https://www.facebook.com/sabanteomandurali/videos/1172007852919173/
Yazar: teomandurali
Bir Devletin En Önemli Adamı…
https://www.facebook.com/sabanteomandurali/videos/1173039982815960/
N’aber (12.11.2009)
https://www.facebook.com/sabanteomandurali/videos/1188653894587902/
Medeniyetler İttifakı, Emperyalizmin Yeni Adıdır (Şubat 2012)
Prof.Dr. Teoman DURALI ile Söyleşi
Felsefe alanında birçok önemli çalışmaya imza atan Prof. Dr. Teoman Duralı ile Türk aydınının kafasını karıştıran kavramlar konuşuldu. Dilin önemine dikkat çeken Duralı “Eğer siz hafızanızı silmişseniz artık düşünme kabiliyetinizi kaybetmişsiniz demektir. Bu da kendini dilde gösteriyor” diyor.
—————————–
Medeniyet, sekülerizm ve modernleşme vb kavramlar sık tartışılıyor Türkiye’de. Önce bu üç kavramdan yola çıkarak ve bu kavramlar bağlamında şöyle sorayım. Türkiye’de bu kavramlar doğru cepheden tartışılıyor mu?
Hayır tartışılmıyor. Birincisi kavramların ne anlama geldiği bilinmiyor. Herkes kendi keyfine göre kullanıyor bu kavramları. Sonuçta bir sağırlar sohbeti var. Ve neticede bir şey ortaya çıkmıyor. Çıkmadığının da açık göstergesi zihince maneviyat yönünden yerimizde sayıyor olmamızdır. Kültür varlığımız da son 85 yıldır ortaya anlamlı hiçbir şey konulmadı. Başkaları ne ortaya koymuşsa o taklit ediliyor. Bunun da açık belgesi dildir. Herhalde Türkçe kadar yeryüzünde karman çorman hale gelmiş bir başka dil yoktur.
Terimler, olduğu gibi ecnebi dillerden alınıyor. Bu terimler, ne anlama geldiği düşünülmeden uluorta kullanılıyor. İşte modernizim de böyledir. Siyasete baktığınızda aynı tabloyla karşılaşıyorsunuz. Bu kargaşa sarhoşlara bile mal edilemeyecek derecede fecaat arz ediyor.
Bu kargaşanın sebebi dil mi?
Düşünememektir. Dil de düşünmeden bağımsız değildir. Kültürümüzün katledilmesinin açık belgesi yazının değişmesidir. Bizim, içinden çıktığımız medeniyet camiasını reddetmemiz, bizi açıkta bıraktı. Cumhuriyet’in başlarından beri bu kargaşa devam ediyor. Bir takım elbiseleri “bu bize uyar mı uymaz mı” sorusu sorulmadan aldılar. Bir bakıyorsun aniden bir dönüş oluyor 1928’lerde. Bu sefer sermayeciliğe geçiliyor. Böyle bir kargaşa var. Batı, gözlerinde canlanıyor ve oralara biat ediyorlar. Demokrat Parti zamanında bir Müslüman ülkenin aleyhinde Birleşmiş Milletler’de Fransa için oy veriyoruz.
Burada bir bilinçten söz edebilir miyiz?
Bunu bize yaptıranlarda bir bilinç var ama bizde bir bilinç olduğu söylenemez. Eğer siz hafızanızı silmişseniz artık düşünme
kabiliyetinizi kaybetmişsiniz demektir. Bu da kendini dilde gösteriyor. Hatırlamalarımız, bütün düşünmeler gibi kelime üstündedir. Kelimeleri değiştirdiğiniz zaman uygun bir kalıp bulamıyorsunuz. Biz bir defa aslımıza ihanet ettik, bu ihanet sürer gider artık. İhanet ettiğiniz zaman ihanetin durması mümkün değil. Bir defa kabahat işlendiğinde kabahat işleme mekanizması artık yürürlüğe girer. Hiç bir dala yapışamıyoruz, her dal elimizde kalıyor.
Şu sıralar medeniyet kavramı da tartışılıyor. Medeniyet, insanın sırtını dayayabileceği sağlam bir duvar mıdır? Biz Türkleri anlamak için medeniyet mi yoksa kültür kavramı mı daha elverişli?
Her toplum ister istemez bir kültüre bağlıdır. İnsanın yaşaması için doğadan aldığı malzemeleri işleyip mamul maddeye dönüştürür. Bunu yapma hüneri kültürdür. Aklınıza ne geliyorsa her şeyimiz bir kültür şartlarına göredir. Benzer kültürler, kültür topluluğu çatısı altında toplanır. Bu benzer kültürlerin çatısına medeniyet diyoruz. Medeniyet değiştirirken kültürünü de değiştiriyorsunuz. Türkler, İslam’dan önce başka bir medeniyet camiasındaydılar. Daha öncesinde de medeniyetleri yoktu. Kültür şarttır, kültür olmadan medeniyet olmaz. Ama medeniyetsiz kültür mümkündür. Medeniyetin ortaya çıkmasında en önemli etken o topluluğun devlet kurma olayıdır. Ama şu bir gerçek; medeniyetleşmiş kültürler daha çabuk değişir. Bir kültürün değişme hızı tabiattan kopuşuyla ölçülür. Kültür seviyesi arttıkça tabiattan uzaklaşıyorsun. Tabii ihtiyaçların karşılanmasından başka bu sefer suni ihtiyaçlar üretiliyor. Suni ihtiyaçları en fazla üretmiş olan medeniyet, günümüzün İngiliz-Yahudi medeniyetidir.
İngiliz – Yahudi medeniyetinin dayandığı ideoloji nedir?
İngiliz – Yahudi medeniyetinin dayandığı ideoloji, sermayeciliktir. Bu sadece ihtiyaç üretme doğrultusunda ilerler. Tüketimi kamçılar. Bu bakımdan ‘eşsiz’ bir medeniyettir. Önceki medeniyetler ihtiyaca göre üretirlerdi. Bugün tam tersine ihtiyaç kamçılanıyor, talep oluşturuluyor. İslam da ise gösterilen hedef kazanç değildir, ödevini yerine getirmektir. Onun için İslam’la sermayecilik bağdaşmaz.
“Medeniyetler İttifakı, emperyalizmin yeni adıdır”
Medeniyetler ittifakı denilen şey bizde nasıl anlaşılıyor. Batı bununla bize ne söylemek istiyor.
Bugün medeniyetler yok ki medeniyetler ittifakı olsun. Bugün var olan bir tek medeniyet var o da İngiliz-Yahudi Medeniyeti. Çin, Hind gibi medeniyetler yok artık. İslam Medeniyeti de bir hasrettir. Medeniyetler İttifakı denilen şey Emperyalizmin aldığı yeni addır. Küreselcilik de aynı merkezde odaklanıyor. Bazı adlar miadını doldurunca bırakılıyor. Emperyalizm de buna örnektir.
İslam toplumları yüzyıllardan beri batı hegomanyası içinde hayatlarını sürdürmeye çalışıyor. Tüketim alışkanlıklarından hayatı yorumlayış biçimlerine kadar birçok konu, batıdan ithal edilen kavramlarla tanımlandı. Müslümanlar yeniden İslam endeksli bir medeniyet inşa edebilir mi?
İslam endeksi bir medeniyet inşa edebilecek sıklete sahip Müslüman filozoflar görmüyorum ben. Bunu yapmak felsefenin işidir. Böyle bir şey yok ortada. Bu seviyede filozoflar olsa da onların icraatlarını, keşiflerini hayata uygulayacak siyasi kadrolar yok. Siyasi kadrolar olması için, öğrenimin, öğretimin ortaya çıkması gerekir. Birkaç teşebbüs oldu; İslam üniversiteleri, Pakistan’da medreseler, Mısır’da El Ezher, bizde İmam Hatip okulları kuruldu. “Bunlar o medeniyeti kurmak için hamleyi mümkün kılacak bir zümreyi meydana getirdiler mi?” düşünmek lazım. Tam olarak da bu soruya cevap veremiyorum. Bir takım hareketler var ama bu hareketler sağlam, tutarlı bir fikri kumanda merkezinden yoksun olduklarından bölük pörçük kaldılar.
İslam endeksli bir medeniyet inşa etmek için en önemli adım ne olmalı?
Fikri bir kumanda merkezi, kadroları yetiştirecek öğretim kurumları ve bunun siyasi yönü olması lazım. Bu üçünün birbirini tamamlaması lazım. İdealist bir harekette geri adıma yer verilmemeli. Hâlbuki bugün bütün İslami çıkışlarda taviz veriyoruz. Buna en iyi örnek, yıllarca baskı altında tutulmuş Müslüman Kardeşler’i verebiliriz. Bugünkü şartları dünden aldığınız ilhamla kaynaştırmanız gerekir. Bunu sağladıktan sonra, taviz vermezsiniz. Bunu Avrupa’daki oluşumlarda gördük. Çünkü orada felsefe var. 1600’lerden itibaren Avrupa’daki bütün oluşumların temelindeki fikri yapılarına baktığımız da, hem o fikri yapılarda tavizkar tavırlar görmüyoruz hem de o fikirler eyleme dönüştürüldüklerinde, eylem ile fikir arasında bir bağdaşmazlık olmuyor.
Bu bağlamda Türkiye’deki felsefe çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de felsefe diye bir şey yok.
Şu günlerde batı ekonomik krizle boğuşurken, Doğu geniş halk hareketlerine sahne oluyor. Dünya’da meydana gelen bu hareketliliği nasıl okumak gerekir?
Bunlar bana kalırsa hepsi tezgâhlanmış olaylardır. Tunus’ta patlak veren olayla Suriye’de patlak veren olay ikisi apayrı olaylardır. Tunus’un yapısı, bilinci Suriye’den bambaşkadır. Tunus’ta patlak veren olay tabiidir. Suriye’de durum böyle değil. Çünkü Suriye baba Esad’ın ölümünden sonra kabuk değiştirmeye başladı. Baskı devam etti ama büyük bir açılıma girdiler. Özellikle Türkiye’nin, Suriye’yle, Irak’la, Ürdün’le bu kadar yakın ilişkiler kurması rahatsız etti. Bir çeşit Avrupa Topluluğu’nun esasını teşkil eden Şengen Anlaşması’na doğru gidiyorduk. Vizeler kaldırılmış vs. Suriye de Türkiye de bundan büyük kazançlar elde etmeye başlamış, ticaret çok gelişmişti. Bu iyi saattekileri ürküttü. Çünkü Türkiye’nin, Avrupa belasından kurtulmanın yolu açılmıştı. Türkiye’nin kurtuluş yolu eski coğrafyasını tekrardan canlandırmaktır, birleşmeye doğru gitmektir. O güzel, o olumlu hava bir anda darmaduman oldu. Suriye, bunca yıl baskı altında yaşamış, buna dayanmış bunu sindirmiş, şimdi iyiye doğru giderken ayaklanma oluyor. Birçok insan baskı altında kalmış, sürülmüş ama bunlar yeni değil. “Bu ayaklanma niye şimdi oldu?” diye sormak lazım.
En büyük idealiniz Türkiye’de Felsefe-Bilim Akademisi oluşturulması. Hocam neden Felsefe-Bilim Akademisi’ni bu kadar önemsiyorsunuz?
Kültürümüzün Genel Kurmay Başkanlığı olması lazım. Bugün kültürü düzene sokmak gerekiyor. Bunu da yapacak şey bir kumanda merkezidir. Felsefe-bilim akademisi buna yarar. Yabancılar Avrupa’da bunu 1600’lerde gerçekleştirmiş. Biz 2012’ye geldik hala böyle bir kurumuzu yok. Bu saatten sonra bir işe yarar mı tartışılır tabi.
Eski Türkçe’nin yanında İngilizce, Almanca, Fransızca, Latince, Yunanca, İspanyolca, İtalyanca, Flemenkçe ve Danca’yı biliyorsunuz. Bu dil merakı nereden geliyor?
Benim dil kabiliyetim yok, onlar şişirilen şeyler. Tek bildiğim dil Türkçe. Çünkü denetimsiz yazıp çizebildiğim Türkçedir. Onun için diğerlerini saymıyorum, bir efsane, ben uydurmadım, benim gıyabımda birileri söylemiş. Ben küçük yaşlardan beri farklı dilleri işitmek istemişimdir. Belki o yaşlardan kalma bir merak olabilir. Bu tam olarak da açıklanmaz aslında. Kitaplarla çevrili olan çocuk kültüre, okumaya, yazmaya eğilim gösterir.
Günde kaç saat çalışıyorsunuz?
Hayat gailelerinin imkân verdiği ölçüde 16 saate yakın çalışıyorum.
Rus edebiyatına ilgi duyduğunuz ve Tolstoy’un hayranı olduğunuz biliniyor. Tolstoy sizi en çok hangi bakımdan etkiledi?
Tolstoy’un dini yönelişleri ile hayat arasında bağ kurma çabası bir dramdır. Dini yaşamak sanıldığı gibi kolay bir şey değildir. Olağan üstü bilinç taşıyan insanın yaşadıkların ile din duygusuyla yaşayışını bağdaştırmaya çalışıyor. Bu beni çok etkiledi. Olağan bir insan için bu kolay olabilir ama olağan üstü bir insanın en belirgin göstergesi müthiş bir hayal gücüdür. Hayal gücünün genişlediği ölçüde hayatın olağan akışının dışına çıkarsınız. Merak da buradan gelir. Bütün keşifler böyledir. Benim ilk gördüğüm manzara beni fazlasıyla meraklandırmıştı. Karadeniz kıyısında ufku merak ederdim. 6 – 7 yaşlarında Karadeniz sahilinde tuzu yemiş bir tekne buldum. Aramızda olan 13 yaşlarında bir abiye göstermiştim. “Karşı kıyıda, Rusya’dan bir çocuk bunu kaybetmiş herhalde” dedi. “Karşısı olur mu, oradan su boşluğa dökülüyor” dedim. “Suyun oradan bir yere döküldüğü yok, orası Rusya, burada nasıl bir kıyı varsa orada da kıyı var” dedi. Böylelikle ilk işittiğim ülke de Rusya oldu.
Felsefe-Bilim Sözlüğü isminde bir çalışmanız var. Sözlük ne zaman hazır olacak?
Birinci cildin sonuna geldim son maddenin birkaç cümlesini yazıyorum. Şuan E harfindeyim, Z’ye ulaşabileceğimi zannetmiyorum. Şu anda 40 yaşında olsam yetiştirebilirdim ama bu yaşta zor.
Felsefeyle uğraşan biri kimleri okumalı?
Bir felsefecinin oluşmasında 4 adamın okunması hadisesi vardır; Aristo, Dekart, Kant ve Gazali. İşin besmelesi bunları okumaktır.
“İslam devleti diye bir şey yoktur”
İslamcılık terimi de çokça tartışılıyor…
En illet olduğum terimlerden biri de İslamcılık. Bu terim İslam’a aykırı bir kere. Cılık, cilik ideoloji bildiren takılardır. İslam insan elinden çıkma değil ki. Dolayısıyla bunu ideolojileştiremezsiniz. Ayrıca dünya malı her zaman için bozulabilir. “İslamcıyım” diyen bir Müslüman İslam’ı bozulmaya tabi tutuyor.
Şu an bir bozulma var mı?
Bir bozulma var tabii. Çünkü İslam’ı insanların derekesine indirdiğinizde bozulması mukadderdir. İnsanın heyecanı, duyguları, hırsları var. Ne yapmak lazım? Siz kendi aklınızda bir ideoloji kurarsınız, bu ideoloji Müslümanlık diniyle tevafuk hale gelir. İslamcılık diye bir terim önceleri yoktu. Yani yeni bir terim. Aynı şekilde İslam devleti, İslam cumhuriyeti, İslam hükümdarlığı da yok. İslam Hiçbir insan topluluğunun tekeline sokulacak bir şey değil.
Peygamber Efendimiz dönemindeki devlet yapısını nasıl tanımlayacağız?
Onun adına İslam devleti denmiyor. Birincisi, buna İslam’da devlet yapısına örnek diyebiliriz. İkincisi, Hz Peygamberin kurduğu devleti tıpatıp tekrar yaratamayız. Üçüncüsü, Hz Peygamber kurduğu devlete hiçbir zaman İslam’ı, sıfat halinde kullanmıyor. Biz bunları İsrailiyat’tan alıyoruz, taklit ediyoruz.
Konuşan: İsmail Uslu
Toplum-Devlet Ülküsü Olarak Tarihte Türklüğün Oluşması
1. Kimlik, Geçmişte İnşâ Olunan Bir Binâdır
Tarihte özel yer tutmuş olanlar ile olmayanlar olmak üzre, milletler de, tek tek kişiler gibi, kabaca iki ana kümeye ayırılabilirler. Tarihe baktığımızda, bizde, kimi milletlerin özel bir görevle yükümlendirilmiş olduğu izlenimi uyanır. Gerçi her millet kendi kendisine az yahut çok ‘gelin güvey’ olur. Bu son derece duygusal ve öznel millî tavır alış, yine de, tarihle ilgili bir görünümün ortaya çıkarılamayacağı anlamına gelmez.
Tarih sahnesinde uzun zaman zarfında devletleşmiş bir toplumun, siyâsette, iktisâtta, hukukta, zanaat yahut fende, sanatta, örf ile âdetlerde göstermiş olduğu becerilere (Fr performances) göre değerlendirilmesi sonucunda, olağan mı yoksa olağanüstü zümreye mi dâhil edileceği, hükme bağlanabilir. Ayrıca, becerilenin de hep aynı cinsten olması beklenmemelidir. Meselâ, Sümerlilerin kayda değer becerisi, ‘tarih’i başlatan devrimi yaratacak ‘yazı’yı icâd etmek olmuştur. Bunun yanında, ilk devlet kurucu kültür olma şanını da taşırlar.
Asurlular ile İlkçağ İranlılarına (Persler) gelince; kan bağını dile getiren oymak (aşîret) esaslı toplum yapısının daha geniş çaplı türevi olan kavimden ülkü teşkilâtına geçmişlerdir. Doğrudan maddî karşılıkları bulunmamakla birlikte, kendilerine inandığımız, dayandığımız değerlere ‘ülkü’ diyoruz. Aile, akraba gibi kan bağına dayalı dirimsel etkenler, maddîdirler.
Devletleşme aşamasına ulaşabilmiş toplumlardan pek azı, dirim unsurlarından tümüyle uzaklaşmak becerisini gösterebilmiştir. Bu unsurları hiçbir vakit inkâr etmemiş olmakla birlikte, meselâ Çin, kavim mülâhazasının yanında, tamamıyla manevî telâkkıları da esas almıştır. Kavmî aslını esasını asla gözden kaçırmamasına rağmen, hudutlarına dayanmış ister maddî, ister fikrî olsun yabancı değerleri de kesinlikle elinin tersiyle itip reddetmemiştir. Ancak, alınan yabancı unsurlar, öylesine sindirilerek içleştirilmişlerdir ki, zamanla asıllarını çağrıştırmayacak hâle girmişlerdir. Bunun da en belirgin örnekleri arasında Burkancılığı (Budhacılık) sayabiliriz. Adı geçen bâtınî meşrebin yahut dinin ve bundan doğmuş bulunan dünya görüşünün beşiği Hindistan olmasına rağmen, Çin Burkancılığı farklı bir biçime dönüşmüştür. Çinin yerli düşünce gelenekleriyle karşılaşıp karışan Burkancılık, M.S. Altıncı yüzyılda Çan (Japoncada Zen) Burkancılığı adıyla yeni bir veche kazanmıştır[1].
İlkçağın öteki iki ana medeniyet muhiti, İran ile Roma ve onun devâmı olarak algılanan Bizans gibi, Çin, M.Ö.ki yıllardan yaklaşık 1700’lere değin kuzeyinde genellikle konar-göçer tarzda yaşayan boylara câzibe merkezi olmuştur. Bu cümleden olmak üzre, bahsi geçen boylardan Hunların (Ç Hsiung-nu), Türklerin (Ç T’u-kiu), Moğolların, Mançular ile daha birçok başkalarının defalarca uzun yahut kısa süreli, kısmî yahut umumî istilâsına uğramış, her keresinde de onları bağrında eritip Çinlileştirmiştir.
M.Ö. İkinci binin başlarından beri yerleşik hayata intikâl eden, tarımlaşan, tedricen şehirleşip devletleşen, sanatta, zanaat ile bilgelikte medeniyet tarihinde başı çekmiş olan Çin milleti, hâlâ aynı coğrafyada yaşayan en uzun ömürlü devlet olmak rekorunu elinde tutmaktadır.
Çin, yazısı çizisi, sanatı, zanaatı, devlet idâresi iytikâatlarıyla çevresini etkileyerek Japon, Kore, Vietnam, Laos, Kamboç, Tibet, Eski Türk, Moğol toplumlarının kimisinde üstün medeniyet ortamlarının oluşmasına önayak olmuştur.
Asyada ikinci bir medeniyet yıldızı Hinttir. Çinden farklı olarak Hint, mütecânis bir kavmîyet manzarası arzetmez. Başlıca iki ırk topluluğu M.Ö. Birinci binin başlarından beri Hintte karşı karşıya gelmiştir: Kuzey batıdan Hint yarımadasına vâsıl olmuş ak tenli Arîler ile buraya daha önce yerleşmiş koyu tenli Dravitler. Bu iki ana unsura çağlar boyu hep yeni boylar, oymaklar ile uruklar da katılagelmiş, Hint dünyası dahî bir kavimler, inançlar, diller, örf ile âdetler halîtasına dönüşmüştür.
Çin gibi, Hint de, çevresine ışık saçmış bir medeniyet yıldızıdır. Ondan etkilenerek biçimlenmiş kültürler, Burma, T (h) ai, Nepal, Bhutan, Seylan, İslâm öncesi Malaydır. Yine medeniyet kudreti bakımından ezelî rakîbi Çinden farklı olarak, Hint, İlkçağdan -M.Ö. Sekizinci ile Yedinci yüzyıllardan-beri bir tarafta Akdeniz-Ege dünyasına, öte yanda da Doğu medeniyetleri câmiasının bir diger yıldız medeniyeti olan Çine dek uzanan bir etki alanı yaratmıştır. Hint’de ortaya çıkan özellikle Burkancılık, M.S. 60 yahut 70’lerden itibâren Çin’de yerleşip git gide yaygınlaşmıştır.
Hint, evvelemirde din akımları ve bunlardan neşet edip yüksek soyutluk ile tümellik derecelerine erişmiş düşünce gelenekleriyle etkili olmuştur. Bundan dolayı da o, öncelikle dinî-bâtınî renklerin hâkim gözüktüğü bir medeniyet olma vasfını kazanmıştır.
Doğu medeniyetleri câmiasının üçüncü yıldız medeniyeti, İslâm öncesi İran’dır. Onda, daha önce gördüğümüz iki yıldız medeniyetin birtakım belirgin özellikleriyle karşılaşıyoruz: Çin’in ‘devlet’ düşüncesinde odaklaşan, Hind’in ise dinî-bâtınî hayatı vurgulayan özelliklere İran medeniyetinde belli ölçülerde rastlıyoruz. Yalnız, Persler, Çinin kavim esaslı devlet anlayışından ziyâde, Batı medeniyetleri câmiasından sayılan Babil ile Asurdan etkilenerek geliştirdikleri ‘kavimaşkın’ (Fr transethnique) olanın ülküsünü benimsemiş oldukları görülüyor. Böylelikle Babilliler ile Asurlulardan sonra, zaman sırası itibâriyle, geniş bir kavim, dil ile din yelpâzesini kucaklayan ilk imparatorluk devletini gerçekleştirenlerden biri de, Perslerdir.
Persler, M.Ö. 546’da diger bir İranlı kavim olan Medlerden I. Küros’u önderliğinde bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Kurulan bu ilk Pers devleti adını Akhamenit sülâlesinden almıştır: M.Ö. Altıncı yüzyılda Akhamenit Devleti’nin sınırlarının bir ucu, doğuda İndüs ırmağına, ötekisi de, batıda Adalar denizi ile Kuzey Afrika çöllerine uzanmaktaydı. Güneyde Umman denizinden kuzeyde Güney Rusya düzlüklerine dayanan bu imparatorluğun temel inancı, adâleti, iyilik ile dürüstlüğü telkîn eden Zerdüşt diniydi. Adı geçen geniş ülkede gelişmiş bir ulaşım ile haberleşme ağı kurulmuştu. Yirmi kilometrede bir ateş kuleleri, duraklar ─Eski Türkçede[2] bunlara kaçığ[3] denirdi─ bulunur; bunların her birinde de at değiştirmek suretiyle bir ulak, günde -fecr vaktinden geceyarısına değin- yaklaşık dört yüz km yol alabiliyordu. Sözünü ettiğimiz ulaşım ile haberleşme ağının temel unsurları demek olan gerek atı gerekse onu binek olarak kullanmak sûretiyle uzun mesâfeleri nisbeten kısa sürede aşmak sanatını, İran, kuzeydoğusundaki Orta Asyalı komşularından ‘idhâl’ etmiştir.
2. Yolun, Sis Perdesi Gerisinde Kalmış Başlangıcı
(1) Peki, kimdi, bu kuzeydoğudaki komşular? Türkçenin atası bir dili konuşan ve İlkçağ Çin belgelerinde Hsiung-nu yahut Hiung-nu adıyla anılan bir halk. On dokuzuncunun sonları ile Yirminci yüzyıl başlarında Alman, Rus, Macar, Finli, Danimarkalı, Fransız ile İngiliz Türkiyât araştırmalarında Protohun, yânî Önhun ile Hun şeklinde de zikrolunan Hsiung-nu kavmi ile onun devâmı olan Türkler, bir varsayıma göre, buzlu orta Kuzey Sibiryanın bâkir çam ormanlarından çıkıp uçsuz bucaksız Moğolistan ovalarını, Gobi çölü ile Tanrı dağlarını aşarak tarihte Türkistan diye anılan kısmen bozkır, kısmense çöllük geniş mi geniş düzlüklere yerleşmişlerdir.
Çin kaynaklarında M.Ö. Dördüncü yüzyıldan beri anılagelen Hsiung-nuları yahut devlet çatısı altında, bugün bildiğimizce, ilk birleştiren, Çince yazılışıyla, T’ou-man (Teoman: M. Ö.?-209) kağandır.[4] O dönemde tarihî Çin coğrafyasının kuzeydoğusunda oturan Hsiung-nular, tedricen batıya, güney ile kuzeye yayılmışlardır. Hunların adetâ merkezî unsuru olarak kabul olunan T’u-kiuların tarihî serüvenleri, Han devrinde tutulmuş kayıtlar uyarınca, T’ou-man[5] tarafından Hsiung-nu (Hun) devletinin kurulduğu M.Ö. 206’ya değin gerisin geriye izlenebilmektedir. Adı anılan devletin ömrü M.S. Sekizinci yüzyıla değin sürmüştür. Ne var ki Hun devleti git gide çaptan düşerken onun yerini en önemli parçası yahut mensubu olan T’u-kiular almağa başlamışlardır. Onların, bugün bildiğimizce, tarihteki ilk devleti M.S. 501’de Oğuz Kağan Destanı’nda anılan Oğuz Kağan tarafından kurulduğu tahmîn edilmektedir. Oğuz Kağan, diğer kaynaklarda Açina yahut Asena olarak geçmektedir. Oğuz Kağan’ın, Mete Kağan’dan başkası olmadığını öne süren tarihciler de vardır.
Metinler, L. N. Gumiliyev’in bildirdiğine göre, bütün Türk halklarını değil, sâdece yöneticilerin de aralarında bulunduğu üst seviyedeki zümreyi kaydetmektedirler. Kadîm Türklerin teşekkülünden bahseden bu metinlerde kesinlikle efsânelere rastlanmaz. Görünüşe göre Açina, şu yahut bu şekilde Siyenpiler arasında ve Hun beğliklerinde uzun süre varlık göstermemiş savaşcılardan müteşekkil ufak bir öbeğin önderiydi. Üçüncü ile Beşinci yüzyıllar arasında kalan karışık devirlerde devlet denmesi mümkün gözükmeyen bu çeşit küçük öbekler bir süre varlık gösterip sonra iz bırakmadan kaybolup gitmişlerdir.
(2) Çinlilerin T’u-kiu dedikleri Türkler (Göktürkler), M.S. 400’e doğru, Çin’in Şansi eyâletinin batısında yaşıyorlardı. Başlarında da, Hun olan Teoman ile Mete kağanların Tuku hânedânından gelen Açina sülâlesine mensûp hükümdarlar bulunmaktaydı. Sung hânedânından Çin imparatoru Tay Ven Ti, Türk budunundan Tsiu-kiu-şi uruğunu kırıma uğratmıştır. Tsiu-kiu-şi uruğunun yalnızca Açina (Aşına yahut Asena) kolu, Bilge Şad’ın önderliğinde 439’da Şansinin 2300 km batısındaki Altay dağlarındaki Ergenekon Vâdisi’ne sığınarak kendisini katliâmdan kurtarabilmiştir. Adı anılan sülâleden de Tüsükü hânedânı ortaya çıkmıştır. Tüsükü, ‘Türkler’ demek olabilir.[6]
(3) Belgelerin güvenilir kılavuzluğunda, bugün bildiğimizce, Türkler, Hunların 468’de yıkılışlarından sonra, 500’lerin ilk yarısında tarih sahnesine çıkmışlardır. Bu bildirdiğimiz hususu, Türklerin oluşma dönemlerine dönerek bellibaşlı birkaç önemli vakaya kısaca bakarak yakalamağa çalışalım.
535’te Ergenekon’dan çıkan Türkler, Altayların doğu eteklerine varıp Avarların hâkimiyeti altında yaşamağa koyulmuşlardır. Avarlara geline; onlar da, 552’de T’u-kiular (yânî Türkler) ile Tabgaçların baskıları karşısında gerilemiş, sonuçta yurtlarından sürülmüşlerdir. Yerleriniyse, kendileri gibi, Hunlardan (Hsiung-nu) gelen Türkler (T’u-kiu) ile Uygurların atası olan Töleçlere bırakmışlardır. Nihâyet, Avar, tahakkümünden kurtulan Türkler, 552’de de Cücen (Ju Jan) hükümdarı Analman’ı da kesin yenilgiye uğratınca, nihâyet Bumin Kağan önderliğinde bağımsız devlet kurmak fırsatını yakalayabilmişlerdir. Babası Bilge Şad olan Yavu Yabgu’nun oğlu Bumin Kağan, Türklerin atası olarak kabul olunan Eski Hunların pâyıtahtı Ötükeni kendisine idâre merkezi ilân etmiştir. 535’te kağan unvânıyla Doğu Göktürklerin başı olmuştur. Kardeşi İstemi Kağanla birlikte Avarları 552’de yenip de Göktürklerin bağımsızlığını temîn ettikten hemen sonra ‘Uluğ-yabgu’ olmuştur.[7]
Bumin Kağan’ın ardından oğlu Kara Issıg Kağan ve onun vakitsiz ölümüyle Bumin Kağan’ın iniği (küçük erkekkardeşi) Mugan yahut Muhan Kağan tahta çıkmışlardır. Muhan Kağan’ın öteki inisi İstemi Kağan (ö: 576; saltanat: 552-576), Türklerin genişleme ile yayılma yönünü doğudan batıya çevirmiştir. Bu noktadan itibâren önceki siyâsî sâiklere bu kere, bir de, iktisâdî menfaat âmili de eklenmiştir. Zirâ Türklerin ilk yaşadıkları mekânın[8] batısına düşen çok geniş bir saha[9] İlkçağın sonlarından itibâren iktisâdî etkinlikler bâbında yeryüzünün en önemli bir iki yöresinden biri olmuştur. Şu bahsedilen yörenin can damarıysa, meşhûr İpek yoludur. Türkleri anayurtlarından koparıp da ülkelerinin batısına cezbeden temel etken İpek yolunu ele geçirme ile onun getirilerinden pay kapma iştiyâkıdır. Asyanın kuzeydoğusundan ortaları ile batısına intikâl eden Türklerin saldırı hedefleri ile etkilendikleri medeniyetler de, böylece, Çinden İran’a kaymıştır.
İran’ı devredışı bırakarak Türkler, Çin ile ilkin Doğu Roma, ardından da Bizans arasındaki ticâretin aracısı olmağı amaçlamışlardır.[10] Sözünü ettiğimiz olağan, gelişigüzel bir ticâret olmayıp Avrasya medeniyet ekseninin iki aşırı ucu arasındaki mal, tavır, hüner, zanaat, fikir ile zihniyet değiş tokuşudur. Türkler, İran medeniyetinin Seyhun ile Ceyhun öteleri (A Mâverâünnehr; L Transoxiana) merkezî ülkesi Soğdiana’yı zapdedip burasını yurd edinmişlerdir: Türkistan.
Bahse konu olan, Türklerin ‘nevişahıslarına münhasır’ bir tavırdır. Ele geçirdikleri toprakları onlar, anayurtlarına eklenmiş tâlî, ikincil bir ülke olarak görmemişlerdir. O yöreye yerleşip orasını yeni anayurtları diye kabul etmişlerdir; o kadar ki, geldikleri diyârı, yânî önceki, aslî anayurtlarını maşerî hâfızalarından çoğu kere silmişlerdir. Böylelikle uzun geçmişleri süresince defalarca yurt değiştirişler; bunun sonucunda da tarih boyunca farklı coğrafyalarda birçok yeni Türkeli’ ortaya çıkmıştır. Her yeni Türkeli’nde Türk milleti, öncekisinden farklı bir kültür belirlenimine tâbî olmuştur. Ne var ki kimi temel özelliklerini, köklü değişmelere rağmen, her nasılsa, muhafaza etmişlerdir. Bu değişmez özelliklerin üçü, dil, devlet şeklinde teşkilâtlanabilme ile ordu yürütme yetisidir.[11]
(4) Tarihin köklü milliyetleri öteden beri yerleşik bulundukları yurtlarıyla bir solukta anılır olmuşlardır. Bahse konu olanların en tanınmış örneklerini Çinliler, Hintliler, İranlılar, Yunanlılar/Rumlar, Araplar, Moğollar ve bilâhare Ruslar, İtalyanlar, Fransızlar, Almanlar ile İngilizler oluşturmuşlardır. İsrailliler de, ‘kadîm vatanlı’ bir milliyeti teşkîl etmekle birlikte, ilkin Babilliler (M. Ö. 600-536 arasında), sonra da Romalılar (M.S. 77’de) olmak üzere, ecnebîler tarafından yurtlarından sürülmüşlerdir. Yeryüzünün hani neredeyse dörtbir köşe bucağına dağılmışlardır. Fakat gittikleri her yere dinî-millî-vatanî belirlenimleri[12]ile özelliklerini berâberlerinde taşımışlardır. İsrailliler gibi yurtlarından sürülmemiş olmakla birlikte, yine de onlara benzer biçimde İngilizler de yeryüzünün dörtbir yanına yerleşmişlerdir. Bundan dolayı da vatanı ile devleti İngilize “güneşin batmadığı imparatorluk” şeklinde gözükmüştür.
İktisâdî ve buna bağlı siyâsî saiklerle İngilizlerin bir kısmı anayurtdan ayrılarak açık denizlere yelken açmış, meskûn olan yahut olmayan yeni diyârları kendilerine yurt kılmışlardır. İngiltere anayurdunu maşerî hâfızalarından silmeksizin ‘yeni İngiltere’ler ile İngiliz sömürgeleri inşâa etmişlerdir.
Türklerin tarihî seyri az önce zikrolunmuş bilindik örneklerden hiçbirine uymamaktadır. Bu yüzden de gerek klasik İslâm gerekse Geç Ortaçağ ile Yeniçağ Avrupa tarih ile kültür filozofları tarafından ya anlaşılmamışlar ya da yanlış algılanıp hor görülmüşlerdir. Birkaç yüzyıl aralarla kültür belirlenimlerini kökten değiştirmeleri Türkleri özgün düşünce düzen şebekelerini inşâa etmekten alıkoymuştur. Milâdî altıyüzlere değin temelde Çin medeniyetinin kimi renklerini taşıyan konar-göçer-avcı-hayvancılık ile maden işlemeciliği, ordu ile devlet teşkilâtlanmacılığı bir kültür belirleniminde yaşamışlardır. Bu salt Asyalı renklerin bir kısmını Altıyüzlerin ikinci yarısından itibâren yitirir olmuşlardır. Hint’ten, özellikle de İrandan esen Arî yellerin etkisinde kalmışlardır. Tibet aracılığıyla Hintten Burkancılığı; İrandan ise Zerdüşt’ün (yaklaşık M.Ö. 1200) dini Mazdacılığı (Türkçede Mecusîlik yahut Zerdüştîlik de denir), özellikle de Mani’nin (M.S. 216-277) kurduğu Manicilik (Fr Manicheisme) ile Hırıstıyanlığın bir kolu olup da İstanbul piskoposu Nestorios’a (381-451) izâfeten Nasturîliği almışlardır. Bu sayılanlardan Maniciliğe büyük rağbet gösterip onu Çine dek yaymağa, öyleki imparatora benimsetmeğe çaba harcamışlardır.
Yedinci yüzyılda yeryüzünün kalburüstü klasik dört medeniyetinden, yânî Çinden, Hintten, İran ile Hıristiyan Bizanstan çıkan yolların kesiştiği kavşak noktası Türkistan olmuştur. Saydığımız bütün bu medeniyetlerden neşet etmiş unsurları Türkler, kendi Göktanrıcı, konar-göçer-avcı ve hayvancılık, maden işlemeciliği, ordu ile devlet teşkilâtlanmacılığı kültür değerleriyle mezcetmişlerdir. Böylesine olağanüstü gayrımütecânis, giderek karmakarışık bir kültür ‘tableau’sunu hayâl etmek bile zordur.
Türklerin yüzlerce yıl yaşadıkları ve içerisinden çıktıkları şartlar, özge toplumlarda da onlarınkisine benzer özelliklere zemîn hazırlamıştır. Bahsi geçen özelliklerin başında dinî-uhrevî itikâdın kavmî-mahalî kalıp ahlâkî cephesinin sönüklüğü ile zayıflığıdır. Burkancılık, Hinduluk, Mazdacılık, özellikle de vahiye dayalı Tektanrılı dinler çeşidinden üstün kurumlaşmış itikâtlara intisâb edinceye değin kadîm devirlerin Germenleri,[13] Çinlileri, Cücenleri, Tatarları, Moğolları, Türkleri, Arap’ları, İbranîleri, İnkaları, Mayaları, Aztekleri, Berberîleri, Zencîleri ve bu gibileri, saydığımız inanç düzenleri ile benzerlerinin az yahut çok telkîn ettikleri evrensel hakkaniyet, insâf ile merhâmet duyuşlarından yoksun kalmışlardır.[14]
(5) Altıncı yüzyılda Türkçe konuşan civâr uruklar, güçlü bir devletin çatısı altında birleşerek barışa, esenlik ile gönence ulaşmak arzu ile ihtiyâcını duymuşlardır. İşte tarihte ilk Türk devleti olmak özelliğini gösteren Göktürkler, çevrelerinde yaşayan Türkçe konuşan bütün uruklar ile boyları kendi siyâsî hâkimiyetlerinde toparlayıp birleştirmişlerdir. İmdi, Göktürk devleti sâyesinde tekmil Türkçe konuşan boylar ile uruklara bundan böyle Türk denilir olmuştur.
Yedinci yüzyılda ‘Köktürk’ olan ad, bilâhare ‘Göktürk’ şeklini aldığı anlaşılıyor. ‘Kök/gök’, Türkçede ‘semâ’, ‘semâvî’, yânî ‘mâvî’, ‘boz mâvîsi’ anlamlarına gelir. ‘Semâvî Türkler’ anlamını taşıyan ‘Göktürk’ün iddialı bir şeref lakabı olduğu âşîkârdır.[15]
Ergenekona bir Hun boyu olarak sığınmış Türk budunu, yüz yıl zarfında toparlanıp bilinçlenerek Göktürk devletini kurmuştur. Türkçe konuşanları devlet çatısı altında biraraya getirmiş, Kuzey Asyayı ele geçirmiştir. Mete’nin eriştiği sınırlara ondan sonra ilk defa yeniden ulaşanlar, Göktürkler olmuştur. İrana girdiklerinden, Doğu Avrupaya geçtiklerinden, öyleki İstemi Kağanın son yılında, yânî 576’da Kırımı bile zapdettiklerinden, Mete’nin eriştiği sınırları dahî aşmışlardır.
Göktürklerin pâyıtahtı Ötüken, Cengiz Kağanın taht şehri Karakurumun altmış km. kuzeyinde, Orhun ile Selenge (Tamur) ırmakları arasında Koşa Çaydam gölü yakınında, Budapeşteyle aynı enlemde, bugünkü Moğolistanın kuzeyindedir. 47° 30 enlem ile 97° 30 boylam.
Göktürk şehzâdelerine ‘tiğin’ yahut ‘şad’ denmiştir. Hükümdarlar, Avarlar gibi, ‘kağan’ unvânını taşımışlardır. Bahsi geçen unvân, daha Göktürklerin devrinde ‘h’agan’ şeklinde telâffuz edilir olmuştur. Doğu ile Batı olmak üzre, iki kağan vardı. Ötüken’deki kağan, Batınınkinin de âmiri ve ağasıdır.[16]
Lev Nikolayeviçen Gumiliyev’e (1912-1992) bakılırsa, Altıncı ile Yedinci yüzyıllar arasında Türklerin, Asyanın en güçlü, en büyük devletini kurmalarını olabilir kılan ‘ülüş’ yahut ‘uluş’ düzenidir.
Adı anılan düzeni şöyle açıklayabiliriz: Türk devleti, ‘uzun mızraklar’ ile ‘keskin kılıçlar’la kurulmuştur. Bu usulle de çok geniş sahaları Türkler, hâkimiyetleri altına alabilmişlerdir. ‘Uluş’ düzenini, böylelikle, Türkün ‘cihângîr devlet’ kurma tasarısının gerçekleştirilmesine koşulmuş ana yöntem olarak da kabul edebiliriz.
‘Uluş’ düzeni, başlangıçta devlet kurumlarının teşkîlinde âmildir. Zamanla kapsamı genişleyerek toplum hayatının bütün köşe bucaklarını kaplar duruma gelmiştir. Böylece aile ilişkilerini düzenlemiş, mülkün bölünmemesini sağlamıştır. Sonuçta geniş ailelerin belirmesine zemîn hazırlamıştır.
550 ile 560 arasında kalan on yıllık süre zarfında Türkler, Sarı Denizden Volga ırmağına dek göçebe yaşayan boylara baş eğdirmişlerdir. Sonraki yirmi yıl boyunca da yayılmağı sürdürmüşlerdir. Bahse konu geniş toprakları zapdetmeleriyle iş bitmiyor. Asıl mesele, fethedilenin elde tutulmasıdır. Böylesine büyük hızla yayılırlarken, yukarıda zikrolunan gerekcelerin ışığında, Müslümanlık öncesi devirlerin Türkleri, hükmettikleri tabaalarının sevgileri ile güvenlerini kazanamamışlardır. Hem kendi aralarındaki hizipleşmeleri önleyememeleri hem de hükmettikleri boyların ayaklanmalarını bastıramamaları, bahsi geçen durumu yaratmış başlıca iki etkendir.[17]
Az önce, Türklerin, yüzlerce yıl yaşayıp içerisinden çıktıkları şartların, özge toplumlarda da benzer özelliklere zemîn hazırlamış olduklarından bahsettik. Ne var ki, başka pek çok toplumla paylaştıkları zikredilmiş olanların yanında, Türklerin, kendilerine mahsûs özellikleri de olmuştur. En eski devirlerden beri Türkler, bir kere, genellikle, kandaş bireylerden oluşmuş yahut böyle bir şeye inanmış bir toplum olmamışlardır. Asena yahut Açine adlı efsânevî dişi kurttan türemiş silâh arkadaşlığına dayalı bir topluluk oluşturduklarına inanmışlardır. İşte, silâh arkadaşlığına dayalı savaşçıların topluluğuna ‘orda’ yahut ‘ordu’ denilmiştir. Bahis konusu topluluk, demir işçiliğinde ustadır. Topluluk, silâhını kendisi imâl eder. Yalnız, demircilik de silâh imâlâtı da amac olmayıp araçtır. Etkinlikler, önünde sonunda, savaşma hedefine kilitlenmişlerdir. Demirciliğin yanı sıra, kurutulmuş peynir ile yoğurt ve pastırma (bastırma) gibi, besinlerin hazırlanışı kadar, uzun bacaklı, uzak ve zorlu yollara yatkın yörük atlar,[18] hep bahsi geçen maksada yönelik araçlardır. Savaşanlar, yaşayan erkeklerden ibâret değildir. Ölmüş ataların ruhlarının dahî, vuruşmalara katıldıklarına inanılmıştır. Sefere çıkılmadığı zamanlarda bile, ‘yurd’u ‘ev-çadırı’nı beklenmedik mütecâvizlere karşı korumak maksadıyla ölmüş ataların ruhlarının nöbet tuttuklarına dair kanâat beslenmiştir. Onların bu hayatî kutsal görevlerini, eşikte ve dumanın çıkmasına yarar boşluk yahut açıklık gibi yerlerde ifâ ettikleri düşünülmüştür. İslâmöncesi Kamlık dönemlerine değin gerisin geriye giden kültür arkaplanı kaybolunca bu kadîm iytikâdın aslı esâsı, sebebi unutulmağa yüz tutmuş; donmuş-kalıplaşmış uygulanışı ancak, çağlar boyu sürüp gelmiştir. Nitekim göçer-konar gelenek ile göreneklere bağlı kalmış Türk boylarında bidâyette nöbet tutan ata ruhlarını rencîde etmemek gâyesine matûf iytikâdın etkisiyle çadırların eşiğine basılmadan zıplayarak içeri girilegelinmiştir.
Hayat, hem doğa hem de toplum-kültür şartları sebebiyle, baştan aşağıya mücâdele demekti. Temel geçim kaynağı ganîmetti. Bunun içinse savaşmak gerekiyordu. İytikâdî sebeplerle, oymak efrâdının kendi arasında evlenmesi yasak olduğundan, kız kaçırılırdı. Bu da, savaşma zorunluluğunun en önde gelen sâiklerindendi. İslâmın benimsenmesiyle yerleşik düzene geçildikten çok sonraları bile ‘kız kaçırma’ âdeti terkedilmemiştir. Bu, bir çeşit töre biçimine bürünmüştür. Vuruşmalarda kılıç artığı, malûl olmayan, gücü kuvveti yerli yerinde erkekler, asker; devşirilen kadınlar ise, zevce kılınmışlardır.
Tam anlamda oluşmuş bir kölelik kurumuysa yoktu.
Kağanlığın teşekkülüyle genelde bozkır halkı, özellikle de Türkler zenginleştiler. Öncelikle, dörtbir yandan ganîmetler yağmıştır. Kağan, vergilerden, harac ile ganîmetlerden gelip elinde toplanan servetin bir kısmını, ‘ülüş’ yahut ‘uluş’ düzeninin koyduğu kural gereği, başta yakınları olmak üzre, icâb eden çevreler ile kesimlere bağış ve rüşvet tarzlarında dağıtırdı. Kağanlık iktidârını, savaşarak zapdetme, böylelikle de harac ile ganîmet devşirme ve nihâyet rüşvet dağıtma çarkı şeklinde anlayabiliriz. Çarkın başlangıcı ile bitişi, tabîî ki, aynı noktadadır: Savaşma gücü ile irâdesi. O, çaptan düştü mü, haraç kesmek ile ganîmet devşirmek işi sekteye uğrar. Sonunda, ‘üleş’ düzeninin zorunluluklarından ‘rüşvet’ için gerekli servet de tükenmeğe yüz tutar. Önderden yahut baştakinden paylarına düşecek rızka ve yaşamalıklara gözlerini dikmiş iktidâra yakın ve uzak çevreler, beklediklerini bulamayınca, yeni ‘ikbâl kapıları’na çarketmekten gayrı çâreleri kalmazdı. Bu yüzden de uzun ömürlü devletler bir türlü vucuda getirilemedi. Çoğu kere kurucusunun iktidâr ile ikbâl müddetiyle sınırlı ‘günübirlik’ ‘seyyar devlet’ler, ‘yıldırım orduları’nın ‘sırt’ında yüzölçümleri yüzbinlerce, öyleki milyonlarca km’yi bulan bölgeleri iki üç yıl gibi kısacık sayılabilecek sürelerde kendi hükümrânlık sahaları kılabilmişlerdir. Devlet, kağanın şahsında kâimdir. O, devletin kutsal, öyleki tanrısal ortasıdır, merkezidir. İslâm devirlerinde birtakım değişikliklere uğramakla birlikte, bu devlet anlayışı, esâsında Göktürklerden Osmanlılara değin sürmüş kesintisiz bir gelenek çizgisidir.
Şu bildirdiklerimizi tekrarlarsak: Kağan ve onunla birlikte savaşanlar, ‘devlet-olma’nın, ‘devletliliğ’in ta ‘kendisi’dirler: ‘Ordu’, ‘orda'”‘orta’. Ayrıca, ‘otağ’ın, ‘oda’ ile ‘ateş’ demek olan ‘od’un dahî, ‘orta’yla kökdeşlikleri güçlü bir ihtimâldir.
(6) ‘Uzak Asya’daki savaşcılık ile hayvancılık-çobanlık dönemlerinde Türklerin toplum ile savaşma düzenleri, ongunları (Fr toteme) olan kurdun sürü yaşayışı ile avlanışını andırması dikkat ve ilgi çekici bir vakıadır. Nesiller boyu kurtla yakın temâsta yaşamış Türk oymaklarından kimi bilge ermişler, bu hayvanın davranışlarını dikkatlice izlemiş olmalılar. Tesbîtleri ile çıkardıkları sonuçları, aldıkları ibretleri kendi toplumlarının hayatına uyarlayıp uygulamışlardır. Öylesine zorlu tabîî ve coğrafî şartlar muvacehesinde kalkıp geyikler ile ceylanları kendilerine örnek alacak değillerdi ya; yahut gül ile bülbül muhabetleri üstüne şiir düzecek hâlleri de yoktu! Bütün mesele yaşayakalmaktı. Buysa, gücün kudretin yüceltilmesini zorunlu kılmıştır. Gücün kudretin yüceltildiği ortamda vurgulanan ‘erkeklik’tir.
1900’lerin ortalarına değin ‘erkeklik’ deyimi Türkçede ‘dayanıklılık’, ‘baş eğmezlik’, ‘sağlamlık’, ‘sağdıklık’, ‘ahde vefâ’, ‘sözünde durmak’, ‘güvenilirlik’, ‘inanmışlık’, ‘âdillik’, ‘hakbilirlik’, ‘arkadaşlık’, ‘sırtını dönmemek’, ‘ağırbaşlılık’, ‘hâl ile hareketlerde kıvırmama’, ‘yürüyüşte kırıtmama’, ‘sözleri peltek ve yayarak telâffuz etmeme’, ‘ilişkilerde etkinlik (faillik) ile muktedirlik’, ‘zayıfa, yaşlıya, çocuk ile kadına silâh çekmeme’, ‘kadın karşısında hakbilir olmakla birlikte, çıt kırıldım kibârlıklara tevessül etmeme’ anlayışını temsîl edegelmiştir. Tabîî, bu, münhasıran Türklere mahsûs olmayıp başka belli birtakım milletlerin dillerinde[19] dahî karşılayabileceğimiz bir zihniyet ve onu temsîlle yükümlü kavramdır.
‘Erkek’, haddizâtında, ‘er’den[20] gelir. Ondan ‘güc’, ‘kudret’ anlamındaki ‘erk’ türetilmiştir. ‘Erk’ de, ‘bel vermeyen’, ‘kendi başına karar verebilecek yetideki kişi’, yânî ‘hür’ demek olan ‘erkin’i tevlîd etmiştir. Çağdaş Doğu Türkçelerinde ‘hür/lük’ karşılığı olarak, nitekim, ‘erkin/lik’ kullanılır.
(7) Türk kağanlığı çatısı altında ‘budun’un aslî efrâdının yanı sıra, mağlûb edilmişlerden ayakta kalanlar ile kendi ülkelerinde barınamayanlar yahut Çin’e tâbî olmağı reddedenler dahî yer almışlardır. İşte, bunların tümü Türk ‘budun’unu oluşturmuşlardır. Burada ‘budun’, kandaşlığı esâs alan ‘kavimlik’ten (Y ethnos) ziyâde, ‘halk’ ve/ya ‘millet’ (Y demos) anlamındadır. Nasıl bir halk yahut millet? Eli silâh tutan savaşcı halk yahut millet anlamında ve Türkçeye mahsûs bir deyimle ‘orda’ yahut ‘ordu’dur. Tekrarlayalım: ‘Orda’, bir kavmî (Y ethnikos) öbek olmayıp teşkilâtlanmış savaşcılar topluluğu anlamındadır.
Altıncı yüzyılda Türk ordası, ‘oymak’lardan (kabîle) oluşmuş ‘boy’lar (aşîret) birliği, yânî ‘uruk’tur. Göktürklerin oluşmasıyla ‘uruk’, siyâsî-hükmî bir kimlik kazanmış, devletleşmiştir. Göktürklerin ‘halk-devlet’ birlik ile bütünlüğüyse ‘budun’u teşkîl etmiştir. ‘Budun’un ‘devlet’i ile ‘ülke’sine ‘il’ yahut ‘el’ denilmiştir.
Kavmî esâsa dayalı toplum türüyle Eski Türklerde karşılaşılabilinir miydi? Karşılaşılır. Böylesi bir topluma ‘kun’ denmiştir. Ne var ki, ‘kun’ tarzı toplum, hep geri planda kalmıştır. Türk tarihine damgasını asla basamamıştır. Hele Müslümanlığa intisâb edildikten sonra kıyıda köşede kalmış kimi göçer-konar boyların boyutunu artık aşamaz olmuştur. Genelde silinip kaybolmuştur.
(8) Kuzey Doğu Sibirya da yaşayan ve Moğolların etkisinde kalarak Kam (Şaman) olan kimi Türk oymakları dışında Türkler, bidâyette, Göktanrı (Tâ]ri) dinindendiler. Bu dinin peygâmberi, Vahiy verisi Tebliği, tapınağı, ibâdet şekilleri ile ruhbân taifesi olmamıştır. Göktanrı, Allaha benzer şekilde âlemlerin Rabbı olmayıp Türk budununa mahûs bir tanrıdır. Gök, yer yahut toprak ile su, kutsaldılar. Ölüler ya tahnîd edilir (mumyalanır) ya da gömülürlerdi.[21]
Eski Türklerde kölelik ile câriyelik yoktu. Türkler, kendi toplumlarında köle yahut câriye olamazlardı. Hepsi hür ve savaşcıydılar. Küçük yaşlarda ok atmak başta gelmek üzre, silâh kullanmak ile ata binmeği öğrenirlerdi. Askerî sıradüzeni ve nizâm intizâm esâstı ve toplumun tamamına şâmildi. Köleler ile câriyeler, ya esir düşmüşlerden temîn olunur ya da satın alınırlardı. Kadın dahî, ata biner, silâh kullanır ve örtünmezdi. Bununla birlikte, öncelikle asilzâdeler arasında olmak üzre, köpzevcelilik (Fr polygamie) yürürlükteydi. Domuz eti yenmezdi. Bunu komşuları Tunguzlar (to]uz/Edomuz) ile Moğollar yerler. Bâkirelik ile iffete büyük önem atfolunurdu. Domuz eti yemek gibi, kadınını ikrâm edip bâkireliğe önem vermemek de, Moğolluk alâmetinden sayılırdı. Irza geçmenin cezâsı idâmdı. Meğer ki tecâvüze uğrayan kızoğlankız yahut dul olsun ve o erkekle evlenmeği kabul etsin.
(9) Türkler, göçebeliğe eğilimli olup soğuk iklimin insanıydılar. Zora dayanıklı olağanüstü olumsuz şartlarda yaşamağa yönelik eğitilirlerdi. Yine, soğuklara uygun giyinirlerdi. Nitekim ‘to]’ (Fr pantalon), ‘ye]’ (veste), ‘yelek’ (gilet) ile çizme hep Orta Asya menşeli giysiler olup İran üzerinden özge yörelere yayılmışlardır.
(10) Melezleşmiş Eski Türkler,[22] açık renk, gök (mâvî, yeşil, elâ) gözlü, sarışına yakın kumraldılar. Gözleri çekik olmayıp daha ziyâde badem şeklindeydi. Elmacık kemikleri de çıkık değildi. Değirmi yüzleri vardı. Ak ve duru tenliydiler. Mekânlarını değiştirdikçe, yeni yerleştikleri yerin insanlarıyla kolayca karışmış, zamanla onların şeklişemâillerini almışlardır. Doğu ile kuzeye göçenler, Moğol; batıya yönelenlerse, İran, Arap, Kafkas yahut Slav çeşidinden halkların beşerî biçimlerine bürünmüşlerdir.
Türkler, yerleştikleri coğrafyalarda yaşayanlarla her türlü temâsı kısa sürelerde kurmağı, öyleki fâtih ve hâkim oldukları toplumlarla bir yahut birkaç nesil zarfında ‘hemhâl’ olmağı becermişlerdir. Dinleri ile dillerini diğer kavimlere benimsetmek çabasını dahî göstermemişlerdir.[23]
(11) Çinliler, Açina hanlarının tabaasına T’u-kiu yahut T’u-kiü demiş olduklarından yukarıda bahsettik. Bu söz, Eski Türkçede ‘Türk’ demek olan ‘Türük’ten geldiği sanılır. ‘Türük’ün çoğulunun Türk+üt (Türk+ler) olduğu P. Pelliot tarafından öne sürülmüştür. Aslında, Pelliot’a göre, ‘Türküt’ün ‘~üt’ü Türkçe değil, Moğolca çoğul ekidir. Nihâyet, bütün siyâsî deyimler, Eski Türkçede Moğolca çoğul ekini almaktaydılar. Bundan dolayı da Türkçeye bu erken çağlarda bile, ecnebî dil unsurlarının karışmış olduğunu görüyoruz.
‘Türk’ sözü ‘güclü’, ‘sert’ anlamına gelmektedir… Açina, 439’da Gobinin kuzey kesimlerine bu dili kullanarak gelmiştir. Açina, aslında ‘kurt’ demektir. Açinanın yanı sıra, Türkçede ‘kurd’a ‘böri’/’buri’ yahut ‘kaşgir’/’kasgir’, Moğolcadaysa ‘şonocino’ denilirdi. ‘A’ takısı Çincede saygı ifâdesi olarak kullanılır. Şu durumda Açina ‘asil kurt’ demektir. Kurt, haddizâtında, Türklerde kutsal kabul edilmiştir. Zirâ kimi efsânelerde dişi, kimisindeyse erkek kurttan türediklerine inanırlardı. Türklerden farklı olarak Tunguzlar domuzdan, Moğollar domuz ile köpekten, Tibetliler ise köpekten geldiklerine inanmışlardır. Bu yüzden olsa gerek, Osmanlı’nın erken devirlerine değin Türkler, Moğollar ile Tibetlileri hor görmüşlerdir.[24]
Türk adı bin beş yüz yıl boyunca birkaç kez anlam değiştirmiştir. Açina tiginin (Fr prince) çevresinde toplanıp Altıncı ile Sekizinci yüzyıllar arasında küçük bir halk olarak varlığını sürdüren Türkçe konuşan Türkler ‘orda’ şeklinde adlandırılmışlardır. Fakat yine Türkçe konuşan diğer komşu milletler Türk olarak anılmamışlardır. İlk defa Yahudî asıllı İranlı bilgin Fazlullah Reşîdeddîn el-Tabîb (1247-1318), bir ihtimâl, dilleri arasındaki farklılıklara dayanarak Türkler ile Moğolları birbirlerinden ayırdetmiştir. Günümüzdeyse, aralarında kavmî bağlar bulunmayan kimi toplumlara bile, ortak dilleri Türkçe olduğundan, Türk denmektedir.[25]
Sonuçta, Altay dağları ile eteklerinde geniş ormanlık ile bozkır şartlarında kaynaşarak yaşamış ‘Türküt’, yânî Türkler, Altıncı yüzyılda devletleşme becerilerini tarih sahnesine çıkarmışlardır. Yakın yahut uzak çevrelerinde yaşayan öteki halklarla da giderayak karışıp kaynaşmışlardır.
(12) Zamanla kurulan devletlerden en kayda değer olanları Doğu ile Batı Göktürkler ile Uygurlardır. Göktürkler, Orta ile Kuzey Asyalı boylara mahsus Kamlı k (Şamanlık), öncelikle de Göktanrı gibi, iytikât manzûmelerini benimsemişken, Uygurların öncelikle üst toplum tabakaları daha ziyâde Burkancılık (Budhacılık), Taoculuk, Doğu Hıristiyan mezheplerinden Nasturîlik ile özellikle Mazdaklık gibi yaygınlaşmış dinlere intisâb etmişlerdir.
Kurulduğu 545 ile 600 arasında en parlak devrini idrâk eden Göktürk devleti ile Uygurlar ortak dil kullanır ve iki taraf yer yer göçebeyken, aralarındaki ‘ticâret ilişkisi’ ni pekiştirmişlerdir.
(13) Hsiung-Nulardan itibâren gerek Göktürkler gerekse Uygurlar, Doğu medeniyetleri câmiasına mensuptular. Şu da var ki, toptan medenîyetleşmiş kültürlerden değildiler. Çünkü gerek Göktürk gerekse Uygur dönemlerinde Türklerin ancak bir bölümü medenîyetleşmiş hâldeydi; hattâ bunların bir kesimi de felsefîleşmiş medeniyet merhâlesine ulaşmıştır. Şu durumda, Türklerin bir kısmı konar-göçer hâlde yaşarken, bir bölümü de yerleşerek hayvancılıkla, tarım ve zanaatla uğraşmaktaydı. Zamanla şehirleşip[26]devletleşmişlerdir.[27] İşte, tarihte en geniş coğrafyaya yayılarak yaşamış olan Türklüğün bir bölümü konar-göçer kültürlerinin özelliklerini sergilerken, bir başka kesimi de Doğu câmiasının medeniyetlerinden olmuştur. Müslümanlığın kabulüyle Türklük, bu dağınıklıktan kurtulmuştur.
(14) Türklük, haddizâtında, hâlli müşkül bir meseledir. ‘Kadîm’ yahut ‘Eski Türk’ denilen olayın kapsamı nedir? Göktürkler dışında Türk adıyla anılan özge bir devlet yoktur. Uygur, Kırgız, Tatar, Peçenek gibi halklar Türkçe konuşmakla birlikte, kavmiyet bakımından Türk müydüler, bilmiyoruz.
Türkçe, aşağı yukarı milâdî yıllardan beri kuzeydoğu ile Orta Asya boylarının ortak bildirişme aracı olduğu biliniyor. Öyleki Cengiz Kağanla birlikte büyük devlet boyutuna erişen Moğolun üst seviyedeki erkânı da Türkçe bildirişmiştir. ‘Türklüğ’ün bir ucunda ‘Göktürk’, öbüründeyse ‘Osmanlı’ durur. Bu iki tarihî durağı birbirine bağlayan hat ‘Oğuz’dur. Göktürk ile Oğuz, bir ve aynı varlığın iki farklı adlandırılışı mıdır? Yoksa Göktürkün ‘Türk’ü kavmin adı olup da ‘Oğuz’, efsânevî kurucudan mülhem beğlik yahut kağan hânedânının ünvânı mıdır? Açık seçikçe bilmiyoruz. Bildiğimiz sonraki iki Türk cihân devleti Selçuklu ile Osmanlı’nın gerek en üst idâreci taifesi, demek ki hânedânı gerekse temel toplum unsurunun, Oğuz olduğudur. Aslında ‘ok’un çoğulu, yânî günümüz Türkçesinde ‘oklar’ demek olan ‘Oğuz'[28], bir ‘boylar birliği’dir. Değişik Türk oymakları ile boylarının birliğine ‘Oğuz’ denmiştir. Bunlardan biri olan ‘Kayı’ aşîreti yahut oymağı, cihângîr Osmanlı devletinin altı yüz yirmi üç yıllık hânedânına vucut vermiştir.
(15) Türk dilleri ile lehçeleri topluluğuna gelince; bunların, dilbilim kapsamındaki genetik sınıflama uyarınca akrabası var mı, yoksa yeryüzünde tek başına kalmış bir öbek midir, bu da, seçikce bilinmiyor. Türk dilleri[29] öbeğinin bağlı bulunduğu düşünülen ‘Altay’ dilleri ailesi, henüz, varsayımdan öteye geçemiyor. Türkçe gibi, bitişken olan, yalnızca, onun akrabası sanılan Moğalca değildir. Öylesine bol ayıda bitişken dil var ki, şaşırmamak elde değil. Bahsi geçen bitişkenler, Güney batı Asya’nın kadîm medeniyet dili Sümerce ile ekvator kuşağından itibâren Afrika’nın güney yarısında yaygın Bantu dillerinden tutunuz da, Hindin güney yarısındaki Tamil dillerine; Amerika kıtasının Kızılderili ile İnuit (Eskimo) dillerinden Macar-Fin-Ugur dillerine varana dek olağanüstü geniş bir sahada yürürlüktedirler. Bunların bitişken olma özellikleri, dilbilim bağlamında genetik (15) bakımdan akraba oldukları anlamına gelmez. Bahsettiğimiz biçimce (Fr morphologiquement) benzerliktir.
3. Medeniyetlerin Kesiştiği Coğrafya: Orta Asya Düzlükleri
(1) Orta Asya’nın coğrafî hudutlarını bir çırpıda tayîn etmek imkânsızdır. Haritaya kabataslak tarzda göz attığımızda, Orta Asya’nın, batıda Aral gölünün ortasından geçen 60° doğu boylamı ile doğuda Yakutsk’tan geçen 130° doğu boylamı, kuzeyde Lena ırmağını güneyden kesen 60° kuzey enlemi ile güneyde Hindukuş dağlarını ortadan kateden 32° kuzey enlemi arasında kalan aşağı yukarı 10,735,000 km2’lik[30] muazzam geniş bir araziye yayıldığını görüyoruz. Bu sahanın güneyinde yeryüzünün en yüksek sıra dağlarından Himalayalar ile Hindikuşların; orta kesiminde Altaylar, Karakurum ile Tanrı dağlarının, uçsuz bucaksız Gobi, Taklamakan, Karakum ile Kızılkum çöllerinin, Balkaş ile Baykal göllerinin; batıda Aral gölü, Seyhun ile Ceyhun Irmakları’nın; kuzeyde de güney Sibirya ovaları ile kesîf çam ormanları olan Taygaların yer aldığını görüyoruz. Himalayalar gibi, deniz seviyesinden 8000 küsur m. yüksekliklerden, Turfan ovası gibi, 170 m. aşağılara inilebilir. Sıcaklık, güney Sibirya ovalarında kışın -35° düşebilirken, çöllerin bâzısında 45°ye dek çıkabilir. Nitekim bâzı yörelerde gündelik sıcaklık farkı, 90 ile 95°sgr’a dek varabilir.[31]
Bu dağlarla, ormanlarla, çayırlarla ve bozkırlarla kaplı, sert iklimlerin hüküm sürdüğü açık denizlerden uzak, pek geniş, zorlu, engebeli arazî, güneydoğusundan güneyine, güneybatısı ile batısına doğru uzanan Çin, Hint, kadîm İran (Pers) ile Roma-Bizans gibi tarihin kaydettiği en parlak medeniyetleriyle çevrelenmiş bir bölgedir. Buranın bağrından sökün edip Avrasya anakarasının dörtbir yanına dal budak salmış olan sert, savaşcı ruhlu kişilerin oluşturduğu göçebe, yarı-göçebe, bozkır toplumlar, bölgenin sınır kesimlerinde adı anılan medeniyetlerle süreklice etkileşmişlerdir. Yine burası birçok konuda tarihe ilkleri yazdırmış bir bölgedir. Bunların başında, aşağı yukarı M.Ö. İkinci binden itibâren, atın binek hayvan olarak kullanılması gelir. Bunun yanında, ata binmeğe uygun giyecek (to]), eyer, üzengi, mahmuz v.s. saymak gerek. Ata binilerek, yer değiştirme, yol alma hususunda devrim yaratılmıştır. Muazzam mesâfeler, o devirlere göre, nisbeten pek kısa sayılabilecek sürelerde katedilebilir olmuşlardır.
Mızraklı, kalkan ile kılıçlı ağıraksak yaya savaşcıdan farklı olarak Orta Asya bozkırlarının ok ile yaylı binicisi, olağanüstü hareket kâbiliyeti gösterir. Hücuma kalkarken hilâl biçimini çizen bu hızlı biniciler, yakınlarında yaşayan başta kurt olmak üzre, yabanî avcı hayvanlarda gördükleri gibi, hasımla karşılaşınca, birden sırtlarını dönerek kaçarcasına vuruşma meydanından çekilirler.
Kaçtıklarını sanan düşman, salkımsaçak ya peşlerine düşer ve aksi istikâmette hızla yol alanların at üstünde dönerek fırlattıkları oklara hedef olmak suretiyle zaiyat vermeğe başlar ya da ganîmetin üstüne üşüşür. Her iki durumda da, düşmanı sındırarak mahvederler. Vur-kaç yöntemini uygulayarak çete savaşcılığının öncüsü olmuşlardır. İşte bu yöntemle savaşmak suretiyle, en hızlı aracı, savaş arabası olan başta Çinliler ile Farslar olmak üzre, etraflarındaki yerleşik medeniyet toplumlarını iki de bir vurmuş, sonunda da topraklarını ele geçirmişlerdir. Fakat, bir kısmı dahî, boyundurukları altına aldıklarının bağrında erimeğe yüz tutmuştur. Erimeyenlerse, ya yerlerinde yurtlarında kalıp devlet kurmuşlar ya da tası tarağı toplayıp göç yollarına düşmüşlerdir.
Orta Asyada Hunların varsayılı halefi olan iki merkez güc, Türkler ile Moğollar,[32] savaşçılarını ‘on’luk sayı düzenine göre tertiplemişlerdir. Savaşan birliklerde esası atlılar yahut biniciler (ET atlığ) teşkîl etmiştir. Piyâdeyse (‘yadağ sü’= yaya asker), önemsizdir. Atla yürütülen çarpışmalarda sürat olağanüstü bir etkendir. Vuruşmanın tekmil seyri sözü edilen üstün sürate göredir. Bu durum, yalnızca vuruşma sırasında değil, savaşın tamamı için de geçerlidir. Her savaşcı (yânî ‘çeri’=asker), uzun sefer boyu kendikendisine yeter tarzda donatılmıştır. Bundan dolayı uzun seferlerde iâşe derdi en aza indirilebilinmiştir. Ondalık sayı düzeni uyarınca tertiplenmiş birlikleri oluşturan savaşcılar, topluca olduğu kadar, icâbında, tek başlarına da yiğitce, ustalıkla, sabır ve inatla döğüşürlerdi.
Hareketlilikleri ve inatlarıyla Ortaçağ Latin dünyasında ongunları olan kurtla bir ağızda İtalyanca bir deyimle anılır olmuşlardır: “La bestia senza pace” (“huzursuz hayvan”).[33] “Hayvan”dan kasdolunansa, ‘kurt’tur. “Durup dinlenmeyen”e gelince: ‘Pes etmeyen, istirahata çekilmeyen; saldıran, çekilen, dönüp yeniden saldıran’ demektir. Orta Asya bozkır boylarının bahsi geçen çarpışma, muharebe tarzı ile zihniyeti, M. önceki çağların İskitlerinden, Hunlarından M. sonraki devirlerin Moğollarına, Tatarlar ile Türklerine -Timurlenk ile halefleri, Selçuklular, Kölemenler ile Osmanlılara- değin kesintisizce sürüp gelmiştir. Karada vuruşmalarında başgösteren bu savaşma tarzı, 1400’lerin ortalarından itibâren kendisini git gide Osmanlı Türklerinin deniz muharebelerinde dahî gösterir olmuştur. Bütün bir yaşama anlayışı ile ufku, dünyagörüşü ile teşkilâtlanma öğretisi, Orta Asya menşeli toplumların, özellikle de Türklerin tarihi boyunca savaşma ile savaşcılık üstüne binâ olunmuştur.[34] Bahsettiğimiz yaşama anlayışı ile toplum düzeni kendisine mahsus birtakım özellikler taşır; şöyle ki: Atasoylu ile ataerkil aile nizâmı; köpzevcelilik; evlenmenin ardından kadının, kocasının aile efrâdına, topluluğuna katılması; erkeğin savaşcı olma keyfiyeti ile buna bağlı sıkı ve tutarlı namus ile dürüstlük, arkadaşlık (iki savaşcının sırt sırta vererek döğüşmesi tasavvuru) ile dayanışma anlayışı ve kadın-erkek birlikteliğinin vurgulanması. Kültür -burada söz konusu olan Türklüktür-, belli bir -bu arada İslâm- medeniyet dairesine uyarlandığı ölçüde kadın-erkek birlikteliği şartı da tavsamıştır. Pekâlâ başka birçok toplumda da savaşcılık eğilimi izlenebilir: Prusya Almanları, Romalılar, Japonlar, Masai çeşidinden kimi Afrikalı yahut Apaçe, Komançe, Navajo ile Çeroki gibi Amerika Kızılderili boyları yahut da Kafkasyanın Çerkezleri ile Çeçenleri sözgelişi. Ama savaşcılık bu saydığımız kavimlerin yahut boyların ya bütün geçmişlerine yayılmış değildir ya da yayılmışsa bile onların kendileri tarihte etkin bir konumda olmamışlardır. İşte sıraladığımız etkenlerden ötürü, ister Hunların ahfâdı isterse İskitler gibi İran kökenli olsunlar, başta Türkler olmak üzre, Orta Asya çıkışlı kavimler, tarihte özel ve özgün bir mevki tutmuşlardır.
Göktürkler, Altıncı ile Yedinci yüzyıllarda öteki Türk kabîlelerinden daha fazla Moğolî görünüşlüydüler. Buna karşılık, Uygurlar, ataları -yânî bir kısım Hunlar- gibi, kızıl, uzun saçlı Avrupalılara benziyorlardı. Çin tasvirlerinde Uygur, koca burunlu, iri gözlü, alt dudaktan başlayan sakallı, gür bıyıklı, kalın kaşlı olarak gösterilmiştir. Uygur höyüklerinde girişilmiş kazılar, bahsi geçen öbeğin kesinlikle Arî görünümünde olduğunu ortaya koymuştur.
Göktürkler ile Uygurlar arasında benzemezlikler ile huy farkları dahî vardır. Her ikisi de savaşcıdır. Göktürkler, han ile tarhanlarına aşırı raddede bağlı bulunmalarına karşılık, Uygurlar bağımsızlıklarına düşkün kabîleler olarak belirli bir yönetimin çatısı altında birleşmekten kaçınmışlardır.[35]
Yer yer ve zaman zaman devlet kurmuş Orta Asya’nın bu bozkır savaşcı toplumlarından tarihte en ziyâdesiyle ses getirmiş olanlar, Türklerdir.[36] Onların da tarihte en görkemli başarısı, kurmuş oldukları ‘Yeni zamanlar’ın en uzun ömürlü olanlarından imparatorluk ülkü devleti, Osmanlı’dır. Onu da, uzun ömürlü imparatorluk ülkü devleti bâbında bir çırpıda Çin’in, Sasanî ile Roma’nın saffında sayabiliriz.
İklim ile topoğrafya şartları itibârıyla yeryüzünün en amansız yörelerinden biri olma özelliğini gösteren Orta Asya’nın erkeği, hattâ kadını da, sert, inatçı, tavîzsiz mizâçlıdır. Savaşmak irâdesi, ona ârız olmayıp onun cevheridir. Filhakîka, 1800’lerin başlarında Malaya’da bir İngiliz memuru olup da insan tabiatını ilk elde iklimin tayîn ettiği kanâatını taşıyan John Turnbull Thomson, kanısını bize şöyle bir gözlem verisiyle temellendiriyor:
“…Malaya’nın (Straits) mayıştırıcı, miskinleştirici, hûlyâlı havaları yerine, dostumuz Mek, kavi, Altayların, adamı çelikleştiren berk ikliminde yetişseydi, (Hz) Ali’nin aman tanımaz mutaassıp takipçisi ve tarafdarı olurdu.”[37]
Avrasya anakarasının coğrafî merkezini teşkil eden Orta Asyadan dörtbir yana doğuya ve kuzeye: İç Sibirya’dan Kuzey Buz Denizi kıyılarına dek: Yakutistan; güneye: Afganistan, kuzey ile orta Hindistan (özellikle Pencâb ile İndüs vâdileri); batıya: İran, Irak, Suriye, Mısır (özellikle Kölemenler), Rusya ovaları göçen Türk boylarının, kimliklerini muhafaza edebilmiş oldukları iki yöre var. Bunlardan biri, Rusya ovaları Altınordu’nun bakîyesi Kazan Tatarları, ötekisi de, Selçuklu-Osmanlı şemsîyesi altında neşvünemâ bulmuş Kafkas (özellikle Azarbaycan) ile Anadolu (kısmen de Balkan) Türkleridir. Her iki geniş bölge, gerek iklim şartları gerekse yerşekilleri (Fr topographique) özellikleri bakımından ‘anayurt'[38] Orta Asya’yı andırmaktadır. İşte, ana insan kaynağını Kafkasya ile Anadolu Türklerinden sağlayıp İslâmın kutsal mirâsı ile emânetini üstlenerek, bir ölçüde, atası ve selefi Selçukluyla birlikte, Osmanlı Türkü, ‘Devletiebedmüddet’ ile ‘Cihân hâkimiyeti mefkûre’lerini bir bayrak gibi bin yıl boyu taşımıştır.
4. İmparatorluk Devlet Ülküsünün Tarihî Kaynağı
“Dar çevremizden çıkıp da dünyamızın kalan kısmını bir fasıl gözden geçirelim. Koca Türk (Pâdişâh), değişik dinden yirmi milleti barış içerisinde idâre ediyor. İstanbul’da iki yüz bin Rumun güvenliği tam. Türk yıllıklarında (annales) bu din topluluklarının herhangi birinden kaynaklanmış bir
ayaklanmadan bahis yoktur. Hangi bölgeye giderseniz gidiniz: Filistin’e, Acemistan’a, Tataristan’a, hepsinde aynı hoşgörüyü, sulhu sükûnu yaşayacaksınız” François Marie Arouet Voltaire: “Traite sur la Tolerance”, (“Hoşgörü üstüne Deneme”), 44.s.
Tarihe adını kazımış milletler, güçlü bir ülkünün ısrarlı takîpcisi olmuşlardır. Karşı konulmaz cinsten bir çağırının[39] açık bir biçime bürünmüş hâline ülkü diyoruz. Değişik milletlerin ülküleri de farklı olmuştur. Kimisi bunu Çinliler ile Hintlilerde gördüğümüz gibi bilgelikte, kimisi bilgelik ile edebiyatta -İranlılarda, sözgelişi-, kimisi, devlet yönetme sanatı ile hukuk -Romalılarda-, Vahiy dinine nâil olma ve yayma -İsrailliler ile Araplar-, edebiyatta -Ruslar ile Fransızlar-, kimisi sanatların hepsinde ve zanaatta -İtalyanlar-, felsefe-bilimde -Yunanlılar-, kimisi hem devlet yönetme, hem askerlik sanatlarında, hem keşif ile fetihlerde, hem ticârette, hem fen hem de edebiyatta -İngilizler-, kimisi de felsefe-bilim, fen, musıkî, edebiyat ile askerlik sanatı gibi, hemen hemen bütün sahalarda gerçekleştirmiştir -Almanlar-. Ülkü, Türkün ruhundaysa, Almanda, İngiliz ile Japonda gördüğümüz gibi, askerlik ile savaşma sanatında tecelli ettirmiştir. Ama bunun yanında, Türk, bir başka tarihî özelliğiyle daha temâyüz etmiştir; o da, devlet kurup yönetme hüneridir. Hangi cins devlet? Kan bağını tazammun etmeyen imparatorluk devleti. Müslüman olunmadan önce imparatorluk devletinin ülkü içeriği müphemdi. O hâlde, nasıl olmuştu da imparatorluk devletine geçilebilinmiştir. Kadîm Türklerin ongun özelliği ile aile yapısının incelenmesinden, onların, ‘dışevlilik’ (Fr exogamie) yaptıkları sonucuna varıyoruz. Yakın kan bağı evliliği yasaktı. Aile, ataerkil[40] ve çoğunlukla tekeşli[41] olup atanın soyuna göre yânî, atasoylu (Fr patrilineal) yürürdü. Bu sebeple Türkçe, atasoyuna göre düzenlenmiş ayrıntılı bir terimler dağarına mâliktir: Sözgelişi ‘ata’ (L pater); ‘ana’, ög (L mater); ‘oğul’ (filius); ‘kız’ (filia); ‘ağa’, ‘ece’ (büyük erkek kardeş, ağabeğ; L frter), ‘ini’ (küçük erkek kardeş), ‘aba’ (büyük kız kardeş, abla; L soror), ‘singil’ (küçük kız kardeş); ‘abaga’ (OsmT amca; L patruus); ‘tagay’ (dayı; avunculus); ‘kelin’ (gelin gelmekten, yânî koca evine gelen; L nupta, sponsa); ‘küdegü’, ‘kübek’ (güvey; sponsus)…[42]
Hikmetisebebi (Fr raison d’etre) savaş ve savaşcılık olan bir toplumun, aile yapısı bakımından atasoylu ve ataerkil olması olağandır, doğaldır. Dün de bugün de Türklerde ata tarafının Türk soyuna dayanan bir hatdı takîb etmesine karşılık, anne yakasının böyle olmaması sık rastlanır bir vakıadır. Bu hususun en tanınan kanıtıysa, yeni çağlarda kesintisiz en uzun sürmüş hânedanlardan olan Osmanoğullarının soyağacıdır. Orada da nitekim, ata tarafı hep Türk soy çizgisini izlerken, anne farklı menşelerden çıkagelir. İslâmı benimsemeden önceki devirlerinde annesoylu (Fr matrilineal) bir yapı taşımış oldukları anlaşılan Malaylarda, meselâ, durum, Türklerdekinin tersinedir. Onlarda anne Malayken, ata farklı soylardan gelebiliyor. İnanç düzenleri bakımından ‘içevlilik’ (Fr endogamie) kuralına bağlı boylardan neşet etmiş toplumlardaysa, anne de ata da aynı soydan oluyor. Bu çeşit toplumlar, milletleşebilmişlerse, sözgelişi Moğollarda, İsraillilerde, Çinliler ile Almanlarda gördüğümüz gibi, milliyetleri kavmî tabana oturmuştur. Kavimlilikten bir türlü kurtulamamış olduklarından, meselâ Türklerin, İranlıların, Romalıların, Fransızlar ile İngilizlerin imparatorluk devletlerini sahiden tesîs edebilmiş değildirler. Kâh kavmî esaslı devlet, kâh imparatorluk devleti kurmuş olanlarsa Araplardır. Emevî devleti ilkine örnekken, Abbasîler de sonrakisini temsîl etmişlerdir.
5. Yüce Görev (Misyon) Uğruna Yaşananlarla, Ülküsel Hayat İnşâ Olunur
(1) Ta Hsiung-nu atalarından, demekki M.Ö. Dördüncü yüzyıldan beri Avrasya anakarasının bütün bellibaşlı inanç câmialarına -Kamlık, Göktanrı iytikâdı, Taoculuk, Burkancılık, Mazdaklık, Manicilik, Yahudîlik ile Hıristiyanlığın kollarından Nasturîlik, Katholiklik ile Ortodoksluk- girip çıkmış Türklüğün,[43] hayat ile insana karşı vazgeçilmez ülküsü, yânî, tarihî ödevi, İslâmın yüce çağrısına içkindir, mündemiçtir. Alperen, kuvveydi; Velî-Gâzîyle fiile dönüştü. Türklerin, imparatorluk devletini kurmak uğruna savaşma irâdesi, Müslümanlaşmalarıyla manâsını kazanmıştır.
Türk tarihinin en mümtâz devlet adamlarından Göktürklerin veziriâzamı Bilge Tonyukuk, Türkün hasletlerinin ne olduklarını ve ülküsünün ne olması gerektiğini şöyle bildirmiştir: “Türkler, Çinde kendilerinden yüz kat kalabalık bir halkla baş edemezler. Türkler, mera ile pınarları izlediklerinden, belli bir yere bağlanamazlar. Gerek bundan dolayı gerekse yalnızca savaşma işinde kullanıldıklarından, koskoca bir imparatorluğa karşı çıkamazlar. Güçlü olduklarında zapdetmek üzre ilerilerler; zayıf düştüklerinde de çekilip gizlenirler. Tan hânedânının ordusu kalabalıktır; ama işe yaramaz.
Bir şey daha: Burkan (Buddha) ile Lao Çe öğretileri salt insancıllık ile zaaf telkîn ederler. Savaşma ile güclenme duygusu ile irâdesini ortadan kaldırırlar.”[44]
Nihâyet, Orhon kitâbelerine bakarak Türklerin İl (Devlet) tellâkkisi şöyle dile getirilebilinir:
“Emniyeti ve adâleti sağlamağı amaç bilen, kuvvetli ve hâkimiyete itaat ve inkıyât eden teşkilâtlanmış müstâkil bir câmia”.[45]
İmdi, bu telâkkiyi en açık ve sallantıya yer bırakmadan barındıran İslâm ülküsüdür. Bu, sömürü ile zulme karşı ve ihlâs ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaşta ifâdesini bulan ve cihât denilen bir ulu ülküdür. İşte, İslâm ahlâkının odağını oluşturan bu ülküyü içleştirerek her hâl ve şartda yaşayıp başkalarına dahî öğretme mücâdelesini verenler mücâhittirler.
Müslümanlaştıktan sonra Türklük, cihât tarihini yaşamağa koyulmuştur. Türk tarihinin kutsallığı da bu ülküde saklıdır.
(2) Türkistanda Tanrı Dağları’nın güney batısındaki Talas Irmağı kenarında milâdî 751de vukûu bulmuş çarpışmanın ardından Türkler, kitleler hâlinde Müslümanlığı benimsemişlerdir. Bahse konu vuruşmada Türkler, Müslüman Arab ordusuna iltihâk edip Çinlilere karşı çarpışmışlardır. Başka bir deyişle, Türkler, Arap kılıcının zoruyla Müslüman kılınmışlardır, iddiası, tarihe ilişkin bir vakanın çarpıtılmasından özge bir şey değildir. Sayıca da heyecân itibâriyle de Türkler, Müslümanlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki -rivâyete göre, bir ayda iki yüz bin Türk ihtidâ edince, onlara hayranlık nidâsı şeklinde tezâhür eden “Türk imân!” denmiş. Deyim birleştirilip kısaltılınca, zamanla, öncelikle de Farsca telâffuzla “Turkoman,[46] o da, Türkçede “Türkmen” diye söylenir olmuştur.
Talas Vuruşması’nın ardından Türk boyları Orta Asyanın doğusundan batısına dalgalar hâlinde hicret edip Müslümanlaşmış, akâbinde Dârül İslâmda çoğunlukla yerleşik düzene geçmişlerdir. Nitekim, sözlükcü ve muhaddis Macideddîn İbn Athîr’in (1149-1210) bildirdiğine göre, sâdece 960’ta Mâverâünnehir’e ulaşıp yerleşen iki yüz bin çadırlık Türk toplulukları ihtidâa etmişler.[47] Hicret etmeyip yurtlarını terketmeyen çeşitli Türk boyları dahî, göçenlere oranla daha yavaş olmakla birlikte, zamanla Müslümanlaşmışlardır. Kıtaylar[48] gibi, Doğuda kalıp da Müslümanlaşmamış olanlarsa, git gide Türklüklerini yitirerek ya Moğollaşmış ya da Çinlileşmişlerdir. Buradan da Sekizinci ile Dokuzuncu yüzyıllardan itibâren Müslüman olmanın, Türklüğün tarîfinde baş orunu işgâl ettiğini görüp anlayabiliyoruz.
Artık, Müslümanlaşmakla yetimeyip Dokuzuncu yüzyıldan itibâren Türklük, İslâm dini ile medeniyetinin taşıyıcısı, yürütücüsü, dünya çapında öncüsü ile savunucusu kesilmiştir. Evvelce, çoğunlukla, ‘günübirlik’ bozkır devletimsi teşkilâtlar kurmağı beceren, başta da Çin olmak üzre, yerleşik üstün medeniyet toplumlarını ‘vur-kaç’ usuluyla sındırarak talana dayalı bir iktisât siyâsetini güderken, Müslümanlığa intisâbından itibâren Türklük, hakkanîyetci -savaşcı-üretici uzun soluklu cihân devletlerini vucuda getirmeği başarmıştır. Nihâyet bu devlet kurma sanatının şâhikasını, üstüne üstlük de Yeniçağda, altı yüz küsur yıl ömürlü, ulu çınarı andırır, ‘Devletiebedmüddet’i, yânî asırdîde Osmanlı Devletini teşkîl etmiştir.
İlhâmını İslâmın ‘adâlet’ esasından alan Osmanlı Devleti, siyâsî ile hukukî teşkilâtlanışını atası Selçuklular üzerinden, bir ölçüde, Akhamenitlerin halefleri Part ile Sasanî devlet geleneklerinden devşirmiştir. Tabîî, bunların Müslümanlaşmış hâlini ifâde eden Abbasî devlet yapısı birinci derecede etkili olmuştur. Bizans aracılığıyla Romanın derpîş ettiği imparatorluk devletinin sağlamlığı ile dayanıklılığı, güvenilirliği ile şakaya gelmez ciddîliği, her bakımdan çok çeşitliliği benimsemişlik ve ülkesiyle de milletiyle de bölünmez bütünlüğü vurgulayan vasıfları Osmanlı içleştirerek kendisine mâletmiştir.
Türklüğün öteden beri başat özelliği olan askerî savaşcılığın, herkes için geçerli kılınması, demekki belli bir zümrenin ‘tekel’inde bulunmaması keyfiyeti, Osmanlı devlet ile toplum yapısının esasını teşkil etmiştir. Aynı durum, din yakası için de söz konusudur. Nasıl, eli kılıç tutabilecek adam, muharebe meydanında arzıendâm eder idiyse, aklıbâliğ herkes, hinîhâcette, en azından, bir cuma, bayram yahut cenâze namazını kıldırabilecek kadar dinin amelî hünerleriyle mücehezdi. İşte, bu bildirilenlerden de anlaşılacağı üzre, askerî (Fr militaire) -mülkî (Fr civile) ile ruhbân (L clericus) -ruhbân-olmayan (L laicus) ayırımının, Tanzîmât sonrası döneme değin Müslüman Türk, özellikle de Osmanlı tarihinde yeri olmamıştır.
Ruhbân-ruhbân-olmayan ayırımının olmaması, Müslümanlığın temel özelliğidir. Allah, kendi adına tasarrufta bulunma yetkisini hiç kimseye tanımaz. Burada Peygamberler bile istisnâ teşkil etmezler, onlar dahî beşerdirler: “Peygamberleri onlara (ahâlîye) dediler ki: ‘Biz sizin gibi beşer olmaktan başka bir şey değiliz. Ne var ki Allah, kullarından dilediğine ihsânda bulunur; Onun, izni olmadıkca sizlere hüccet getirmeğe kudretimiz yoktur…'” (İbrâhîm, 14/11); “Senden önce gönderdiğimiz Peygamberler de yemek yiyen, sokaklarda yürüyen (beşer) idiler” (Furkân, 25/20). Hâlbuki ruhbânlık, ilahî yetkiyle mücehhez olmak anlamındadır. Şu durumda birinin kalkıp sırtını Allaha yaslayarak resmen ve siyâseten başkalarına çekidüzen vermeğe yeltenmesi İslâmın esaslarına aykırı bir iştir. Ruhbân zümrenin ‘ilahî yetkiye ve kudrete dayalı’ siyâsî ve hattâ iktisâdî erki anlamındaki ‘diniktidarı’ (Fr theocratie) İslâmla bağdaşmaz. Bu sebeple geçmişte İslâm yahut Müslüman lakabı yahut unvânını taşımış devlet yahut iktidar ad terkîbiyle karşılaşmıyoruz. Bugünlerde de Hizbullah, Âyetullah türünden unvân taşıma iddiasındakilerin, Allahtan aldıkları hücceti göz önüne sermek zorundadırlar. Allahtan ruhsat aldığımızı iddia ederek dünya işlerini tanzîm etmeğe kalkıştığımızda, kaçınılmazcasına düştüğümüz yanılgılar ile yaptığımız yanlışlarda, işlediğimiz cinâyetlerde Onu bunlara âlet etmeğe, Onun muazzez adını lekelemeğe ne hakkımız var? Böyle bir yola tevessül etmek düpedüz küfürdür. İki onulmaz yanlıştan söz edilebilir: Biri dini siyâset ile iktisâda âlet etmek, öbürü de müstehcenliktir. Birincisi manevî, ikincisiyse, maddî mahrecimizi ayağa düşürmektir. Kişinin birinci yânî dünya ile âhıretdayanağı, Rabbı, ikincisi de Mürebbiyesidir (annesi). Bunlardan başta birincisi olmak üzre, ikisini de yitirirsek, varoluşumuz çürüyüp çözülür.
Bir toplum-siyâset ortamında (Fr milieu socio-politique) ruhbân zümre yoksa, karşıtı, ruhbân-olmayan da, tabîatıyla, bulunmayacaktır. Tıpkı, sivil zümreniz yoksa, askerinizin (Osm T Seyfîyenin) de olamayacağı, ve bunun tersi durumu, gibi. Osmanlı Türk tarihinde işte bu sebeple, Clerical-LaTque ile Militaire-Civile karşıt zümrelerini ve bunlardan kaynaklanmış siyâsî iktidarları aramak beyhûdedir. O hâlde Cumhuriyet Türkiye’sindeki bu kabîl sınıflamalar idhâl malı sunîliklerdir. Nitekim, dinadamı meslek öbeği dahî, sunîliklere bâriz bir misâl teşkîl eder.
Müslüman Türk, savaşma gücü ile kâbiliyetini hep İslâmdan almıştır. İkisi el ele yürümüş süreçlerdir. İslâmın, savaşmaya, dolayısıyla da yaşamağa esin ve güç kaynağı oluşturması, bir ahlâk olayıdır. Kur’ândan kaynaklanan ahlâk gücüyle ‘özüm’ü ve ‘Dârul İslâm’ı koruyup kollama çabasında bulunurum. Özümü ve Dârul İslâmı koruyup kollama mücâdelesi meşrûu müdâfaadır. Sırf talan maksadıyla elin günün malına mülküne, ırzına canına, yerine yurduna tamah ve tecâvüz etmek, elbette, Allah yolunda gazâ etmek değildir. Tam tersine, zulümdür. Taktik icâbı yer yer ve zaman zaman hücuma geçilecekse bile, aslında ‘gazâ’, ‘meşrûu müdâfaa’dan başka bir şey olamaz. ‘Meşrûu müdâfaa’, ‘haddini bilmek’tir. ‘Haddini bilmek’se, ‘edep’tir. ‘Haddini aşmak’ da ‘kibir’dir. İşte, ‘ahlâklı yaşamak’, ‘edep’ ile ‘kibir’ uçları -‘ifrât’ ile ‘tefrît’- arasında cereyân eder. Bu uçlardan ‘edep’, ‘hayata örnek’; ‘kibir’ ise, ‘ibret’tir.
Gelişigüzel biraraya gelip talan peşinde koşan ‘güruh kavgacılığ’ından farklı olarak Osmanlı’nın ‘askerî savaşcılığ’ı (Mücâhitlik), üstün insanî değerlerin demetlenmiş hâlini dile getiren ülküyü gerçekleştirmek üzre, savaşmağı olabilir kılacak kuvvetler ile malzemelerin teşkilâtlanmış bütünlüğüdür. Toplumun bütün maddî ile fikrî imkânlarının bahsi geçen kuvvetler ile malzemelerin teşkilâtlanmalarına hasredilmiş olmaları, kendisinden önceki Türk devletleri gibi, Osmanlı’yı da yekpâre bir ordu kılmıştır. Başka türlü söylersek, Osmanlı’nın Müslüman Türk unsuru, hükümdârıyla, rençberiyle, bilgini, dervişi ve zanaatkârıyla topyekûn bir savaş gücüydü. Yalnız, İslâm öncesi Türklerden farklı olarak Müslüman, özellikle de Osmanlı Türkleri savaşmak için savaşmamışlardır. Ülkü, ülkeleri ele geçirmek sûretiyle toprakların genişletilmesi ve bu yoldan maddî servetin artırılması doğrultusundaki mücâdeleyi öngörmez. İlk amaç, İslâm âlemini bir bayrak altında toplamak ─Halîfelik[49], bu maksatla üstlenilmiştir─, bunun başarılamadığı durum ile zamanlarda, zorda kalan Müslümanlar ile diğer toplumların dahî korunup kollanmasıdır. Nitekim bu bildirdiklerimizin şüpheye yer bırakmaz örneklerini, 1492’den itibâren İspanya’daki Müslümanlar ile Yahudîlerin, Katolik istilâcılara; 1500’lerin ortalarında Sumatra’nın kuzeyindeki Açelilerin, Portekiz; 1800’lerin sonlarında da Kafkas boylarının, Rus saldırılarına karşı savunulmalarında görebiliriz. İmdi, Osmanlı yurdu, tarihi boyunca kolu kanadı kırılmış, aç bîilâc ve açıkta kalmış mülteciye sığınak olmuştur.
Şu hâlde, birinci amaç, kavim, dil, iytikâat, örf, âdet ayırımları gözetilmeksizin, İslâm ülküsünde biraraya toplanabilecek cümle halklara ortak bir devlet ile yurt sağlamaktı -Ümmetin barınabileceği Dârulİslâm. İkincisine gelince; bahse konu ülküyü Müslüman olmayan ellere ve halklara -Dârulharb-dahî taşımaktı. Fetholunan Dârulharb ahâlîsi dilediği inanç çerçevesinde yaşamağa mezûndu. Hedef, kılıç zoruyla halkları Müslümanlaştırmak olmayıp kendisini Osmanlı’nın kişiliğinde gösteren, tebârüz ettiren İslâm ahlâkını onlara yaşatmaktı.
Peki, bu ahlâk ne menem bir şeydi? Tabiatca, fıtratca, maddeten güçlenip kudretlenmek imkânından yoksun olanlara insanca, insan şeref ile haysiyetine uygun yaşamak fırsatını sunmak! Bu gâyeyi gerçekleştirebilmek üzre, zâten güçlü olanlar ile böyle olmağa eğilimli bulunanların ziyâdesiyle palazlanmalarını önleyecek tedbirlere başvurulmuştur. Sözgelişi, çeşitli dinî esaslı vergilendirmeler, vakıfların tesîsi, verâset ile zilyetin tanzîmi, toprakların işlenmesiyle ilgili düzenlemeler, hep bahse konu maksada matûftular.
İnsanlar, eşitce yaratılmadıklarından, hukukun dışında kalan sahalarda, herkes istidâdıyla, aklıyla, fikriyle, zikriyle, öğrenimiyle, yapıp ettikleriyle bağlantılı biçimde lâyıkına kavuşmalıdır. Hukuk ise, kişinin, zihnine, genel kanâatlarına, toplumdaki orununa bakılmaksızın, belli bir mekân ile zamanda olup bitmiş bir olaya karışmışsa, vakada onun payı nedir; neyi, nasıl, niçin yapmış olduğunu sorgulayıp bulgulamağa gayret eder.
Toplumun bütün katlarında katmanlarında her şeyin ve herkesin lâyık olduğu oruna yerleştirilmesiyse, adâlettir. Giderek, adâletin yaşatan, hayat veren uygulanışına da hukuk diyoruz. Bu yüzden “vur deyince öldürür” düstûru doğrultusunda yürüyen bir hukuk, adâletin zıddı demek olan zulümden türemiştir. Ahmak ile yoksulu, işe yaramaz ile tembeli, çalışkanla, zekî ve hayırlı olanla karıştırmak da; o ilk saydıklarımızı insan şeref ve haysîyetiyle bağdaşmayan bir hayata hükümlü kılmak da, aynı raddede zulümdürler. Kul hakkı yiyenlerin, kanunları fütûrsuzca çiğneyenlerin, cezâya çarptırılmasıyla kalınmayıp, zâlimce muamelelere tâbî tutulmamaları kaydıyla, zarara uğrattıklarının, bir nebze dahî olsa, öc alma duygularına cevap vermeleri de adâletin gereğidir: Fıkıh. Sonuçta, Müslüman Türk’ün savaşırlığını, İslâm ülküsünden çekip koparmak, onun mücâdele azmini dumûra uğratmaktan özge bir anlam taşımaz. Bütün ezilen sınıfların, zümreler ile halkların, İslâm ülküsüne sarılmaları, bu ülkünün taşıyıcısı ile sürükleyicisinin de Müslüman Türk’ün olması, tarihî cihetten, aklın, izânın gereğidir.
Kaynakça:
[1] Bkz: Werner Eichhorn: “Cultuurgeschiedenis van China”, 184. s.
[2] Eski Türkçeden kasdolunan Göktürkçe ile Uygur Türkçesidir. Osmanlı Türkçesineyse, Klasik Türkçe diyoruz.
[3] Bkz: Annemarie von Gabain: “Eski Türkçenin Grameri”, Almancadan Türkçeye: Mehmet Akalın, 276. s; T. D. K., 532, Ankara, 1988;. ayrıca bkz: Ahmet Caferoğlu: “Eski Uygur Sözlüğü”, 160. s, I. Ü. Ed. F., 260, İstanbul, 1968.
[4] Bkz: Peter B. Golden: “An Introduction to the History of the Turkic Peoples”, 59. s;.
[5] Teoman (yahut Toman, TumanDuman) Kağan, Büyük İskender’den yüz on dört yıl sonra; İulius Caesar’dan (Jül Sezar) ise, yüz altmış beş yıl önce ölmüştür. Hun ile Göktürk kağanlarının doğum tarihleriyse bilinmiyor. bkz: Yılmaz Öztuna: “Devletler ile Hânedânlar”, 126. s.
[6] Bkz: Yılmaz Öztuna: a.g.e., 139. &178. syflr.
[7] Bkz: Yılmaz Öztuna: a.g.e., 139. s.
[8] Yânî Gobinin kuzeyi ile kuzey doğusu.
[9] Çinin orta kesimlerinden Bizansın doğu bölgelerine dek.
[10] Bkz: Lev Nikolayeviçen Gumiliyev: “Eski Türkler”, 69. -82. & 130. -243. syflr.
[11] Ar sevk el-ceyş; Y hstratkik; L scientia rei militaris; Alm Feldherrnkunst, Kriegführung.
[12] Yeryüzünün neresine yerleşmiş olurlarsa olsunlar, İsrailli toplulukların mensûpları, kendi aralarında, yüzyıllar boyunca, “gelecek yıl Kudüste buluşalım/buluşacağız” andını içerek aslî anayurtlarını anmış ve ona bağlılıklarını çarpıcı biçimde teyîd etmişlerdir.
[13] Meselâ Vikingler, Gotlar ile Vandallar.
[14] Sözünü ettiğimiz kadîm devirlerin yalınkat yaban zulüm ile gaddarlığının tekrarını, dinin bilinçlice, istenilerek yaşama gündeminden düşürülüp yerine bir düşünce sisteminin ikâme olunduğu Yeniçağ Batı Avrupa ile onun devâmı sayılan Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetlerinde görüyoruz. Adı anılan medeniyetlerin çerçevesinde İhtilâlikebîrle başlayıp Ortak mülkcülük ve Millî Toplumculukla süren solukları kesen, dudak uçuklatıcı sınır tanımaz zulüm ile vahşet selinin milyonlarca insanın üstüne boşandığına tanık olunmuştur.
[15] Bkz: Yılmaz Öztuna: a.g.e., 139. s.
[16] Bkz: Yılmaz Öztuna: a.g.e., 139. &140. syflr; ayrıca bkz: Louis Hambis: “La Haute-Asie”, 34. – 49. syflr.
[17] Bkz: A. L. Gumiliyev: a.g.e., 88. &89. syflr.
[18] Bunlar, tamamıyla Türklere mahûs olup Moğol, Arap, İngiliz gibi ırklardan farklı atlardır.
[19] Sözgelişi Yunancada (h@) ‘andreia’ yahut (h@) ‘aret@’; Arapcada ‘reculiyyet’, Farscada (Osm Türkçesinde de kullandığımız) ‘cevânmerdî’ yahut ‘merdângî’ (/E’mertlik’); Almanca ‘Mannhaftigkeit’ ile Ispanyolcada ‘macho’ ile ‘hombria’ sözleri Türkçedeki ‘erkekliğ’in tasavvur içeriğine şaşırtıcı derecede yakındırlar.
[20] ‘Er’, aslında, ‘beşer’ (L homo) demektir. ‘İnsan’ın (L humanus) Eski Türkçedeki karşılığı ‘kişi’dir.
[21] Bkz: Yılmaz Öztuna: a.g.e., 123. s; ayrıca bkz: Eveline Lot-Falck: “Religions des Peuples AltaTque de Siberie”, 956-981. syflr.
[22] Tarihte ana göç dalgalarından biri, M. Ö. 2300 ile 1900 arasında vukûu bulmuştur. Zikrolunan tarihler arasında Arî budunlar ile boylar, Rusyanın güneyi ile Sibiryanın batısındaki anayurtlarından kalkıp, bir bölümü, Hazarı kuzeyi ile doğusundan dolanarak İran yaylasına girip yerleşmiş, buradaki tarihî Med ile Pers (Fars) devletlerini kurmuştur. Başka bir bölük ise, Hayber geçidinden geçip İndüs ovasına inmiş, tarihî Hint medeniyetini vucuda getirmiştir. Nihâyet bir kısmı da, daha doğuya açılarak Tanrı dağları (Ç T’ien-şan) ile Altaylara dek uzanan geniş bir mıntıkaya dağılmıştır. Orta Asyada kalan Arîlerin bir kolundan zamanla İskitler, Sarmatlar ile Sakalar neşet etmiş; fakat bir diğeriyse, Sibiryanın kuzey doğusundaki buzlu düzlüklerden, bir ihtimâl, tundradan gelen boylarla orman kuşağının (Tayga) hemen güneyinde karşılaşmıştır.
Tarih boyunca boylar karşılaştıkca ilkin döğüşülür, sonra da sevişilir. Nitekim, değirmi-kafataslı (Fr brachycephalique) uzak Asyalılar (muhtemelen Hunlar) ile uzun-kafataslı (Fr dolichocephalique) Hint-Avrupalıların (Arî) ‘izdivâc’ından ‘orta-uzun-kafataslı’ (mesocephalique) ‘Turanlı’ların ortaya çıktıkları farzedilmiştir. Melezleşmiş Eski Türklerin, Turanî özellikler taşıdıkları da bir varsayımdır. Tıpkı Turanî kavimlerin, Altay dağlarından mülhem, ‘Altayca’ denilen bir ‘aslî dil’den kaynaklandığı sanılan akraba dilleri konuştuklarını öne süren varsayım gibi. ‘Altay’, ama ondan da fazla, ‘Ural-Altay’ dil aileleri varsayımı dilbilim çevrelerine Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden beri münâkaşa konusu olmuştur. Görülebilir bir gelecekte de bu sorunun çözümü mümkün gözükmüyor.
Orta Asya bozkır kültürleri, kavmî esâslarca Arî ile Turanî olmak üzre iki ana öbek çerçevesinde mütâlea olunmuşlardır. Turanî olanlar, M. Ö. 1200-700 arasında Yukarı Yenisey mıntıkasında kendilerini göstermeğe başlamışlardır. 700-300 arasındaysa Altay yöresinde görülürler. Buna da Tagar dönemi denmiştir. Nihâyet, M. Ö. 300’lerden sonra Sibirya ile Altayların güneyine kaymışlardır. Buradan da, Türklerin atalarının, sık ormanlardan ilkin ağır ağır, Milâdî yıllara doğruysa, hızlanarak Tanrı dağlarının kuzeyi ile Balkaş gölü çevresindeki bozkırlara intikâl etmiş olmaları gerektiği çıkarımlanabilir.
‘Öntarih’ (Fr protohistoire) dönemlerinden Milâdî yıllara değin Orta Asyalı urukların yayılma düzenine baktığımızda, görüş sahamız, en doğuda, Büyük Okyanusun kuzey batı kesimlerine, yânî Ohotsk denizine ulaşan bölgedeki ‘Kadîmasyalı’ (Fr Paleo-Asiate) boylara bitişik yaşayan, coğrafî mekân sırasıyla söylersek, Tunguzlardan, Mançular ile Moğollardan, en batıda, Tanrı dağları ile Urallar arasında kalan geniş düzlüklerde Hint-Avrupalı kavimlere kapı komşusu olan Türklere dek uzanır -bkz. Jean-Paul Roux: “L’Asie Centrale”, 35. &36. syflr.
Öteden beri Hint-Avrupalı halklarla yan yana, öyleki iç içe yaşamış olmak, bir kısım Türk uruğunun -Batı Türkleri-, beşerî tip itibâriyle, birtakım Arî özellikler edinmesi sonucunu yaratmıştır. Avrasya anakarasının doğu kesimlerinde -İç Asya ile Kuzey Sibiryada yaşamağa devâm etmiş Türkçe konuşan halklardaysa, daha ziyâde, Moğolî tip özellikleriyle karşılaşmak olağandır.
[23] Bkz: Yılmaz Öztuna: a.g.e., 123. &124. syflr.
[24] Bkz: Bahaeddîn Ögel: “Türk Mitolojisi”, Birinci cilt, 18., 556., 557. &558. syflr; ayrıca bkz: Ahmet Zekî Velidî Togan: “Umumî Türk Tarihine Giriş”, 107. &108. syflr.
[25] Bkz: L. N. Gumiliyev: a.g.e., 43. – 47. syflr.
[26] Balık: Şehir.
[27] İl: Devlet; ilkağan yahut ilhan: Hükümdar, devlet başkanı.
[28] 28 ‘Ok’+’~uz’; ‘~k’nin ardından kalın sesli harf gelince, ‘~ğ’ye dönüşüyor. İmdi, ‘okuz’ yerine, ‘oğuz’ (‘oklar’) oluyor. Eski Türkçedeki birden fazla çoğul takılarından yalnızca -ses uyumu uyarınca’~lar’ ile ‘~ler’, Batı Türkçesinde etkin biçimde varolakalmışlardır. Öteki, ‘~ak’ _meselâ, ‘dudak’, ‘yanak’, ‘bacak’ (‘~ak’, benzerini Yunanca ile Arapcada gördüğümüz, ‘ikilik’ bildirir bir çoğul eki biçimidir) ile ‘~z’ _örnek: ‘Biz’, ‘siz’, ‘ikiz’, ‘üçüz’, ‘deniz’ (ETde ‘tâ]’, ‘göl’, ‘bataklık’, ‘sulaklık’ demektir; imdi, ‘tâ]iz’, ‘göller’ veya ‘koskocaman sulak yer’ anlamlarına gelir) gibi, çoğul ekleri, etkinliklerini yitirerek örtük, silik hâlde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Günümüz Türk dilleri ile lehçelerinin kimisinde çoğul eki birden fazladır. Bu cümleden olmak üzre, meselâ, Kazakcada ‘~lar’, ‘~ler’, ‘~dar’, ‘~der’, ‘~tar’, ‘~ter’; Kırgızcada ‘~lar’, ‘~ler’, ‘~lor’, ‘~lör’, ‘~dor’, ‘~dör’; Yakutcadaysa, ‘~lar’, ‘~ler’, ‘~lor’, ‘~lör’, ‘~dar’, ‘~der’, ‘~dor’, ‘~dör’, ‘~tar’, ‘~ter’, ‘~tor’, ‘~tör’, ‘~nar’, ‘~ner’, ‘~nor’, ‘~nör’dür. -bkz: Ferhat Zeynalov: “Türk Lehçelerinin Karşılaştırmalı Dilbilgisi”, 106. s; ayrıca bkz: A. Bekturova&Sh. Bekturov: “Kazak Tili Okulığı”, 25. -27. syflr.
[29] 29 ‘Türk dilleri’ mi yoksa ‘lehçeleri’ mi? Türkiyede hâlâ çözülmemiş bir sorun. Başta İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeki olmak üzre, Türkiyedeki Türkiyat çevreleri ‘Türk lehçeleri’ diyor. ‘Türk şiveleri’ deyiminden ise, artık vazgeçilmiş görünülüyor!.
Dilbilgisi biçimleri, cümle yapısı ile sözlerin menşeleri kökdeş, dolayısıyla da birbirleriyle yakından yahut uzaktan akraba olsalar bile, önünde sonunda, kullananlarınca anlaşılırlığı yoksa, iki konuşma birimi (Fr unite de langage), birbirine göre ‘dil’ konumundadır. Kazakcadan aldığımız şu bir, iki kısa cümle, ne demek istediğimizi yeterince belgelemektedir: “Tıngdavşılar söysinetindey, ol en saldı” (“şarkı söyleyerek dinleyenleri büyüledi”). “Kün jarkırap türğanmen, kattı ayaz” (“pırıl pırıl güneşe rağmen, ortalık ayaza kesiyor”) _Bkz: A. Sh. Bekturova&…: a.g.e., 346. & 347. syflr.
“Yerimi gösterirmisiniz? “: Özbekce: “Cayımnı körsetip beresizmi? “; Uygurca: “Cayımnı körsütüp koyamsız? “; Kırgızca: “Kiçi peyildikke, orunumdu körsötüp beresizbi? “; Kazakca: “Ornımdı körsetiz be? “; Tatarca: “Minga urnımnı kürsete alamassız mı? “.
“Sizi yine bekleriz!”: Özbekce: “Sizni yana kütemiz!”; Kırgı zca: “Kayra kelip turunguz!”; Kazakca: “Tağı kelip turıngız!” -bkz: Timur Kocaoğlu, “Türk Dünyası Konuşma Kılavuzu”, 132. &133. syflr.
Azarbaycan ile Türkmen Türkçelerini örneklerimize katmadık; zirâ onlar ile Türkiye Türkçesi arasındakiler lehçe farkı şeklinde görülebilinir.
İki konuşma (Fr langage) çevresi arasında anlaşılırlığın bulunup bulunmamasının yanında, siyâsî şartlar da, dil-lehçe tayîninde etkilidir. Aralarında anlaşılırlık bulunmamakla birlikte, Çin dilleri devletin resmî dili Mandarinin (Ç Put_nghuâ) yanı sıra, önemli sekiz tâne daha varaynı devletin çatısı altında yaşadıklarından, lehçe muamelesi görür ve bu tarzda vasıflandırılırlar. Buna karşılık, konuşanlarınca, zor da olsa, anlaşılırlıkları bulunan Danca, İsveçce ile Norveçce, üç ayrı bağımsız devlet ile milletin değişik bildrişme araçları olduklarından, farklı diller şeklinde telâkkî olunurlar. İşte Iskandınavyadakine benzer durum, Türkmen, Azarbaycan ile Türkiye Türkçeleriçin de söz konusudur.
[30] Bu rakam, Doğu ile Batı Türkistanlar, Kazakistan, Moğolistan, Afganistan ile Tibet gibi, Orta Asyanın ana bölgeleri ile ülkelerine ilişkin yüzölçümlerin toplamını ifâde eder.
[31] Bkz: Jean-Paul Roux: “L’Asie Centrale”, 21. -29. syflr; Fayard, Paris, 1997; ayrıca bkz: “The Times Atlas of the World/Comprehensive edition”, harita sayısı: 38.
32 Daha önce belirtildiği üzre, Türkler ile Moğolların, gerek kavim olarak gerekse kullandıkları diller bakımından ortak menşeye sâhib olup olmadıklarına dair hüccet yoktur. Dillerinde paylaştıkları kimi unsurlar, biçimce ikisinin de bitişkenler öbeğine mensûb olmasının dışında, arızîdir. Birbirlerine uzun süre komşu kaldıklarından, pek çok dil unsurunu takas etmişlerdir. Bulundukları ortak coğrafî şartlardan ötürü, ikisinin de kültür ile dilinde benzer özellikler husule gelmiş olabilir.
[32] Daha önce belirtildiği üzre, Türkler ile Moğolların, gerek kavim olarak gerekse kullandıkları diller bakımından ortak menşeye sâhib olup olmadıklarına dair hüccet yoktur. Dillerinde paylaştıkları kimi unsurlar, biçimce ikisinin de bitişkenler öbeğine mensûb olmasının dışında, arızîdir. Birbirlerine uzun süre komşu kaldıklarından, pek çok dil unsurunu takas etmişlerdir. Bulundukları ortak coğrafî şartlardan ötürü, ikisinin de kültür ile dilinde benzer özellikler husule gelmiş olabilir.
[33] Bkz: Gerard Chaliand: “Les Empires Nomades de la Mongolie au Danube/Ve – IVe siecles av. J. C. -Xve-XVIe siecles ap. J. C.”, 34. s.
[34] Konuyla ilgili olarak başvurulabilinecek başlıca kaynaklar:.
David Nicolle&Angus McBride: “Attila and the Nomad Hordes”, 3. -62. syflr;.
David Nicolle&Angus McBride: “The Age of Tamerlane”, 3. -47. syflr;.
David Nicolle&Angus McBride: “Armies of the Ottoman Turks 1300-1774”, 3. -38. syflr;.
David Nicolle&Christa Hook: “The Janissaries”, 3. -62. syflr;.
David Nicolle&Rafaelle Ruggeri: “The Ottoman Army 1914-18”, 3. -46. syflr.
[35] Bkz: “L. N. Gumiliyev:: a.g.e., 229. &230. syflr.
[36] Bkz: John Keegan: “A History of Warfare”, 47. &48. syflr; ayrıca bkz: David Nicolle & Angus McBride: “Attila and the Nomad Hordes”, 6. s. dan itibâren.
[37] John Turnbull Thomson: “Glimpses into Life in Malayan Lands”, 43. s; Oxford University Press, Oxford, 1991.
[38] Alm Urheimat; Fr pays d’origine.
[39] Alm Berufung; Fr&İng vocation.
[40] OsmT pederşâhî; Fr patriarcal.
[41] Alm Einehe; Fr monogamie.
[42] Bkz: Sadri Maksudî Arsal: “Türk Tarihi ve Hukuk”, 333. -337. syflr; Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayımları, Istanbul, 1947.
[43] Milâdî Altıncı yy. da kurulan Hazar (Türk) Devleti ile ahfâdı Karayım Türkleri, Yahudîlik dinini; Karaman Türkleri, Ortodoksluk ve Kuman Kıpçak Türkleri ise, Katoliklik mezheplerini benimsemişlerdir..
[44] Bkz: L. N. Gumiliyev: a.g.e., 425. s.
[45] Sadri Maksudi Arsal: a.g.e., 267. s.
[46] Bkz: E. W. Lane: “Arabic-English Lexicon”, I. cilt, 305. s; The Islamic Texts Society Cambridge, 1863.
[47] Bkz: Peter B. Golden: “An Introduction to the History of the Turkic Peoples”, 185. s; konuyla ilgili olarak Peter Golden’in zikrettiği kaynak: Ibn Athîr: “Al-Kâmil fi-t-Ta’rikh/Chronicon quod Perfectissimum Inscribitur”, ed. C. J. Tornberg, Leiden, 1851-1876, reprint Beirut, 1965-66 with different pagination.
[48] Çinlileşmişliklerinden, Kıtaylara izâfeten Orta Asya Türkleri, Çini ve Çinlileri Kıtay/lı şeklinde anar olmuşlardır. Zamanla Türklere bakarak Araplar ile Farslar ‘Hitây’, Ruslar dahî ‘Kitai’ demişlerdir. bkz: Peter B. Golden: Aynı yer.
[49] ‘Halîfelik’, Hz Peygamber’in manevî şahsîyetinin devâm ettirilmesi demek değildir. Onun, İslâm âleminin birliğini (‘Ümmet’) sağlama çabalarının sürdürülmesi anlamındaki siyâsî kurumlaşmadır. ‘Ümmet’e gelince; o da, ille yekpâre siyâsî ile hukukî birlik anlamına gelmez. Müslüman olan halkların, milletlerin yahut devletlerin topluluğu biçiminde de anlaşılabilir. İngiliz milletler topluluğu, Commonwealth gibi.
“Birliği Bütünlüğü Sağlayan Edebiyattır, Şiirdir.” (14 Ağustos 2015)
Muhterem Hocam Teoman Duralı Beyefendi ile en son 2008 yılında Avusturya’nın Salzburg şehrinde bir hasbıhalimiz olmuştu. Bu söyleşiyi Merdivenşiir Dergisi’nin 15. Sayısında ve daha sonra da “Sorun Çağının Anatomisi” başlıklı kitapta neşretmiştik. Altı yıl aradan sonra Sayın Teoman Duralı Hocam bizlere evinin kapısını açtı. Kendisiyle bu kez İstanbul’da evinde hasbıhal etme fırsatı bulduk. Muhterem hocamla insanlarımızın merak ettiği güncel meseleleri, edebiyatı, küreselleşmeyi konuştuk. Her daim kendilerine müteşekkir olduğumu belirtmek isterim. Bu ülkenin münevverlerine, mütefekkirlerine, aydınlarına karşı iltifatının, onların düşüncelerini göz önünde bulundurmak, uyarılarını dikkate almak ve belirli sorunlara karşı onların çözüm önerilerini işitmekle bir değer kazanacağını düşünüyorum. Marifetin iltifata tabii olduğunu bilmek yetmiyor. Marifet sahibi olmayan malumatfuruşların hükümranlığı, aydınlatması saman alevi gibi geçicidir. Bizleri kendi mağaramızdan çıkartacak ve göremeyen gözlerimizi hiç sönmeyen hakikat ışığıyla kamaştıracak münevver insanlarımızı can kulağıyla işitmemiz elzemdir. Hele de bu buhran çağında iki kere elzemdir…
Değerli dostum Emre Kasap bu mümtaz buluşmayı Karabatak Dergisi için fotoğrafladı. Kendisine teşekkürlerimi sunuyorum. Laf olana hiç bulaşmadan, söz olanı da uzatarak sizleri hasbıhalimizle baş başa bırakıyorum.
——————————————————–
Sizin “Çağdaş Küresel Medeniyet” ve “Sorun Nedir?” başlıklı eserlerinizi okuduk, okuttuk. Malumunuz marifet iltifata tabiidir. Sadece sizin değil diğer münevverlerimizin de yıllardan beri yazıp söyledikleri birçok şeyin karşılık bulmadığını ya da bulamadığını ne yazık ki müşahede ediyoruz. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hiçbir şey uygulanmadı aslında. Yani kitapların yankısı olmadı. Sonuçta yazılsa da yazılmasa da bir şey fark etmiyor. O bakımdan kitapları esas almaya hacet yok. Kitap bir şey çıkarmadı, kitaptan bir şey çıkmadı diyebiliriz. Ortada herhangi bir hedef, program yok.
Hocam sadece sizi değil Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, İsmet Özel, İsmail Kara gibi münevverlerimizi okuduğumuzda artık eskisi gibi heyecan duymuyoruz. Önceden okurken ümitlenirdik. Bir şeylerin münevverlerimizin, mütefekkirlerimizin verdiği yön doğrultusunda değişeceğine inanırdık. Ancak şu an bu mütefekkirlerimizi okuduğumuzda sanki bir değişiklik olmayacak gibi geliyor. Bir ülkede münevverler yerine malumatfuruşlar dinlenildiğinde, itibar gördüğünde o millet yok olup gider. Önceleri münevverlerimizin eserlerini okurken, onlara iltifat edilir de inşallah açtıkları ufukta toplum yönünü bulur diye ümitlenirdik. Sanki yıllardan beri mütefekkirlerimizin bu ülkenin selameti için kazmış olduğu sipere bizatihi aynı mütefekkirler gömüldü.
Yıllardan beri tekrarladığım ve geçenlerde bir toplantı vesilesiyle söylediğim bir şey vardı. Bir toplumu, bir milleti ayakta iki sütun tutar. Onlardan biri din, öbürü de dil. Din bugün karmakarışık bir hâle geldi Türkiye’de. Ne idüğü belirsiz bir olay hâline getirildi. Birtakım kalıplaşmış ibadetlerden ibaret görülüyor. Ve bu kalıplaşmış ibadetler olağanüstü derecede mübalağa ediliyorlar. Bir şey içeriksiz oldu mu zaten dış görünüş çok mübalağalaştırılır. Dil ortadan kalkıyor, yani böyle bir dil olmaz. Herhalde yeryüzünde diline en saygısız, en hoyratça davranan toplum bu toplumdur. Dili götüren edebiyattır. Bugün Türk Edebiyatı’nı okumak, anlamak imkânsız bir şeydir. Farklı bir dil olarak çıkıyor karşımıza. Yakınlarda yazılmış eserleri bugünün nesilleri anlamıyor. Bugünün gençleri demek de istemiyorum, genç denince ne akla gelir? 18 ile 25 yaş arası gençtir. Ancak 40-50 yaşlarındaki adamlar da anlamıyor. Okumuş yazmış adamlar da anlamıyor. Birincisi bu dil kötürümleşti, berbat edildi. İkincisi zaten okuyan bir toplum da değiliz. Niye okumuyoruz? Aklımız yok! Çünkü akıl işidir okumak. Sonuçta bu iki sütun, iki kurum çöktü mü geriye bir şey kalmıyor. Geride bir şey yok. Çok karman çorman bir hâlde her şey. Yani bir şeyi savunmaya kalkanlar neyi savunduklarını da bilmiyorlar. Neyle ilgili olduklarını bilmiyorlar. Sadece bağırıp çağırıyorlar.
Sizin “Kapitalizmin en büyük düşmanı İslamdır,” sözünüz var. Şimdi sizce Kapitalizm kendine düşman bildiği İslam’ı ortadan kaldırmak için onu ritüellere mi indirgiyor, mânâsını mı yok etmeye çalışıyor? Nihayetinde bir ideolojiyi karşı propagandalarla yok edebilirsiniz, ama bir dini normalde ortadan kaldıramazsınız. Yani Müslüman bir ülkeye gidip de “Artık sizin dininiz İslam değil!” diyemezler ancak dinin içini, dimağını boşaltarak Müslüman toplumu farklı bir kulvarda yürütmeyi belki başarabilirler. Sizce böyle bir algı operasyonu mu var?
İngiliz Yahudi Medeniyeti’nin kurmayları iki İslam inşa ediyorlar. Biri yalakalaştırılmış bir İslam yani Protestan, yumuşak bir İslam. İlla sert mi olması gerekir dersen, gayet tabii. Bir din insanı ahlâka alıştırır. Ahlâklı yaşamak kadar zor bir şey yoktur. Bu sebeple de din zorlar, zorlamaya götürür. Tıpkı savaşta var olan “ölmek ve öldürmek” işi gibi. Bunun için de uzun boylu, tekrarlara dayalı talimler yaptırılır askerlere. Din de buna benzer. Çok zor bir işi başaracaksın: Ahlâklı yaşamak, adil olmak. Dinimizin, Müslümanlığın maksadı budur. İbadet talim olayıdır. İbadet hiçbir zaman amaç değildir, araçtır. Ahlâklı yaşamaya götüren, taşıyan bir araçtır. Bu zorluğu asgariye indirmeye çalışıyor bugünkü bir kısım Müslüman programlayıcılar. Müslümanlık aslında her ne kadar Hz. Peygâmber kolaylık dini diyorsa da dinlerin en zorlarındandır. Olağanüstü derecede zor bir dindir. Neredeyse atom mühendisliği gibi bir şey. Mesela sabah namazını kılacaksın. Aman Allah’ım bir atom santrali ancak böyle çalıştırılır. Uyanacaksın, abdest alacaksın, abdestin ritüellerini yapacaksın. Namaza gelince farzı var, sünneti var. Oruca zekâta gelinceye kadar birçok olağanüstü zorluklar var. Ne yapıyor bu zorluklar? İnsanı disipline götürüyor. Ben ne diyordum hep? İç disiplini sağlayan Müslümanlık ile dış disiplini getiren askerliği birleştirelim. Benimle dalga geçiyorlardı, İmam Harp Okulu falan diye. Bu ikisinin birleşiminden özüyle, sözüyle, davranışıyla disiplinli bir insan tipi ortaya çıkar. Çünkü disiplin her şeyin başıdır, annesidir. En çok bizim çektiğimiz sıkıntı disiplinsizliktir. Bu sorun insanı kural tanımamaya götürür. Bu sorunu her yerde görüyoruz. Sokakta yürürken, araba kullanırken vs. Bütün hayatımız kuralları çiğnemekle geçiyor. Niye? Disiplinimiz yok çünkü. Disiplinin ucu akla dayalıdır. En zorlayıcı en mütehakkim buyurucu akıldır. Ezer geçer. Disiplini o getiriyor. Aklın gündelik hayattaki yansıması disiplinle oluyor. Din bu iç disiplini getiriyor beraberinde. Vakte, saate uygunluğu getiriyor. Namaz kılan, namaz vakitlerine uyan insanlara bakıyorsun verdikleri söze çok uyuyorlar. Çünkü namaz vakitleriyle bunu içselleştirmiş. Mütedeyyin insan ibadetlerini sallayamaz, yani “Ben şimdi kılmayayım da on saat sonra kılarım,” demiyor. İşte bahsolunan kurmaylar, programlayıcılar bunu ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Disiplinli insan, bir şeye inanan insan kişilikli olur. Seciyelidir. Ne demektir bu? Kabul edip etmeyeceğine karar verir. Sen ona bir şey teklif edersin ya da verirsin. Onun üzerine düşünür ve ilkelerine göre kabul veya reddeder. Disiplinsiz insan kemiksizdir. İstediğin kalıba sokabilirsin, istediğin yöne çekebilirsin. Bunu Avrupa’da sermayeciliğin çıkış döneminde yaptılar. Her dinin disiplini vardır. Bu sadece İslam’a mahsus değildir. Az veya çok her dinde vardır. İslam’da çok fazladır. Mesela Katoliklik’de de vardır. Sermayecilik başlangıçta Katolikliğe can düşmanı kesilmiştir. Luther bu yüzden Protestanlığı getirmiş demiyor. Başka sebepleri vardı. Luther’i bundan tenzih ediyorum. Ama Luther’den sonra mal bulmuş mağribi gibi yapıştılar bu oyuna. Ümmet ve Millet dinde birbirine zıttırlar. Her dinin bir ümmeti vardır. Evrensel dinlerden bahsediyorum. Katolikliğin de bir ümmeti vardır. Zaten Katholikos genel olan, küllî demektir. Buna karşı çıkan Protestanlık nedir? Milletlere göre kesikleştirilmiştir, bölünmüştür. Alman Protestanlığı, Felemenk Protestanlığı, İngiliz Protestanlığı, İsveç Protestanlığı falan. Dinin ümmet özelliği ortadan kaldırılıp, millileştiriliyor. Yahudiliğe benzetiliyor. Yahudilik, kavmî bir dindir. Yayılmacı değildir. Şimdi uzun süre “Türk İslamı”, “Türk-İslam Sentezi” dediler. Acem İslamı, Arap İslamı dediler. İslam’ın bütünlüğünü parçalayıp, yıkıyorsun. Küçük parçalara ayıracaksın ki ele geçirebilesin! Sonra o küçük parçaları daha da parçalıyorlar. Lawrence ne diye Arapları ayaklandırdı? “Sizleri Türklerin tahakkümünden kurtaracağım,” dedi. Ne oldu sonra? Olmayan sınırlar inşa edildi. Olmayan ülkeler icat edildi. Ürdün diye bir ülke mi vardı? Yoktu. Irmak vardı. Irmağın adını verdiler. Suriye diye bir ülke mi vardı. Yoktu. Irak diye bir ülke de yoktu. İsmini nereden uydurdular onu da bilmiyorum. Aslında Irak dediğimiz o bölgenin adı Cezire’dir. Kuveyt bir köyün adıydı. Basra vilayetine bağlı bir köy ya da kasabaydı. Ben bunu hep Kürtlere de söyledim. Hiçbir zaman dertleri Kürdistan’ı kurmak, kurdurmak değil, sen Qurmanç’sın sen Zaza’sın diyerek sizleri parçalayıp size hükmetmektir dedim. İngiliz Yahudi Kurmayları’nın derdi bu. Sonuçta böyle bir İslam Protestanlık sentezi fikri var. Öbür taraftan da bir vahşi İslam yaratıyorlar. Bir vahşet! Bir felaket! Bir insanlık ayıbı! İslam ile uzaktan yakından alakası olmayan bir zulüm makinesi yaratıyorlar. Dünyanın dört bir yanında Afrika’da Boko Haram, Somali’de başka bir grup, bu tarafta da Işid adıyla İslam ile hiç alakası olmayan gruplar oluşturuyorlar. Niye? İnsanları İslam’dan nefret ettirmek için. Öyle ki artık Müslümanlar İslam’dan nefret eder hâle getirildi. Bugün Suriye’ye, Irak’a gittiğinde konuş bakalım insanlarla ne diyecekler. İslam adına işlenen bu zulmü gördükten sonra İslam adını duyanlar kaçacak delik ararlar herhalde. Adamlar bir yeri basıyor yüzlerce kişiyi öldürüyor, kesiyor. Dile kolay! Bunlar kendiliğinden ortaya çıkan olaylar değil, bunlar yaratılıyor. Ya doğrudan doğruya kendi ajanlarını koyuyorlar bu örgütlerin başına, yönetimine ya da bir aracı gelip bunları tavlıyordur. İnsanların nefisleri bu türden durumlara müsaittir. Üç beş yıl sonra bu bitecek ama dünya İslam’dan nefret edecek. Bu böyle sürüp gitmez. Yarın öbür gün biter. Büyük ihtimalle Üsame bin Ladin’i de onlar tayin ettiler, şu anda nerede olduğu belli değil. Güya uçaktan atmışlar denize. Onu benim külahıma yuttursunlar. Bu iş gerçekten olsaydı, adamı gerçekten çıkarırlardı mahkemeye ve orada idam kararı aldırırlardı. Ama yangından mal kaçırırcasına adamı almışlar güya denize atmışlar. Yani özet olarak İslam’ın gittiği, götürüldüğü yol bir facia yolu. Dediğim gibi bir taraftan son derece yumuşatılan, içi boşaltılan, İslam olmaktan çıkarılan, tavizci, her söylenene, istenilene “peki” diyen bir hareket var. Öbür taraftan da inanılmaz bir vahşet, bir illet ve Müslüman’ı bile onların “İslam”ından nefret ettirecek bir derecede bir dini anlayış yaratılıyor. Müslüman kalkıp da Müslüman’ın türbesini, camisini yakar mı? Mali’de, Timbuktu’da müthiş Müslüman eserlerini yok ettiler bu türden örgütler. Suriye’de Halid bin Velid’in türbesi yıkıma uğradı. Hiçbir yere sığdıramıyorsun bunları. Arap Milliyetçisi desen değil, Müslüman desen hiç alakası yok. Katil çekirge bunlar. Ne yapıyor bunlar? Ayrılıkçılığı olağanüstü derecede körüklüyor.
Bu bahsettiğiniz sorunu göz önünde bulundurursak Türkiye’nin bu anlamda bir İslam Birliği projesi var mıydı?
Böyle bir teşebbüs olmuş olabilir ancak bu teşebbüsü daha ete kemiğe bürünürken bitirdiler. Bugün hiçbir şekilde hiçbir surette artık İslam Birliği’nden söz edemeyiz. Tüm istenen buydu.
Mali’den Somali’ye, Nijerya’dan Suriye’ye kadar İslam’ı oluşturan bütün soyut ve somut unsurlar yok ediliyor. Mimarisi, musikisi, edebiyatı, niteliği yok ediliyor.
Aynen evet. Zaten bu İngiliz Yahudi’nin uşağı olanlar dikkat edilirse İslam’a olağanüstü derecede düşman kesiliyorlar. Bugün Hicaz’da karşımıza çıkan manzara da budur. Savaş falan olmadan yıkıyor adamlar.
Bu soğuk savaş da değil. Artık bu savaşın adına ne denir bilmiyorum. Silah kullanmadan ruh-nefs-beden dengemizi yani tornanın ağzını değiştirip sonra da bizi oluşturan bütün unsurları yok ediyorlar.
Bunu söylüyordum ben hep. Küresel bir tek medeniyet olacak. Kuvve vasfını gösteren bir İslam Medeniyeti vardı. Henüz kuvve hâlindeydi. Bunun fiile geçmesini engellemek için İslam’ı komple yıkıyorlar. Hiçbir şey bırakmıyorlar. Artık ne zaman ağzımızı açsak bizlere Suriye’de ve Irak’ta cereyan eden hadiselerden örnekler veriyorlar. Dünya çapında veriliyor bu örnekler sadece Türkiye için konuşmuyorum. Bana gelen mektuplara, maillere bakıyorum da kime ne dert anlatacağım bilemiyorum. Bana videolar, gazetelerden yazılar, haberler gönderiyorlar. Bu kepazelikleri her gün işitiyoruz, görüyoruz.
Ekonomik gelişmelerin beraberinde getirdiği birçok yeni durumlar var. Hanlar, hamamlar, pazarlar yok artık. AVM’ler, yaşamımızın ayrılmaz parçası hâline gelen bankalar, eğlence merkezleri, gökdelenler, rezidanslar vs. var. Bu anlamda sizin ekonomi-iktisat kavramları arasındaki farka dair bir vurgunuz var. İktisat kavramının bilincimizden silinmesi mi bu durumların ortaya çıkmasını tetikledi sizce?
İktisat varken ekonomi kavramı niye zihnimize yerleşti? İktisadın açıklayamadığı ne var ki? Ekonomi kelimesi iktisat kavramının yerini tutamaz. Bu iki kavram arasında anlam olarak çok fark var. İktisat kavramı bizim metafiziğimizden, dimağımızdan damlayarak bilincimize yön verir. İktisat kavramı Arapça kıstkavramına dayanır. Kuran’da kıst kavramı adalet, mizan, ölçü, kader gibi anlamlara sahiptir. Örneğin “Ve nedaul mevâzînel kısta li yevmil kıyâmeti / kıyâmet günü adalet mizanlarını koyarız” (21 Enbiya 47) ayetinde kıst, adalettir. Yine “Kitâbe vel mîzâne li yekûmen nâsu bil kıst (kıstı),” ve “Enzelnel hadîde fîhi be’sun şedîdun / Kitabı ve mizanı indirdik ki insanlar arasında adaletle hükmetsinler” diye geçer. “İçinde kuvvetli sertlik bulunan demiri indirdik” (57 Hadîd 25) ayetinde de kıst adalettir. “Ve evfûl keyle izâ kiltum vezinû bil kıstâsil mustekîm”, “Ölçtüğünüzde ölçmeyi tam yapın, doğru terazi ile tartın” (17 İsra 35) ayetinde ise kıstkavramı doğru ölçmektir. Ekonomi kavramının ise doğruluk, mizan, adalet ile ilgisi olmadığı açıktır. İşte bu yüzden faiz ekonomisi adlandırması olabilir ama faiz iktisadı diye bir adlandırma olamaz. Faiz ile iktisat beraber olmaz. İktisadî gelişmede gelir dağılımı adil olur. Ekonomik gelişmede gelir dağılımı adil olmaz, uçurum yaratır. Zulüm ortaya çıkar. Bu misal, bir kavramın değiştirilmesinin, toplumda ne gibi infiallere sebep olduğunu bizlere apaçık göstermektedir. Bir de bu yeni yaşam tarzını tek seçenek olarak sunuyorlar. İnsan, işkembesinden ibaret gösteriliyor. Önce kavimlere bölmeye yöneldiler. O bitti. Şimdi yeniden bir bütünleştirme var. Çağdaş İngiliz Yahudi Medeniyeti çatısı altında uyuşturulmuş bireyleri ekonominin silahıyla bütünleştiriyorlar. Zaten buna küreselleşme diyorlar. 1988 yılında Adıyaman’ın Kâhta ilçesine gittim. Beni oradaki ahali gezdiriyordu. Önce işte Nemrut’a çıktık, indik. Baktım petrol kuyuları ama işlemiyor. Ne bu dedim? Dediler ki “Bunları açtılar ama çok pahalıya geliyor yahut da petrol yok diye kapattılar.” Dedim böyle bir şey olmaz. Adam görüyor, planlıyor ve açıyor kuyuyu. Kumarla olacak bir iş değil bu. Belki buradan petrol çıkar onun için ben milyonları buraya yatırayım diye bir düşünce olmaz. Mümkün değil. Peki dediler niye o zaman kapatıyorlar? “Türkiye’yi bir bölelim, şu anda şu kadar milyon olan nüfusa biz bunu yediremeyiz. Bekleyelim, bölelim. Şurası filanca ülke olsun, burası falanca devlet olsun. Ufak ufak devletlere biz istediğimizi yaptırırız diye düşünüyorlar,” dedim. Şimdi o gün de geçti. Yumuşattılar insanları, işkembe varlığına çevirdiler. Şimdi insanları memleketlerine, kırsal kesimlere gönderemiyorsun. Herkes İstanbul’da yaşamak, çalışmak istiyor. Ne var kardeşim İstanbul’da? AVM’si, eğlence merkezi olmayan şehirlerde insanlar “Bu şehirde hiçbir şey yok,” diyorlar. Sanki insanlar sabahtan akşama her gün AVM’ye gidiyorlar. Gidin görün hepsi tıklım tıklım. Ne yapıyorlar? Seyrediyorlar. Bir şey aldıkları da yok.
Hocam Roma, Paris, Viyana şehirleri de küreselleşen dünyanın üyeleri ancak bu şehirler sanki küreselleşirken en azından mimarisini, kurumlarını, şehir kültürünü vs. mümkün olduğunca karantina altına alıyor. Bir AVM’yi getirip şehrin merkezine tapınak gibi inşa etmiyorlar ya da gökdelenleri şehirlerine sokmuyorlar. İlla yapacaklarsa kentin dışına inşa ediyorlar. Roma’da, Viyana’da hâlâ 500 yıllık pazarlar var. Yani bizim küresel zincire halka olmamız daha trajik sanki.
İşte bunun için yaptılar devrimleri. Daha trajikten öte daha kolay hâle geldi. Hafızası olmayan topluma her istediğini yaptırırsın. Hafızana ne ekersen onu biçiyorsun. Hafızanda bir şey olmadığına göre biçemezsin de. Geçen bir toplantıya çağırdılar beni. Orada, en önemli sorun dildir ve dili ifade eden araç edebiyattır, dedim. Edebiyatımız bugün sıfırdır. Toplumda hiçbir yankısı yok. Annem okumuş bir insan değildi. İlkokul çıkışlı. Almanya’da ilkokul o zamanlar sekiz yıldı. Annem Alman şairlerinin en kenarda köşede kalmışlarını bile ezbere bilirdi. Büyük şairlerin dile kattıkları özlü sözler vardır, vecize de denir bunlara. Gündelik dilinde kullanırdı onları. Babam edebiyatla ilgisi olan bir insan değildi. Mühendisti. Durur durur bir şeye canı sıkılır veya keyfi yerindedir, bir şairi zikrederdi. Kimi? Fuzûli’yi, Nedim’i, Bâki’yi mesela. Daha yakınlardan Yahya Kemal’i, Necip Fazıl’ı, Mehmet Âkif’i. Bir gün anlamadığım bir şiir söyledi. “Kimin bu?” dedim. “Şîr Nevâî diye birinin,” dedi. “Ali Şîr Nevâî mi?” dedim. “Evet,” dedi. “Sen onu nereden biliyorsun? O Çağatayca söylüyordu, sen Çağatayca’yı anlamazsın ki,” dedim. “Bizim eski yazı fonetik değildi, o Çağatayca söylemişti ve ben onun Osmanlıcasını okuyordum,” dedi. İşte böylesine sinmişti. Baba ocağında vardı bu. Okullarda vardı. Bugün çıkın mektep medrese görmüş, okumuş bir insana “Yahya Kemal’den bana bir beyit oku bakalım,” yahut bırak Yahya Kemal’i “Nazım Hikmet’ten oku!” de hiçbir şey bilmez. Necip Fazıl’ı oku de, haberi yoktur. Birliği bütünlüğü sağlayan edebiyattır, şiirdir. Benim bir dişçim vardı, Ermeniydi. Her ne kadar Müslüman olmayana rahmet okunmaz derlerse de bal gibi okunur, onun kararını Allah verir. Allah rahmet eylesin! Nubar Peştemalciyan. Otururdum muayene için koltuğuna ve bana ezberinden Divan Edebiyatı’nın en galiz örneklerini okurdu. Yetmiş yaşlarındaydı. Hem bir yandan dişle uğraşır bir yandan da bana sürekli beyit okurdu. Kuran’dan ayet okurdu, Hristiyandı, Gregoryendi. Böyle bir bütünlük vardı. Başka bir Nubar Bey dostum vardı onun amcası Paris’teyken beni davet etmişti. Sofrasında bir kuş sütü eksikti. Yani bizim yemeklerimiz vardı ki o zamanlar Türkiye’den dışarı şimdiki gibi her şey gitmezdi. Bulmuş buluşturmuştu beyaz peynirler, patlıcan salatası gibi aklına ne gelirse nefis bir sofra kurmuştu. İşte bu bütünlüklü bir kültürün yansımasıydı. Bugünkü çocuklar, gençler ne yiyor kahvaltısında? Amerika’dan ithal edilmiş mısır gevreğini sütle karıştırıp yiyorlar. Cornflex adı. Kahvaltıya bir hakarettir bu. Öğlen yahut akşam yemeğinde Hamburger yiyorlar. Yani çürüme sadece binadan ibaret değil. O senin dediğin işe hizmet eden bu kültür olayını unutmuş insanlar. Zanaatlar da yok oldu. İstanbul’da bıçakçı ya da bileyici bulamıyorum. Kırklareli küçük bir yer olduğundan orada yaşlı bir adam hâlâ bıçakla uğraşıyor. O da sırf alışık olduğu için bırakamıyor onu. Bıçak bileylettiren ya da ona imal ettiren yok artık. Ben gidiyorum. Bıçağa çok meraklıyım, biletiyorum, bıçak alıyorum. Bıçağı kendisi yapıyor. Çeliğe kendisi su katıyor. Bir başka adam tanıdım orada. Manda sütünden peynir imal ediyor. Ama mandaları hep elden çıkarmış. Çünkü o kültür ve damak tadı yok. İnsanlar ben ne yapacağım, yağlı falan deyip yemiyorlar. Doğu Anadolu’da et yiyorsun, harikulade bir et. Çünkü hayvan doğal ortamında besleniyor, otluyor. Batıdan gelenlere ikram edildiğinde mideleri bulanıyor. Çünkü ehvenine, yapayına alışmışlar. Ahırda, ağılda suni yemle beslenen hayvanların eti kokmaz çünkü.
Küreselleşme bu dediğiniz olguyu bile biyo ya da organik ürün diye tüketimin bir başka parçası hâline getiriyor. İnsanların elinden organik ya da doğal ürünleri alıyorlar sonra da arzu ederseniz daha fazla para ödeyip bu ürünleri edinebilirsiniz diyorlar.
İşte o da biyo değil. Ona da suni şeyler, uyuşturucular katıyorlar. Biyo dedikleri ürüne suni maddeler katıp insanları alıştırıyorlar. Uyuşturucu satıcılarına lanet yağdırıyorlar ama her ürüne bağımlı yapıcı maddeler katıyorlar. Mesele sadece esrar, afyon değil. Herkesin elinde akıllı telefon denen aletler var. Düşünmeyi, akletmeyi engelleyici rolleri var.
Türkiye’nin iki mühim sorunu var sanki. Zihin ve ahlâk sorunu. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz.
Gökdelen inşaatında asansör faciası oldu ve on kişi öldü. İnsanlar hemen bunu siyasete alet etmeye kalkıştılar. Sanki hükümet bunu tasarladı. “Bunun bizim toplum psikolojimizle ilişkisi nedir? Biz olayları ne kadar ciddiye alıyoruz?” diye sormuyorlar. Bu düpedüz, buradaki inşaattan sorumlu insanın laubaliliğidir. Bu doğal bir kapitalizm de değil. Bu bir zihin sorunudur. Soma Faciası da öyledir. “Yok, bir şey olmaz abi!” laubaliliğidir. Örneğin asansöre biniyoruz üzerinde dört kişiliktir yazılı. Ancak bir şey olmaz deyip beş kişi biniyorlar. Bunun gibi bir sorundur bu. Özünde zihin sorunu vardır. Zihin sorunu beraberinde ahlâk sorununu da körükler.
Sorunun özüne odaklanamıyoruz.
Odaklansak da orada da aynı cevabı alıyorsun. “Yok, bir şey olmaz!” cevabını.
Konuşan: Mehmet Sabri Genç
Sözün Özü (26.11.2016)
https://youtube.com/watch?v=HPV58OP088I
Doğumunun 2400. Yılında Aristoteles (28.11.2016)
Suçlu, Kalk Ayağa
Suclu-Kalk-Ayaga.pdf (1 MB)
Religion, woman, nature
Religion-woman-nature.pdf (5.3 MB)