavram kargaşasının yaşanması tabîîdir. Zirâ elimizde dil kalmadı. Düşünmemizi en çok bozan dilsizliktir. Dil bir yetkilidir. İnsanın düşünme doğrultusunu belirler. Bilgilenme yönündeki düşünme, yânî felsefenin düşünmesi dille olur. Dil, felsefece düşünmenin omurgasını teşkil eder. Dil, şirâzesinden çıktımı, düşünmenin düzeni bozulur. Dilinkine koşut düşünmenin dağılması ve bunun sonucunda ortadan kalkması geçmişte yaşanmamış olaylardan değildir. Dille birlikte mantıklı düşünme de ortadan kalkar, yerini yalınkat duygulara bırakır. Duyguların karıştığı düşünmede tutarlılıktan bahsedemeyiz. Düşünmenin ürünü düşüncelerdir. Düşünme, disiplinden koptuğunda düşünceler müphemleşirler.

Düşünce kavramlı bir yapıdır. Önermeler, kavramlar arasında kurulan bağlarla ortaya çıkarlar. Kavram, tarife dayanır. Su nedir? Proton nedir? Sorulara cevap verirken nesnelerini tarif ediyor, onlara sınır çiziyoruz. Bunlar tarif edilen şeylerdir. Kavramlar arasında belli bir sınır vardır ve bunları ayırtettiğimizde açıklık kazanırlar. Descartes, kavramlarda açıklık ile seçiklik şarttır, diyor. Kavramlar açık-seçik değillerse, bunlarla ifâde ettiklerimiz belli bir konuya, nesne yahut yöne gitmezler. Açık seçiklikten yoksun kavramlar kalıcı değildir; uçucudurlar. Kavramların önemini kaybettiği toplumlar, afyon yutmuş hâle gelirler. Günümüz Türkiyesinde gördüğümüz manzara işte budur. Millet, uyuşturucu müptelâsına dönmüş, ortalıkta ağzı açık hayran budalası biçiminde dolaşmaktadır.

Kavramların ağırlığı kalmamış. Belirli bir olayın yahut nesnenin kavramına kimi A, kimi B, kimisi de F diyebiliyor. Örneğin, aynı fakültede ve bölümde bir şeye ben “cevher” derken, öteki meslekdaşlar “töz”, kimileri de “substanz” diyor. Kimse ne anlattığını bilmiyor. Cevher, yerine neden töz deniliyor? Töz ne demek? Bu söz nereden gelir? Neden durduk yere bir ses topluluğunu ortaya atarak onu kelimeleştiriyorsun? Bu soruların mutlaka cevapları verilmeli. Kavramlar, ve onların seslendirilmiş ifâdesi sözler, kurumlaşmış, oturmuş olmalıdır. Bunu bütün büyük dillerde görüyoruz. Kurânda ne söylendiğini insanlar aradan bin üç yüz, dört yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, anlayabiliyorlar. Arapca hâlâ konuşuluyor. Dilde kalıcılık önemlidir. Her dilde konuşma ile klasik yazı dili arasında fark var. Babam, öğrenci olarak gittiği Almanyadan babasına yazdığı mektuba “velinimetim, muhterem pederim” diye başlıyıp “hak-i pâyeniz, mahdumunuz” (“ayağınızın tozu oğlunuz”) şeklinde bitiriyor. Babama “evde böylemi konuşurdunuz?” diye sordum. “Bu, yazı dilidir. Bunu konuşma dilinde kullanmak ayıptı,” cevabını verdi. Konuştuğunu, yazılı dili olarak kullanmak tıpkı sokakta geceliğin, pijamana dolaşmak gibidir. Yatak kılığın ile sokağa çıktığında yahut eve misafir geldiğinde giyeceğin kıyafet ayrıdır. Ayırım kültürümüzde belirgindir. Harem ile selâmlıkta farklı kıyafetlere bürünülür. Yatak yahut harem kılığıyla selâmlığa çıkılmaz.

Dil de böyleydi. İnsanların harem, yânî yakın insanların birebir ilişkilerinde kullandığı dili vardı. Bir de kamu, bugünlerde çok moda bir deyişle, kamu alanında kullanılan dil bulunurdu. Bahis konusu dil kültürleşmişlik seviyesini gösterirdi. Bu, imparatorluğun çok incelmiş dili, ifadesiyse Istanbul Türkcesidir. Cemil Meriç’in deyişiyle kelimeler, namusumuzdur. Kimsenin bunları değiştirmeye ne hakkı ne de yetkisi var.

Dil bildirişme aracıdırr. Beni insan kılan bu toplum ile kültürdür. Türkceyse onun bildirişme aracıdır. Türkcenin sözleriyle yetiştim. Her ne olduysam onlara borçluyum. Her şeyimiz buna dayanmaktadır. Dile ve ondaki yerleşik kelimelere ideolojik yaklaşanlar var. İslâm’a düşman ve onun malı olan Arapcadan geldiğinden, “hayat” kelimesini atıyor yahut atmaya çalışıyor. Kaygısı öz Türkce yahut milliyetcilik değil. Sâdece ve sâdece İslâm düşmanlığıdır. Bu anlayışa sâhib olanlara sormak gerekir: “Katar” sözü Türkce değildi de “tren”mi Türkce oldu? “Lağım” Türkce değildi de “kanalizasyon”mu Türkce oldu? “İktisat” Türkce değildi de, “ekonomi”mi Türkce oldu? “Siyaset” Türkce değildi de “politka”mı; “kâtip” Türkce değil de, “sekreter”mi Türkce oldular? Türkceden attığımız yerleşmiş sözlerin bazıları öz be öz Türkceydi. Meselâ “station wagon”lara çocukluğumda “kaptıkaçtı” denirdi. Geçenlerde taksi durağında “bana kaptıkaçtı lazım” dedim. Adam, kapkaçcılıkla karıştırmış olacak ki, “estağfurullah” dedi. “Kaptıkaçtı” Türkce değildi de, “station wagon”mu Türkce oldu? Yine çocukluğumda Zonguldakta kömürü tepeden limana nakleden kalın tellere asılı dolaplara “varagel” denirdi. Yıllar sonra bunlara “teleferik” denir oldu. Öz be öz Türkce olan “hanım” niye Moğolcadan apartma “bayan” (zengin); “beğ”, “bay” oluverdiler?

Dert, üzüm yemek olmayıp bağcıyı dövmek, yânî sözleri Türkceleştirmek değil; İslâmı hayatımızdan topyekûn atmak. Türkce bu .yüzden mahvedilmiştir.
“Hayat” kelimesi ile “yaşam” kelimelerini taşıdıkları tasavvur güçleri açısından karşılaştırmak lazımdır. “Hayat” kelimesinde bin küsûr yıllık bir kültürün işleyip belirlemiş olduğu tasavvurgücü saklıdır. Yaşamınsa tasavvurgücü sıfır. Hiçbir şeyi yoktur. İki kelime arasındaki fark, nesiller boyu oturulmuş aileye iyi, kötü günlerde ocak barınak olmuş bir ev ile yurtla yuvayla ilgisi ilişiği olmayan soğuk, kişiliksiz fabrika mekânı gibidir. Dile yeni kelimeler tabîî ki girip yerleşecek. Sözgelişi elli, altmış yıl önce bilgisayarmı vardı? Bu ihtiyaç çok yerinde bir sözle dolduruldu. Geçmişte olmayıp da ortaya çıkan yeni bir araç için söz elbette türetir. Ancak, bazı türetmelerimizin yanlış olduğu da âşîkârdır. Konunun dışında kaldığından, bunlardan bahsetmeyi başka zamana bırakıp varolan kelimler neden değiştiriliyor sorusuna dönelim. Sözgelişi niye cevhere “töz” denilmeye çalışılıyor? “Cevher”, felsefe dışında, gündelik hayata da girmiş, herkesin anlamını bildiği ve bin yıldır kullandığı bir kelimedir. Meselâ cevher kelimesini, “bu çocukta cevher vardır” gibi, çeşitli anlamda, konuda kullanıyoruz. Cevher kelimesi ile töz kelimesi ayrı nesneler için kullanılabilir. Bilimde, özellikte de kimyada “töz” kelimesi kullanılabilir. “Cevher” bahusus metafizik alan için söz konusudur. Bu deyimler, bilim ile metafizik anlayışımıza büyük zenginlik katabilir. Başka dillerde olmayan bir aydınlıktır. Kafaların aydınlanması dille başlar. Düşünmek için akıl lazımdır.

Osmanlıca kelimeler, Türkce değil, bu nedenle dilden atılmalı diyorlar. Öte yandan Türkce olmayan, rağbet ettiğimiz, tapındığımız, secde ettiğimiz yeni medeniyetin kelimelerini alıyorsunuz. Bu çelişki değil de nedir? Sorun, çözüm bulma istenmemesinden doğuyor. Türkiyede öğretim kurumları, yetişen neslin düşünmemesini sağlamak üzre inşâa edilmişler. Ezberciliğin önüne geçmek, düşünen insan yetiştirmekten bahsediyorlar. Dedemin küllâhına yuttursunlar. Talep, düşünen değil; düşünmeyen insandır. Bu yüzden felsefe geleneğinin hiçbir zaman oluşmayacak.

Gılgamış destanının neden çevirdiğimle ilgili sorunuza gelelim. Yazıyı Sümerler tarafından icâd edildiği gibi, destan da onların. Bu bakımdan çok ilgimi çekti. Destanla ilgilenmemin ikinci nedeni, akıntıya karşı kürek çekmeyi seven kişiliğimdir. Beni Eski Yunanın tanrılaştırılıp göklere çıkarılması çok sıkıyor. Eski Yunanın İlyada ile Odessius gibi çok büyük edebiyat eserinin olduğunu inkâr etmek mümkün değil. Gılgamış, İlyada ile Odessius gibi Yunan eserleriyle yarışacak durumdadır. Bu destanda harikulâde bir hayâlgücü, anlatım ile olayın yansıtılması var. Yazarı yok. Toplumun ortak dehâsının eseridir.

Doğu ile Batı medeniyetleri câmiası diye Avrasya medeniyetlerini ikiye ayırıyorum. Sümer de batı medeniyetleri câmiasının beşiği. Gılgamış da adetâ bu beşiğin anayasasıdır. Gılgamış destanında, Batı medeniyetlerinde ortaya çıkmış değerlerin hülâsasını görebiliyoruz. Bu nedenlerden Gılgamış destanını çok ilgi çekici buldum ve bizim Yunan hayranlarımıza ithâf ettim.Keşke Sümerce bileydim de eseri doğrudan doğruya tercüme edebilseydim.

Biyoloji felsefesi alanında çok çalışmalar yaptınız. Bu alanda yüksek lisans ve doktora eğitiminizi tamamladınız. o alanda. Biyoloji felsefesi Türkiye’de o tarihte ve bugünlerde bile çok bilinen bir dal değildir. Size göre, biyoloji felsefesinin felsefe için önemi nedir?

Biyoloji felsefesi iki yönden önemlidir. Birincisi: İnsan felsefenin baş sorunudur. İnsan, aynı zamanda bir canlı olduğundan, biyolojinin konu dağarındandır. Biyoloji felsefesiyle ilgilenmemin geçmişimle de ilgisi vardır. Çocukluğumdan beri canlıyla uğraştım. İnsanın canlı tarafının diğer canlılarla karşılaştırılması, benzerlik ve farklılıklarının ortaya çıkarılması her zaman ilgimi çekmiştir. Cansızı hiç sevmedim; mekaniğe ilgi duymadım. Çocukluğumda hayvanlarla oynardım. Tavuk, tavşan, keçi, koyun, kedi, it, kuş, balık, kargaya varıncaya dek hemen hemen çevremizdeki bütün hayvanları yetiştirdim. Yetiştiğim yerde bunları yapabilmem mümkündü. Toprakla uğraşmayı, özellikle de ağaç dikmeyi çok severim.

Üniversiteye girdiğimde felsefe okumayı aklıma koymuştum. Ancak, felsefemi temellendirecek bir bilim eğitimi almak istiyordum. Bunun için tıp okumayı düşündüm. Gelgelelim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine tıptan vazgeçip biyoloji okumaya karar verdim. Üniversitede hocam bitkibilimciydi. Bitkilere değil hayvanlara ilgim var, dedim ama hocam, sen bitkileri öğreneceksin, dedi ve mecburen bitkibilim okudum. Sonuçta iyi de oldu. Çünkü o zaman öğrenmeseydim hiçbir vakit ben o tarafa eğilmeyecektim. Aristoteles’e hayran oldum. O olağanüstü sistemine –tarihte ilk—canlının araştırılmasını öngören bilimi temel almıştır. Bundan dolayı mekanik kadar buz gibi soğuk ve sevimsiz Yeniçağ felsefe-biliminden onunkisi nice farklıdır. Fizik ile kimya canlıyı ilgilendirdekleri ölçüde onlara eğildim. Tek başlarına bana bir şey ifâde etmemişlerdir. Canlılar bilimi, tıp, baytarlık, tarımcılık, orman mühendisliği dururken insan, elektrik, makine, uçak mühendisliklerine, fiziğe, kimyaya nereden, nasıl merak salar?

Aristoteles’ten beri, biyoloji felsefeye temel teşkil ettiğini görmek mümkündür. Aristoteles sisteminin zeminini biyoloji teşkil eder. Galileo’yla birlikte başlayan bilim-felsefe geleneğinde biyolojinin, yânî organik olanın yerini mekanik almıştır. Yeniçağda organik olan sevilmiyor çünkü organik bilimdışı kabul edilmiştir. Organik olan, her şeyden önce insana yakındır ve insan kendinden birçok şeyi onda görebilmektedir. Hâlbuki yeni bilim bunu özellikle yasaklıyor ve hiçbir duygudaşlık kuramazsın diyor.