Muhterem Hocam Teoman Duralı Beyefendi ile en son 2008 yılında Avusturya’nın Salzburg şehrinde bir hasbıhalimiz olmuştu. Bu söyleşiyi Merdivenşiir Dergisi’nin 15. Sayısında ve daha sonra da “Sorun Çağının Anatomisi” başlıklı kitapta neşretmiştik. Altı yıl aradan sonra Sayın Teoman Duralı Hocam bizlere evinin kapısını açtı. Kendisiyle bu kez İstanbul’da evinde hasbıhal etme fırsatı bulduk. Muhterem hocamla insanlarımızın merak ettiği güncel meseleleri, edebiyatı, küreselleşmeyi konuştuk. Her daim kendilerine müteşekkir olduğumu belirtmek isterim. Bu ülkenin münevverlerine, mütefekkirlerine, aydınlarına karşı iltifatının, onların düşüncelerini göz önünde bulundurmak, uyarılarını dikkate almak ve belirli sorunlara karşı onların çözüm önerilerini işitmekle bir değer kazanacağını düşünüyorum. Marifetin iltifata tabii olduğunu bilmek yetmiyor. Marifet sahibi olmayan malumatfuruşların hükümranlığı, aydınlatması saman alevi gibi geçicidir. Bizleri kendi mağaramızdan çıkartacak ve göremeyen gözlerimizi hiç sönmeyen hakikat ışığıyla kamaştıracak münevver insanlarımızı can kulağıyla işitmemiz elzemdir. Hele de bu buhran çağında iki kere elzemdir…
Değerli dostum Emre Kasap bu mümtaz buluşmayı Karabatak Dergisi için fotoğrafladı. Kendisine teşekkürlerimi sunuyorum. Laf olana hiç bulaşmadan, söz olanı da uzatarak sizleri hasbıhalimizle baş başa bırakıyorum.
——————————————————–
Sizin “Çağdaş Küresel Medeniyet” ve “Sorun Nedir?” başlıklı eserlerinizi okuduk, okuttuk. Malumunuz marifet iltifata tabiidir. Sadece sizin değil diğer münevverlerimizin de yıllardan beri yazıp söyledikleri birçok şeyin karşılık bulmadığını ya da bulamadığını ne yazık ki müşahede ediyoruz. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hiçbir şey uygulanmadı aslında. Yani kitapların yankısı olmadı. Sonuçta yazılsa da yazılmasa da bir şey fark etmiyor. O bakımdan kitapları esas almaya hacet yok. Kitap bir şey çıkarmadı, kitaptan bir şey çıkmadı diyebiliriz. Ortada herhangi bir hedef, program yok.
Hocam sadece sizi değil Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, İsmet Özel, İsmail Kara gibi münevverlerimizi okuduğumuzda artık eskisi gibi heyecan duymuyoruz. Önceden okurken ümitlenirdik. Bir şeylerin münevverlerimizin, mütefekkirlerimizin verdiği yön doğrultusunda değişeceğine inanırdık. Ancak şu an bu mütefekkirlerimizi okuduğumuzda sanki bir değişiklik olmayacak gibi geliyor. Bir ülkede münevverler yerine malumatfuruşlar dinlenildiğinde, itibar gördüğünde o millet yok olup gider. Önceleri münevverlerimizin eserlerini okurken, onlara iltifat edilir de inşallah açtıkları ufukta toplum yönünü bulur diye ümitlenirdik. Sanki yıllardan beri mütefekkirlerimizin bu ülkenin selameti için kazmış olduğu sipere bizatihi aynı mütefekkirler gömüldü.
Yıllardan beri tekrarladığım ve geçenlerde bir toplantı vesilesiyle söylediğim bir şey vardı. Bir toplumu, bir milleti ayakta iki sütun tutar. Onlardan biri din, öbürü de dil. Din bugün karmakarışık bir hâle geldi Türkiye’de. Ne idüğü belirsiz bir olay hâline getirildi. Birtakım kalıplaşmış ibadetlerden ibaret görülüyor. Ve bu kalıplaşmış ibadetler olağanüstü derecede mübalağa ediliyorlar. Bir şey içeriksiz oldu mu zaten dış görünüş çok mübalağalaştırılır. Dil ortadan kalkıyor, yani böyle bir dil olmaz. Herhalde yeryüzünde diline en saygısız, en hoyratça davranan toplum bu toplumdur. Dili götüren edebiyattır. Bugün Türk Edebiyatı’nı okumak, anlamak imkânsız bir şeydir. Farklı bir dil olarak çıkıyor karşımıza. Yakınlarda yazılmış eserleri bugünün nesilleri anlamıyor. Bugünün gençleri demek de istemiyorum, genç denince ne akla gelir? 18 ile 25 yaş arası gençtir. Ancak 40-50 yaşlarındaki adamlar da anlamıyor. Okumuş yazmış adamlar da anlamıyor. Birincisi bu dil kötürümleşti, berbat edildi. İkincisi zaten okuyan bir toplum da değiliz. Niye okumuyoruz? Aklımız yok! Çünkü akıl işidir okumak. Sonuçta bu iki sütun, iki kurum çöktü mü geriye bir şey kalmıyor. Geride bir şey yok. Çok karman çorman bir hâlde her şey. Yani bir şeyi savunmaya kalkanlar neyi savunduklarını da bilmiyorlar. Neyle ilgili olduklarını bilmiyorlar. Sadece bağırıp çağırıyorlar.
Sizin “Kapitalizmin en büyük düşmanı İslamdır,” sözünüz var. Şimdi sizce Kapitalizm kendine düşman bildiği İslam’ı ortadan kaldırmak için onu ritüellere mi indirgiyor, mânâsını mı yok etmeye çalışıyor? Nihayetinde bir ideolojiyi karşı propagandalarla yok edebilirsiniz, ama bir dini normalde ortadan kaldıramazsınız. Yani Müslüman bir ülkeye gidip de “Artık sizin dininiz İslam değil!” diyemezler ancak dinin içini, dimağını boşaltarak Müslüman toplumu farklı bir kulvarda yürütmeyi belki başarabilirler. Sizce böyle bir algı operasyonu mu var?
İngiliz Yahudi Medeniyeti’nin kurmayları iki İslam inşa ediyorlar. Biri yalakalaştırılmış bir İslam yani Protestan, yumuşak bir İslam. İlla sert mi olması gerekir dersen, gayet tabii. Bir din insanı ahlâka alıştırır. Ahlâklı yaşamak kadar zor bir şey yoktur. Bu sebeple de din zorlar, zorlamaya götürür. Tıpkı savaşta var olan “ölmek ve öldürmek” işi gibi. Bunun için de uzun boylu, tekrarlara dayalı talimler yaptırılır askerlere. Din de buna benzer. Çok zor bir işi başaracaksın: Ahlâklı yaşamak, adil olmak. Dinimizin, Müslümanlığın maksadı budur. İbadet talim olayıdır. İbadet hiçbir zaman amaç değildir, araçtır. Ahlâklı yaşamaya götüren, taşıyan bir araçtır. Bu zorluğu asgariye indirmeye çalışıyor bugünkü bir kısım Müslüman programlayıcılar. Müslümanlık aslında her ne kadar Hz. Peygâmber kolaylık dini diyorsa da dinlerin en zorlarındandır. Olağanüstü derecede zor bir dindir. Neredeyse atom mühendisliği gibi bir şey. Mesela sabah namazını kılacaksın. Aman Allah’ım bir atom santrali ancak böyle çalıştırılır. Uyanacaksın, abdest alacaksın, abdestin ritüellerini yapacaksın. Namaza gelince farzı var, sünneti var. Oruca zekâta gelinceye kadar birçok olağanüstü zorluklar var. Ne yapıyor bu zorluklar? İnsanı disipline götürüyor. Ben ne diyordum hep? İç disiplini sağlayan Müslümanlık ile dış disiplini getiren askerliği birleştirelim. Benimle dalga geçiyorlardı, İmam Harp Okulu falan diye. Bu ikisinin birleşiminden özüyle, sözüyle, davranışıyla disiplinli bir insan tipi ortaya çıkar. Çünkü disiplin her şeyin başıdır, annesidir. En çok bizim çektiğimiz sıkıntı disiplinsizliktir. Bu sorun insanı kural tanımamaya götürür. Bu sorunu her yerde görüyoruz. Sokakta yürürken, araba kullanırken vs. Bütün hayatımız kuralları çiğnemekle geçiyor. Niye? Disiplinimiz yok çünkü. Disiplinin ucu akla dayalıdır. En zorlayıcı en mütehakkim buyurucu akıldır. Ezer geçer. Disiplini o getiriyor. Aklın gündelik hayattaki yansıması disiplinle oluyor. Din bu iç disiplini getiriyor beraberinde. Vakte, saate uygunluğu getiriyor. Namaz kılan, namaz vakitlerine uyan insanlara bakıyorsun verdikleri söze çok uyuyorlar. Çünkü namaz vakitleriyle bunu içselleştirmiş. Mütedeyyin insan ibadetlerini sallayamaz, yani “Ben şimdi kılmayayım da on saat sonra kılarım,” demiyor. İşte bahsolunan kurmaylar, programlayıcılar bunu ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Disiplinli insan, bir şeye inanan insan kişilikli olur. Seciyelidir. Ne demektir bu? Kabul edip etmeyeceğine karar verir. Sen ona bir şey teklif edersin ya da verirsin. Onun üzerine düşünür ve ilkelerine göre kabul veya reddeder. Disiplinsiz insan kemiksizdir. İstediğin kalıba sokabilirsin, istediğin yöne çekebilirsin. Bunu Avrupa’da sermayeciliğin çıkış döneminde yaptılar. Her dinin disiplini vardır. Bu sadece İslam’a mahsus değildir. Az veya çok her dinde vardır. İslam’da çok fazladır. Mesela Katoliklik’de de vardır. Sermayecilik başlangıçta Katolikliğe can düşmanı kesilmiştir. Luther bu yüzden Protestanlığı getirmiş demiyor. Başka sebepleri vardı. Luther’i bundan tenzih ediyorum. Ama Luther’den sonra mal bulmuş mağribi gibi yapıştılar bu oyuna. Ümmet ve Millet dinde birbirine zıttırlar. Her dinin bir ümmeti vardır. Evrensel dinlerden bahsediyorum. Katolikliğin de bir ümmeti vardır. Zaten Katholikos genel olan, küllî demektir. Buna karşı çıkan Protestanlık nedir? Milletlere göre kesikleştirilmiştir, bölünmüştür. Alman Protestanlığı, Felemenk Protestanlığı, İngiliz Protestanlığı, İsveç Protestanlığı falan. Dinin ümmet özelliği ortadan kaldırılıp, millileştiriliyor. Yahudiliğe benzetiliyor. Yahudilik, kavmî bir dindir. Yayılmacı değildir. Şimdi uzun süre “Türk İslamı”, “Türk-İslam Sentezi” dediler. Acem İslamı, Arap İslamı dediler. İslam’ın bütünlüğünü parçalayıp, yıkıyorsun. Küçük parçalara ayıracaksın ki ele geçirebilesin! Sonra o küçük parçaları daha da parçalıyorlar. Lawrence ne diye Arapları ayaklandırdı? “Sizleri Türklerin tahakkümünden kurtaracağım,” dedi. Ne oldu sonra? Olmayan sınırlar inşa edildi. Olmayan ülkeler icat edildi. Ürdün diye bir ülke mi vardı? Yoktu. Irmak vardı. Irmağın adını verdiler. Suriye diye bir ülke mi vardı. Yoktu. Irak diye bir ülke de yoktu. İsmini nereden uydurdular onu da bilmiyorum. Aslında Irak dediğimiz o bölgenin adı Cezire’dir. Kuveyt bir köyün adıydı. Basra vilayetine bağlı bir köy ya da kasabaydı. Ben bunu hep Kürtlere de söyledim. Hiçbir zaman dertleri Kürdistan’ı kurmak, kurdurmak değil, sen Qurmanç’sın sen Zaza’sın diyerek sizleri parçalayıp size hükmetmektir dedim. İngiliz Yahudi Kurmayları’nın derdi bu. Sonuçta böyle bir İslam Protestanlık sentezi fikri var. Öbür taraftan da bir vahşi İslam yaratıyorlar. Bir vahşet! Bir felaket! Bir insanlık ayıbı! İslam ile uzaktan yakından alakası olmayan bir zulüm makinesi yaratıyorlar. Dünyanın dört bir yanında Afrika’da Boko Haram, Somali’de başka bir grup, bu tarafta da Işid adıyla İslam ile hiç alakası olmayan gruplar oluşturuyorlar. Niye? İnsanları İslam’dan nefret ettirmek için. Öyle ki artık Müslümanlar İslam’dan nefret eder hâle getirildi. Bugün Suriye’ye, Irak’a gittiğinde konuş bakalım insanlarla ne diyecekler. İslam adına işlenen bu zulmü gördükten sonra İslam adını duyanlar kaçacak delik ararlar herhalde. Adamlar bir yeri basıyor yüzlerce kişiyi öldürüyor, kesiyor. Dile kolay! Bunlar kendiliğinden ortaya çıkan olaylar değil, bunlar yaratılıyor. Ya doğrudan doğruya kendi ajanlarını koyuyorlar bu örgütlerin başına, yönetimine ya da bir aracı gelip bunları tavlıyordur. İnsanların nefisleri bu türden durumlara müsaittir. Üç beş yıl sonra bu bitecek ama dünya İslam’dan nefret edecek. Bu böyle sürüp gitmez. Yarın öbür gün biter. Büyük ihtimalle Üsame bin Ladin’i de onlar tayin ettiler, şu anda nerede olduğu belli değil. Güya uçaktan atmışlar denize. Onu benim külahıma yuttursunlar. Bu iş gerçekten olsaydı, adamı gerçekten çıkarırlardı mahkemeye ve orada idam kararı aldırırlardı. Ama yangından mal kaçırırcasına adamı almışlar güya denize atmışlar. Yani özet olarak İslam’ın gittiği, götürüldüğü yol bir facia yolu. Dediğim gibi bir taraftan son derece yumuşatılan, içi boşaltılan, İslam olmaktan çıkarılan, tavizci, her söylenene, istenilene “peki” diyen bir hareket var. Öbür taraftan da inanılmaz bir vahşet, bir illet ve Müslüman’ı bile onların “İslam”ından nefret ettirecek bir derecede bir dini anlayış yaratılıyor. Müslüman kalkıp da Müslüman’ın türbesini, camisini yakar mı? Mali’de, Timbuktu’da müthiş Müslüman eserlerini yok ettiler bu türden örgütler. Suriye’de Halid bin Velid’in türbesi yıkıma uğradı. Hiçbir yere sığdıramıyorsun bunları. Arap Milliyetçisi desen değil, Müslüman desen hiç alakası yok. Katil çekirge bunlar. Ne yapıyor bunlar? Ayrılıkçılığı olağanüstü derecede körüklüyor.
Bu bahsettiğiniz sorunu göz önünde bulundurursak Türkiye’nin bu anlamda bir İslam Birliği projesi var mıydı?
Böyle bir teşebbüs olmuş olabilir ancak bu teşebbüsü daha ete kemiğe bürünürken bitirdiler. Bugün hiçbir şekilde hiçbir surette artık İslam Birliği’nden söz edemeyiz. Tüm istenen buydu.
Mali’den Somali’ye, Nijerya’dan Suriye’ye kadar İslam’ı oluşturan bütün soyut ve somut unsurlar yok ediliyor. Mimarisi, musikisi, edebiyatı, niteliği yok ediliyor.
Aynen evet. Zaten bu İngiliz Yahudi’nin uşağı olanlar dikkat edilirse İslam’a olağanüstü derecede düşman kesiliyorlar. Bugün Hicaz’da karşımıza çıkan manzara da budur. Savaş falan olmadan yıkıyor adamlar.
Bu soğuk savaş da değil. Artık bu savaşın adına ne denir bilmiyorum. Silah kullanmadan ruh-nefs-beden dengemizi yani tornanın ağzını değiştirip sonra da bizi oluşturan bütün unsurları yok ediyorlar.
Bunu söylüyordum ben hep. Küresel bir tek medeniyet olacak. Kuvve vasfını gösteren bir İslam Medeniyeti vardı. Henüz kuvve hâlindeydi. Bunun fiile geçmesini engellemek için İslam’ı komple yıkıyorlar. Hiçbir şey bırakmıyorlar. Artık ne zaman ağzımızı açsak bizlere Suriye’de ve Irak’ta cereyan eden hadiselerden örnekler veriyorlar. Dünya çapında veriliyor bu örnekler sadece Türkiye için konuşmuyorum. Bana gelen mektuplara, maillere bakıyorum da kime ne dert anlatacağım bilemiyorum. Bana videolar, gazetelerden yazılar, haberler gönderiyorlar. Bu kepazelikleri her gün işitiyoruz, görüyoruz.
Ekonomik gelişmelerin beraberinde getirdiği birçok yeni durumlar var. Hanlar, hamamlar, pazarlar yok artık. AVM’ler, yaşamımızın ayrılmaz parçası hâline gelen bankalar, eğlence merkezleri, gökdelenler, rezidanslar vs. var. Bu anlamda sizin ekonomi-iktisat kavramları arasındaki farka dair bir vurgunuz var. İktisat kavramının bilincimizden silinmesi mi bu durumların ortaya çıkmasını tetikledi sizce?
İktisat varken ekonomi kavramı niye zihnimize yerleşti? İktisadın açıklayamadığı ne var ki? Ekonomi kelimesi iktisat kavramının yerini tutamaz. Bu iki kavram arasında anlam olarak çok fark var. İktisat kavramı bizim metafiziğimizden, dimağımızdan damlayarak bilincimize yön verir. İktisat kavramı Arapça kıstkavramına dayanır. Kuran’da kıst kavramı adalet, mizan, ölçü, kader gibi anlamlara sahiptir. Örneğin “Ve nedaul mevâzînel kısta li yevmil kıyâmeti / kıyâmet günü adalet mizanlarını koyarız” (21 Enbiya 47) ayetinde kıst, adalettir. Yine “Kitâbe vel mîzâne li yekûmen nâsu bil kıst (kıstı),” ve “Enzelnel hadîde fîhi be’sun şedîdun / Kitabı ve mizanı indirdik ki insanlar arasında adaletle hükmetsinler” diye geçer. “İçinde kuvvetli sertlik bulunan demiri indirdik” (57 Hadîd 25) ayetinde de kıst adalettir. “Ve evfûl keyle izâ kiltum vezinû bil kıstâsil mustekîm”, “Ölçtüğünüzde ölçmeyi tam yapın, doğru terazi ile tartın” (17 İsra 35) ayetinde ise kıstkavramı doğru ölçmektir. Ekonomi kavramının ise doğruluk, mizan, adalet ile ilgisi olmadığı açıktır. İşte bu yüzden faiz ekonomisi adlandırması olabilir ama faiz iktisadı diye bir adlandırma olamaz. Faiz ile iktisat beraber olmaz. İktisadî gelişmede gelir dağılımı adil olur. Ekonomik gelişmede gelir dağılımı adil olmaz, uçurum yaratır. Zulüm ortaya çıkar. Bu misal, bir kavramın değiştirilmesinin, toplumda ne gibi infiallere sebep olduğunu bizlere apaçık göstermektedir. Bir de bu yeni yaşam tarzını tek seçenek olarak sunuyorlar. İnsan, işkembesinden ibaret gösteriliyor. Önce kavimlere bölmeye yöneldiler. O bitti. Şimdi yeniden bir bütünleştirme var. Çağdaş İngiliz Yahudi Medeniyeti çatısı altında uyuşturulmuş bireyleri ekonominin silahıyla bütünleştiriyorlar. Zaten buna küreselleşme diyorlar. 1988 yılında Adıyaman’ın Kâhta ilçesine gittim. Beni oradaki ahali gezdiriyordu. Önce işte Nemrut’a çıktık, indik. Baktım petrol kuyuları ama işlemiyor. Ne bu dedim? Dediler ki “Bunları açtılar ama çok pahalıya geliyor yahut da petrol yok diye kapattılar.” Dedim böyle bir şey olmaz. Adam görüyor, planlıyor ve açıyor kuyuyu. Kumarla olacak bir iş değil bu. Belki buradan petrol çıkar onun için ben milyonları buraya yatırayım diye bir düşünce olmaz. Mümkün değil. Peki dediler niye o zaman kapatıyorlar? “Türkiye’yi bir bölelim, şu anda şu kadar milyon olan nüfusa biz bunu yediremeyiz. Bekleyelim, bölelim. Şurası filanca ülke olsun, burası falanca devlet olsun. Ufak ufak devletlere biz istediğimizi yaptırırız diye düşünüyorlar,” dedim. Şimdi o gün de geçti. Yumuşattılar insanları, işkembe varlığına çevirdiler. Şimdi insanları memleketlerine, kırsal kesimlere gönderemiyorsun. Herkes İstanbul’da yaşamak, çalışmak istiyor. Ne var kardeşim İstanbul’da? AVM’si, eğlence merkezi olmayan şehirlerde insanlar “Bu şehirde hiçbir şey yok,” diyorlar. Sanki insanlar sabahtan akşama her gün AVM’ye gidiyorlar. Gidin görün hepsi tıklım tıklım. Ne yapıyorlar? Seyrediyorlar. Bir şey aldıkları da yok.
Hocam Roma, Paris, Viyana şehirleri de küreselleşen dünyanın üyeleri ancak bu şehirler sanki küreselleşirken en azından mimarisini, kurumlarını, şehir kültürünü vs. mümkün olduğunca karantina altına alıyor. Bir AVM’yi getirip şehrin merkezine tapınak gibi inşa etmiyorlar ya da gökdelenleri şehirlerine sokmuyorlar. İlla yapacaklarsa kentin dışına inşa ediyorlar. Roma’da, Viyana’da hâlâ 500 yıllık pazarlar var. Yani bizim küresel zincire halka olmamız daha trajik sanki.
İşte bunun için yaptılar devrimleri. Daha trajikten öte daha kolay hâle geldi. Hafızası olmayan topluma her istediğini yaptırırsın. Hafızana ne ekersen onu biçiyorsun. Hafızanda bir şey olmadığına göre biçemezsin de. Geçen bir toplantıya çağırdılar beni. Orada, en önemli sorun dildir ve dili ifade eden araç edebiyattır, dedim. Edebiyatımız bugün sıfırdır. Toplumda hiçbir yankısı yok. Annem okumuş bir insan değildi. İlkokul çıkışlı. Almanya’da ilkokul o zamanlar sekiz yıldı. Annem Alman şairlerinin en kenarda köşede kalmışlarını bile ezbere bilirdi. Büyük şairlerin dile kattıkları özlü sözler vardır, vecize de denir bunlara. Gündelik dilinde kullanırdı onları. Babam edebiyatla ilgisi olan bir insan değildi. Mühendisti. Durur durur bir şeye canı sıkılır veya keyfi yerindedir, bir şairi zikrederdi. Kimi? Fuzûli’yi, Nedim’i, Bâki’yi mesela. Daha yakınlardan Yahya Kemal’i, Necip Fazıl’ı, Mehmet Âkif’i. Bir gün anlamadığım bir şiir söyledi. “Kimin bu?” dedim. “Şîr Nevâî diye birinin,” dedi. “Ali Şîr Nevâî mi?” dedim. “Evet,” dedi. “Sen onu nereden biliyorsun? O Çağatayca söylüyordu, sen Çağatayca’yı anlamazsın ki,” dedim. “Bizim eski yazı fonetik değildi, o Çağatayca söylemişti ve ben onun Osmanlıcasını okuyordum,” dedi. İşte böylesine sinmişti. Baba ocağında vardı bu. Okullarda vardı. Bugün çıkın mektep medrese görmüş, okumuş bir insana “Yahya Kemal’den bana bir beyit oku bakalım,” yahut bırak Yahya Kemal’i “Nazım Hikmet’ten oku!” de hiçbir şey bilmez. Necip Fazıl’ı oku de, haberi yoktur. Birliği bütünlüğü sağlayan edebiyattır, şiirdir. Benim bir dişçim vardı, Ermeniydi. Her ne kadar Müslüman olmayana rahmet okunmaz derlerse de bal gibi okunur, onun kararını Allah verir. Allah rahmet eylesin! Nubar Peştemalciyan. Otururdum muayene için koltuğuna ve bana ezberinden Divan Edebiyatı’nın en galiz örneklerini okurdu. Yetmiş yaşlarındaydı. Hem bir yandan dişle uğraşır bir yandan da bana sürekli beyit okurdu. Kuran’dan ayet okurdu, Hristiyandı, Gregoryendi. Böyle bir bütünlük vardı. Başka bir Nubar Bey dostum vardı onun amcası Paris’teyken beni davet etmişti. Sofrasında bir kuş sütü eksikti. Yani bizim yemeklerimiz vardı ki o zamanlar Türkiye’den dışarı şimdiki gibi her şey gitmezdi. Bulmuş buluşturmuştu beyaz peynirler, patlıcan salatası gibi aklına ne gelirse nefis bir sofra kurmuştu. İşte bu bütünlüklü bir kültürün yansımasıydı. Bugünkü çocuklar, gençler ne yiyor kahvaltısında? Amerika’dan ithal edilmiş mısır gevreğini sütle karıştırıp yiyorlar. Cornflex adı. Kahvaltıya bir hakarettir bu. Öğlen yahut akşam yemeğinde Hamburger yiyorlar. Yani çürüme sadece binadan ibaret değil. O senin dediğin işe hizmet eden bu kültür olayını unutmuş insanlar. Zanaatlar da yok oldu. İstanbul’da bıçakçı ya da bileyici bulamıyorum. Kırklareli küçük bir yer olduğundan orada yaşlı bir adam hâlâ bıçakla uğraşıyor. O da sırf alışık olduğu için bırakamıyor onu. Bıçak bileylettiren ya da ona imal ettiren yok artık. Ben gidiyorum. Bıçağa çok meraklıyım, biletiyorum, bıçak alıyorum. Bıçağı kendisi yapıyor. Çeliğe kendisi su katıyor. Bir başka adam tanıdım orada. Manda sütünden peynir imal ediyor. Ama mandaları hep elden çıkarmış. Çünkü o kültür ve damak tadı yok. İnsanlar ben ne yapacağım, yağlı falan deyip yemiyorlar. Doğu Anadolu’da et yiyorsun, harikulade bir et. Çünkü hayvan doğal ortamında besleniyor, otluyor. Batıdan gelenlere ikram edildiğinde mideleri bulanıyor. Çünkü ehvenine, yapayına alışmışlar. Ahırda, ağılda suni yemle beslenen hayvanların eti kokmaz çünkü.
Küreselleşme bu dediğiniz olguyu bile biyo ya da organik ürün diye tüketimin bir başka parçası hâline getiriyor. İnsanların elinden organik ya da doğal ürünleri alıyorlar sonra da arzu ederseniz daha fazla para ödeyip bu ürünleri edinebilirsiniz diyorlar.
İşte o da biyo değil. Ona da suni şeyler, uyuşturucular katıyorlar. Biyo dedikleri ürüne suni maddeler katıp insanları alıştırıyorlar. Uyuşturucu satıcılarına lanet yağdırıyorlar ama her ürüne bağımlı yapıcı maddeler katıyorlar. Mesele sadece esrar, afyon değil. Herkesin elinde akıllı telefon denen aletler var. Düşünmeyi, akletmeyi engelleyici rolleri var.
Türkiye’nin iki mühim sorunu var sanki. Zihin ve ahlâk sorunu. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz.
Gökdelen inşaatında asansör faciası oldu ve on kişi öldü. İnsanlar hemen bunu siyasete alet etmeye kalkıştılar. Sanki hükümet bunu tasarladı. “Bunun bizim toplum psikolojimizle ilişkisi nedir? Biz olayları ne kadar ciddiye alıyoruz?” diye sormuyorlar. Bu düpedüz, buradaki inşaattan sorumlu insanın laubaliliğidir. Bu doğal bir kapitalizm de değil. Bu bir zihin sorunudur. Soma Faciası da öyledir. “Yok, bir şey olmaz abi!” laubaliliğidir. Örneğin asansöre biniyoruz üzerinde dört kişiliktir yazılı. Ancak bir şey olmaz deyip beş kişi biniyorlar. Bunun gibi bir sorundur bu. Özünde zihin sorunu vardır. Zihin sorunu beraberinde ahlâk sorununu da körükler.
Sorunun özüne odaklanamıyoruz.
Odaklansak da orada da aynı cevabı alıyorsun. “Yok, bir şey olmaz!” cevabını.
Konuşan: Mehmet Sabri Genç