Kategori: Makâleler
WAS IST ZIVILISATION? SINNBESTIMMUNG und ENTWICKLUNGSGESCHICHTE DER ZIVILISATION
Zivilisation.pdf (3,59 MB)
TARİHin DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
1- Değerler
İnsan, hem canlı hem de kültür varlığı olarak geçmişin ürünüdür. Âvâmî siyâsî bir söze başvurursak, insan, hem doğal, hem toplumsal kalıtımı bakımından ‘gerici’dir. Doğal kalıtımı cihetiyle anne-babası yoluyla en eski canlılara, çekirdeksiz hücrelere; başta dil gelmek üzre, kültür-toplum mirâsı vechesiyle ise, yaşadığı günden çok öncelere geri gider. Ne var ki, aynı zamanda ‘ilerici’dir de. Zirâ her anne-babanın çocuğu, ebeveynine birtakım iç —genetik— ile dış —tip— özellikleri bakımından benzemekle birlikte, farklıdır. Bu, kültür-toplum düzleminde de böyledir. Nesiller, birbirlerine bazı değerleri aktarırlar: Gelenekler. Ancak, her nesil, kendi değerler hazinesinde —: Görenekler— irili ufaklı değişiklikler yaparak birtakım kültür unsurlarını sonrakisine devreder. Sözünü ettiğimiz değerler, insanın, elinin altında ve çevresinde bulduğu fizik, coğrafya, topoğrafya, iklim ile hava şartları ve hayvan ile bitki varlıkları çerçevesinde ve taş ile toprak cinsinden hammaddelerden yararlanılarak üretilirler. Görüldüğü gibi, insan, kendi günlük âcil yahut müstakbel ihtiyâçlarını karşılayacak şekilde hammaddelerin, yânî malzemelerin —dallardan, yapraklar ile samandan örülü kulübeden tutunuz da fezâ taşıtına dek uzanan bir yelpâze cinsinden— mamûle dönüştürülmesiyle değerler oluşturulur. Hammaddeden mamûlün üretilmesi, bir fikir şablonu çerçevesinde gerçekleşir. Fikirler, inançlar tarlasından biter. Anlaşılacağı üzre, söz konusu olan zihnin yahut dimâğın, elle iş ve güç birliğidir. Zaman – mekân hatlarında yer alan fizik-kimya kuvvetlerinin doğrudan etkisi ile güdümünde yürümeyen dimâğ-zihin işlemleri manevî dediğimiz âlemdedir. İşlenen ise maddî dünyadır. İnsanın manevîyâtı ile içerisinde yaşadığı maddî dünya arasında dialektik bir ilişki yürürlüktedir —işte bu görüş, gerek İlkçağ Çin bilgeliğinin Taosunda gördüğümüz Yin – Yang karşıtlığında gerekse Eskiçağ Egeli bilge Herakleitos‘un mensur parçası "Savaş"ta ifâdesini buluyor. Maddî dünya ile manevî âlem, sav ile karşısav durumundadırlar. Bu ‘savlaşma’nın ‘evlâd’ı, başka bir deyişle, sentezi, ‘değer’lerdir.
2- İnançlar
İnsanları birarada yaşatacak kudret ile kâbiliyetteki değerler, inançtırlar. Bunların pek küçük bir bölümü, öteki inançların, dolayısıyla da değerlerin ‘anne’sidir.
Onlarıın kendileri, özge inançlardan neşet etmemekle birlikte, ‘inanç doğurur’lar. Bu ‘kaynak inanç’lardan doğmuş olanlar, özellikle maddî zemin ve zaman ile mekân boyutlarında geçer oldukları görülür. Mezkûr ‘inanç’lar —en azından, gündelik yaşama düzleminde— ‘bilgi’ durumuna gelir. Geçerli olup olmadığı soru konusu kılınmayan, ve yukarıda belirtildiği üzre, kendisi esas olup müteâkib inançları doğuran, üstün ve tereddüte mahal bırakmayan yaptırım gücü bulunan ‘inanc’a ‘imân’ diyoruz.
3- Kültür
Bir yahut birkaç merkez inanç (imân) etrâfında yahut altında tutarlıca derleştiğini tasavvur edebileceğimiz bir belirli inançlar bütünlüğü, belli bir Kültürü oluşturur. Bahse konu merkez inanç/ların dayandığı en temel inanç yahut belirli az sayıdaki inançlardan türemiş başka bir inançlar kümesi, akrabası olan yahut olanlarla birlikte oluşturduğu daha üst ve kapsayıcı kültür topluluğu seviyesine medeniyet adını veriyoruz.
İşte, insan olarak hayatımızı biçimlendiren —aile, oba, oymak, boydan millete dek uzanan— kültür katları, değer öbekleri demek olan inanc ilmikleriyle örülür. Bahis konusu inançların içerisine doğuyoruz. Başka bir söyleyişle, dirimsel (İng biotic) yapımız ile fizik çevremiz gibi, toplum-kültür ortamını da hazır buluyoruz. Bir şeyi hazır bulmak, onun, ‘ben’ olmadan önce varolduğunu gösterir. Yaşanan ândan önce varolmuş her şey ‘geçmiş’tedir. Toplum-kültür varlığını ifâde eden gelenek-görenek-âdet çeşidinden geçmiş değerler öbekleri ‘geçmiş’ten ‘şimdi’ye akıp varırlar. ‘İnançlaşmış’ bazı ‘değer’lerden kalkarak bedence ve ruhca kendi ‘ben’imi ve kültür-toplum ortamım ile fizik çevremi ‘değerlendiririm’.
4- Bireylilik
Dirimsel faaliyetleri (İng biotic functions) kesintiye uğratmaksızın canlının irdelenmesinde ulaşabileceğimiz en alt, en temel varlık seviyesi ‘bireylilik’tir. Hücreden başlayarak beşere dek her canlı bireyi kendisine vucut veren ‘altbirey’lerin bütünlüğüdür (Fr intégration). Meselâ, hücrenin çekirdeği, mitokondrisi, golgi cihâzı gibi yapılar, onda yer alan ‘altbirey’lerdir. Filvakî kendisini oluşturan ‘altbirey’lerden hareketle belirli bir hücrenin bütününü daha seçikce anlayıp açıklayabiliriz. Ancak, incelediğimiz hücreyi ‘altbirey’lerine, başka bir deyişle, organcıklarına ayrıştırdığımızda, onun canlı bütünlüğünü yitiririz. Böyle bir durumda o, ölüdür. Demekki, bilim işlemlerinde, yaşayan varolanı ‘altbirey’lerine ayrıştırdığımızda, canlı bütünlüğünü bozup ortadan kaldırıyoruz. Bu durum, yine bir dirimli (İng biotic) varolan olarak beşer için de geçerlidir. O da öyleyse ‘birey’dir. Her canlı birey, evrim basamaklanmasındaki (İtal scala) yapıca ve işleyişce (İng mechanism) karmaşıklık derecesi uyarınca, ‘bireyliliğ’inin farkına değişik raddelerde varır. Bir ağğaç, ışığın kuvvetine, marûz kaldığı basınca göre gelişip serpilir yahut tersine kurur. Bu, ‘bireyliliğ’in farkına varmanın bir derecesidir. Balık, ondan daha seçikçe farkındadır. Çünkü, dış etkenler, onun bünyesinde haz yahut acı duyumlarının ortaya çıkmasına yol açar. Bu durum, artık köpekte, kedide, devede, atta yahut maymunda iyice belirginleşir. Ne var ki, hiçbiri duyu boşandırıcı bir etkene marûz kalmadıkca, durduk yerde, acıyı yahut hazzı duyumlayamaz. Hele, acı, haz ve daha başka duyular üstüne düşünemez. Zirâ kavramlaştırma istidâdına mâlik değildirler.
5- İnsan-olma
Bahis konusu kuvveyi hâîz beşer, bunu içerisine doğduğu toplumda fiile dönüştürdüğünde, ‘insan’ olur. ‘İnsan’ın ‘bireyliliğ’iyse, başka hiçbir canlıda rastgelmediğimiz, ‘ben’ biçiminde tezâhür eder. Şu hâlde, ‘ben’ artık bir dirim birimi değildir. O, anlamagücünün verisidir. Böylelikle maddî değil, manevîdir. Bedenini, bünyesini duyumlayan beşerden kendisini anlayarak başkalarından ayırdedebilen insana geçiyoruz. Kendisini ilkin duyumlayarak, hissederek, bilâhare anlayarak başkalarından ayırdedebilen insanın temel varlık birimi ‘ben’idir. Zaman içerisinde oluşan duyma, anlama ile başkalarından ayırdetme kâbiliyeti ile birikimi, o belirli ‘ben’in tarihidir.
6- İrâde
Öyleyse ‘ben’, ‘tarih verisi’ bir varolandır. ‘Tarihi’ kesintiye uğrar, ‘tarihliliğ’ini unutursa, o insanın ‘benliğ’i sarsılır, giderek çöker. Beşeri meydâna getiren, bütün canlılarda olduğu üzre, evrim–genetik verisi ‘kalıtım’dır. O da, şu durumda, uzak geçmişten yakına ?soyoluş (Y filogenesis)?, yakın geçmişten şimdiye ?bireyoluş (Y ontogenesis) akıp giden sürec ile onun berâberinde getirdiği birikimdir. Görüldüğü gibi, evrimsel–genetik süreçler, tarihî olanları andırır. Şu var ki, insanın olmadığı yerde, ‘tarih’ten de bahsolunamaz. Zirâ, bulunulan ândan önce uzak ile yakın zaman dilimlerinde olup bitmiş süreçlerin incelendiği alan ‘evrim–genetik’tir. Bahse konu evrimsel–genetik süreçler, yer aldıkları yahut taşıdıkları canlıların ‘bireysel katkı’ları olmaksızın olagelirler. Bir tek ?artık ‘beşer’ değil? ‘insan’, ‘öz katkıları’yla, müdâhaleleriyle kendi ‘insan–oluşu’nu inşâa eder. Menşece zihnî olan bu ‘insan–olma’ isteğine ‘irâde’ diyoruz. Şu durumda beşerin evrimsel–genetik kalıtımı gayrıirâdî olmasına karşılık, insanın kendisini inşâa etmesinin sâiki irâdîdir.Ken? disini kendi isteği, yânî irâdesi doğrultusunda inşâa eden insan ‘bilinç’ sâhibidir. Bilinçlenen insan ise, kişileşir.
İrâde-sâhibi olmak, özden hür olmağı şart koşar. Bilkuvve hür olan insanın, hürlüğünü fiile geçirmesi, fiilinde tezâhür ettirmesi, irâdedir. Bu kendisini ilkin düşünme ediminde, bilâhare eylemde gösterir. Eylem de zâten, insana mahsus hareketlerin, onun düşünmelerinin semeresi olan düşünceler tarafından biçimlenip yönlendirilmeleridir.
Düşünceler, en basit olanları dahî, ömrün ilerileyen evrelerinde belirirler. Öncelikle tasavvur, zamanla da kavram birikimine kaçınılmazcasına ihtiyâç gösterirler de ondan. Yaşadıklarımızdan bizde kalan ‘iz’ler, temelde, duyu verilerinden neşet etmiş duyumlar ile bunlardan doğan duygulardır. Dışımızdaki şeylere veya olaylara doğrudan yahut dolaylı ilişkin olarak zihnimizdeki ‘resim’lerin ‘kaba hat’larını, duyu verilerinden neşet etmiş izlenimler ile bunların daha bir seçikleşerek genelleşmesi demek olan duyumlar oluşturur.
Hâfıza
Şeyler ile olayların zihnimize yansıyan sözümona ‘resim’lerine de, nitekim, tasavvur diyoruz. Bunların zaman içerisindeki düzenli ve birbirleriyle bağlantılı birikimiyse hâfızadır.
Olup bitmiş olanların belli bir sonra zihinde canlandırılması, hatırlamadır. İşte, üstüne düşünerek katlandığımız —tefekkür, efkârlanma (réflexion)— tasavvurlar, ‘resim’li olma özelliklerini yitirerek git gide kavram da dediğimiz zihin birimlerinden düşüncelere dönüşürler.
Hatırlayarak düşünmelerimiz, hep geçmişte başımızdan geçenler üstünedir. Olup bitenlerin bizdeki ‘iz’leri üstüne düşünerek —hatırlamalar, hatıralar— kendi ‘ben’imiz ile ‘çevre’miz hakkında düşünceler geliştiririz. Kendi ‘ben’imizi aydınlatan, kendimize açan düşünceler, bilincimizi oluştururken; ‘çevre’mize ilişkin olanlar, bilgilerimizi meydana getirirler.
Nihâyet, duyma-düşünme-hatırlama işleyişlerimiz ile işlemlerimizin tümü,
inanç varlığımızın zeminini teşkil ederler. Söz konusu varlığımız, geçmişte temellenip henüz yaşanmamış zaman dilimi demek olan geleceğe hamle yapar. İmdi, geçmişteki yaşadıklarıyla yoğrulup ‘pişen’ ‘kişilikli insan bireyi’, yaşanacakların nasıl olabileceklerini hep tasarlamakla meşguldür. İşte, hâfızasından sudûr eden onun bu bâriz vasfına ‘tarihî varlık sahası’ diyoruz. İnsan, hem birey hem de toplum olarak tarihî varlıktır.
‘Kişilikli insan’ın kendi ‘ben’ini belirleyen eşsiz özelliklerine kimlik diyoruz. Bireyler için olduğunca, belli bireylerin zaman ile mekânca biraradalığından doğan toplum bağlamında da kimlik söz konusudur. Sonuçta, ‘kişilikli insan bireyi’ vasfına uygun toplum da, varlıkca daha üst seviyede bir ‘kimlikli birey’dir. Nasıl tek bireyin kendi ‘benliğ’ini bilmesi kişisel bilinciyse, toplumun öz ‘benliğ’ini tanıması da onun toplumsal bilincini ortaya koyar. Birinde olduğu üzre, ötekisinde de bilincin esası, hâfızadır. Toplum hâfızasından kaynaklanan hatıralardan yaşayakalanlar, gelenekleşirler. Gelenekleşebilmiş maşerî (kolektiv) hatıralar ise, kendilerini, yaşayan toplumda örf, âdet ile görenek biçiminde duyurur, izhâr ederler. Örf, âdet, gelenek ile göreneklerin heyetimecmununaysa, o toplumun kültürü adını veriyoruz.
İmdi, nasıl, kültürsüz toplum olamazsa, aynı şekilde tarihsiz kültürden de bahsedilemez. Tarih, toplumun benliğine ilişkin bilinci, dolayısıyla, kimliğidir. Geçmişini topyekûn unutmuş insan, hâfızasını yitirmiştir. René Descartes‘ın "düşünüyorum, öyleyse, varım" düsturu uyarınca, hâfızası silinmiş olan, varlığına —yânî ‘benliği’ine— ilişkin bilincini de kaybeder, sonuçta, insanlığından olur. Böyle birine artık insan diyemeyiz. O, salt dirim seviyesine —yânî beşerliğe— rucu etmiş sayılmalıdır; buna ise, ‘bitkisel hayat’ denir. Aynı şekilde, geçmişini düşünemeyen, demekki, tarihsiz kalan toplum, ortadan kalkmağa hükümlüdür. Dünü olmayan toplumun yarını da olamaz. O, tıpkı hâfızasını kaybetmiş kişi gibi, değerlendirme yapamayıp anlamlandırmada bulunamaz.
Anlamlandırma ile değerlendirme, birbirlerini tamamlayan iki ayrı zihin etkinliğidir. Anlamlandırma, yapma ile inşâ etkinliklerinin asıl sâikidir. Değerlendirmeyse, yapılmış, kurulmuş, inşâ edilmiş olanın yorumu, takdîri ve yargılanmasıdır. ALLAH, her iki hassanın biricik mâlikidir. Yarattıklarının kuvvesi —sûreti ve ona eklenecek maddenin çeşidi, niteliği ile niceliği ve dahî Eflâtun‘un deyimiyle ideası— kendisinde saklı —hafî— bulunduğundan, O, her şeyin anlamı ile manâsına ezelden ebede müdriktir —tekâmüle dayanmayan, demekki, mutlak idrâk ile şuur (bilinç) Ondadır. Yalnızca hâlihazır varolan evren (kâinat) değil, olmuş, olan ve olacak bilcümle âlemler ALLAHda anlamlıdırlar. O, anlamlandırma yetisini (Fr capacité), varolan fizik evrende, bilebildiğimizce, bir tek insana bahşetmiştir —bkz: Hicr(15)/26;İsrâ(17)/85 ile 86.
Değerlendirmeye gelince: Madem yaratıcı Odur, yarattıklarının anlamını O, içkince bilir —bu bağlamda ‘anlam’, ‘manâ’ olur—, o hâlde ALLAHın değerlendirme yapmağa ihtiyâcı yoktur. Bunun istisnâsı insanla ilgilidir. Zirâ —Melekût âleminin sâkinleri hâric— sınırlı ölçüde, HÜRLÜKle şereflendirilerek yaratılmış olan, bir tek, insandır. Onun ne duyduğunu, hangi duygulara kapıldığını, ne yapıp ettiğini yaratıldığı ândan itibâren RABBi tarafından bilinmekle birlikte, ALLAH, ayrıca, insanın duyuşunu, düşünüşünü, hâl ile hareketlerini mütemâdiyen gözleyip değerlendirir —"De: Herkes kendisine has ~kendi kâbiliyetine uygun~ tarzda eyler; en doğru yolda olanları ~yolu seçenleri~ en iyi bilen RABBindir ~İsrâ(17)/84.
8– Tarihin Zemini: Akıl
Şu durumda tabîî ki, ALLAHın ölçüsünde olmamakla birlikte —çünkü insan, yaratamaz, sâdece inşâ edebilir—, anlamlandırma ile değerlendirme hasletlerini kişi, RABBİnden doğrudan doğruya almıştır. Başka bir anlatışla, bunları o, beşerliğinden —dirim cihetinden evrim yoluyla— tevârüs etmemiştir. Bu cümleden olmak üzre, ALLAH, yeryüzündeki halifeliğine insanı tayîn etmiştir —Bkz: Bakara(2)/30 ile An’âm(6)/165[1]. Bunu da ALLAH, Kendi Ruhundan kişinin beşer bedenine ‘üflemek’ sûretiyle izhâr buyurmuştur. Bundan dolayı da, Alman mistiki ile din filosofu Johannes —Meister (Usta)— Eckhart‘a göre, Ruhun insandaki tecellisi demek olan Aklın, öteki bütün şeylerin tersine, yaratılmamış olup ALLAHın Kendisini Özünden izhâr edişi olduğunu ileri sürmüştür.
Gücünü Akıldan alan zihin, dünyayı değerlendirir. Böylelikle bütün yaratıklar için ‘değerden-bağımsız’ olan dünya ile doğa, insanda ‘değer’ kazanır. Her ‘değerlendirme’ işlemi, Aklın isterlerine uyarak, bir sıradüzeni derpîş eder. Bu düzenin üç basamağı, ‘ben’, ‘ben-benzeri-olan-biz’; ‘ben-benzeri-olmayan-dünya-doğa’.
‘Ben’ ile ‘ben-benzeri’ alanları aslında önemli ölçüde kesişirler. Aralarındaki ayırım çizgisini çekmek zordur. İkisi, olanın tesbiti şeklinde tecelli eden ‘değerlendirme’nin aşılıp dar anlamda kültür diye nitelediğimiz kurma, inşâ etme mahalinde yer alır. Bu bakımdan ‘ben’i ‘ben-benzeri’ —yânî, ‘biz’— şartlarının bağlamından koparan Freudcu psikolojinin —psikoanalizin— yanılgısına burada işâret etmeden geçemeyeceğiz
Aslında bir değerlendirme-anlamlandırma bağlamı olması bakımından, gerek ‘ben’ gerekse ‘biz’ sahalarında, insan-toplum-kültür âleminin esası tarihtir. Hem bireysel, hem toplumsal kimlik, tarih temeli üstünde inşâ olunur. Kimlik inşâ olunduğuna göre, ortada anlamlandırma dediğimiz bir olay söz konusudur. Bu anlamlandırma işinin en geniş ve derin tezâhürü, kültürün inşâsıdır.
Öz ‘ben’imin inşâsı sırasında mensûbu bulunduğum değişik toplum katmanlarının kendilerine mahsus tarihlerinin ağır baskısını her dem duyumlarım. Bu duyumlama, insan-toplum-kültür çerçevesinde yer alan olaylardan ibâret değildir. Bahsolunan çerçevenin dışındaki fizik dünya-doğayı dahî yine kültürümüzün, dolayısıyla da tarihimizin gözlük camlarından seyrederek değerlendiriyor ve toplum–kültür tarihinden ayırdetmek maksadıyla buna doğa tarihi diyoruz. Gerçi Laikcilik-Positivcilik-Nesnelcilik dünyatasavvuru, giderek ideolojisi, dünya-doğanın, toplumlaştırlması-kültürleştirilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Kısaca evrim ıstılâhıyla dile getirdiğimiz ‘değerden bağımsız’ bir dünya-doğanın, ancak tahlil olunurak incelenebileceği öne sürüledurulmuştur. Ne var ki, adı üstünde, bu, bir dünyatasavvuru yahut ideoloji olduğuna göre, kendisi de, açıkcası, başlıbaşına bir değerlendirme biçimidir. Demekki doğanın ‘değerden bağımsız’ olduğu savının kendisi bile bir değerlendirme ifâdesidir. Şu durumda, doğa araştırmalarında ele alınan konunun yahut nesnenin ‘değerden bağımsız’ olduğu fikri, bizzât bir değerlendiriştir. Nihâyet, araştırmalardan elde edilen verilerin ‘yorum’lanması, ‘değer’lendirme değilse, nedir?
Tarih, belli bir bireyin yahut toplumun, kendi geçmişinden bulunduğu hâlihazır âna değin kotarabildiği, metafizik bir söyleyişle, bilincine varabildiği tüm müktesebât, birikim demek olduğu gibi; bu birikimin üstünde düşünerek onda yer alan olayları, süreçler ile varolanları neden – etki bağları çerçevesinde yeniden değerlendirme işini de dile getiren ıstılâhtır. Anlaşılacağı üzere, ikinci anlamıyla ‘tarih’, bir bilimin adıdır.
Birinci anlamıyla tarihin, her zaman ister birey, ister toplum biçiminde olsun, bütün insanlar için geçerli olduğunu yaşanmış örnekleriyle ilk defa akıcı bir uslupla tasvir eden Halikarnasos’lu (Bodrum) Herodostur (484-425). Sanıldığının tersine, o, bir vaka olarak tarihi ilk keşfeden değildir. Öncelikle medeniyet seviyesine erişmiş kültürler, öteden beri tarih bilincine sâhib olmuşlardır. Hattâ medeniyet aşamasını ulaşmamış kültürlerde de geçmişten gelen birikimler yaşanır. Geçmiştekiler ile şimdi yaşananlar arasında dikkate değer bir kırılma, bir fark yoksa, iki zaman kesiti arasında belirgin bir ayırım çizgisi çekilemez. Bu durumda, yüzeye yansımış bir tarih bilincinden bahis açılamamakla birlikte, yine de geçmişe ilişkin belli belirsiz bir ‘farkındalık’tan söz etmek yanlış olmaz. Demekki, değişik derecelerde olmakla birlikte, tarih, her toplumda bir biçimde algılanır.
Kendi medeniyetlerinin saçtığı parlak ışık karşısında körleşip basîreti bağlanmış, Yeniçağ Batı Avrupalı bir bölük önyargılı, kibirli filosof ile bunların kör topal yamaklarının tersine, onlardan iki bin küsûr yıl önce yaşamış koca Herodotos, tümüyle tarihten yoksun toplumdan söz edilemeyeceği gerçekliğini görüp kendisinden sonrakilere bildirmiştir.
Herodotos, bir vaka olarak tarihi bütün değişik vecheleriyle, çeşitli toplumları tanıyıp incelemek sûretiyle tesbit etmenin yanında, bunu soyutlayarak salt bir kavram olarak da irdelemiştir. Böylelikle bir nevi tarih sistematiğinin zeminini hazırlamıştır.
Gelenek ile görenekleri, örf ile âdetleri ve içerisinde bulundukları iklim, coğrafya ile topoğrafya şartları çerçevesinde farklı toplumlara mensûp bireylerin birbirlerine savaş ile barış dönemlerinde nasıl davrandıklarını bize karşılaştırmalı ve tasvirci tarzda hikâye etmiştir. Nitekim, Almancada —Geschichte— yahut Felemenkcede —geschiedenis— gördüğümüz gibi, tarih, kimi dillerde hikâye anlamına gelir. Ama bilim şeklinde ‘tarih’in belirlendiği Yunancada, Historia, ‘araştırma’, ‘malûmat’ anlamlarını içermektedir. ‘Historia‘, ‘soruşturmak’ demek olan historein masdarının isim hâlidir. İşte, genelde bilimi —επιστ?μ?— tarif edip onun aksiyomatiği ile sistematiğini ilk kez belirleyen Aristoteles (384-322), Historiayı belli toplum-kültür bağlamında olup bitmiş yahut gelip geçmiş olaylar ile kişilerin neden – etki bağlantıları dikkate alınarak araştırılması biçiminde anlayıp açıklamıştır. Tarihi Herodotos anlamında klasik Türkçede vakanüvislik —’vakaların kayda geçirilmesi sanatı’, ‘vaka yazıcılığı’—, Aristotelesinkisindeyse, tarifi ile sistematiği felsefede yapılan bilim olarak anlıyoruz. Daha Aristoteles, bilim olmakla birlikte, tarihin, doğa bilimlerinden farklı bir aksiyomatik ile sistematiğe mâlik olduğu gerçekliğine parmak basmıştır. Bilimmidir yoksa zanaat mı olduğu sorusu bilim felsefesinde henüz tatmin edici ölçülerde cevaplandırılamamış olan iktisâdı bir yana bırakırsak, insan-toplum-kültür âleminin kendisini doğrudan doğruya ele alan uğraşılardan —klasik mekaniğin teşkil ettiği— bilim ülküsüne en ziyâdesiyle yaklaşan tarihtir. Doğa bilimlerinin tersine, bilim olarak tarih, her ne denli konusunun bağlam çerçevesinde kendisi inşâ etmek mecburiyetindeyse de, sonuçta, araştırılan konu ile araştırıcısı arasında zamanca[2] fasılanın bulunması, öznel duygu bağlarının kurulmasını bir nebze önler. Bahsolunan fasıla genişlediği ölçüde bu bağın oluşma ihtimâli de azalır. Bu sebeple, bilimin nesnellik şartına en fazla yaklaşan ‘tarih’ kesimi, onun tarihöcesi (Fr préhistoire) yahud öntarih (protohistoire) kalıntılar üstüne girişilen araştırmalar alanıdır.
Devlet ülküsünde birleşmiş toplum demek olan milletin kimliği en seçik hâliyle ona ait topyekûn birikim üstüne girişilmiş sistematik çalışmalar anlamında tarih felsefesinin kurulmasıyla çıkarılabilir. Şu durumda tarih felsefesi, belli bir toplumun, milletin, kültür yahut medeniyetin kimlik çetelesidir. Nasıl kültürlerin oluşturabilecekleri en üst basamak medeniyet ise, medeniyetlerin dahî ulaşabileceği en yüksek aşama felsefîleşmiş medeniyet safhasıdır. Nitekim bellibaşlı felsefîleşmiş medeniyetler ile kültürlerin kimlik çetelelerini çıkarmış filosofları olmuştur. Bunu Eskiçağ Ege medeniyetine Herodotos ile Aristoteles; Ortaçağ Hırıstıyan medeniyetine Azîz Avgustinus ile Akinolu Thomas; İslâm medeniyetine Gazalî ile İbn Haldun; Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetine Galileo Galilei ile Isaac Newton; Yeniçağın İtalyan kültürüne Niccolo Machiavelli, Fransız kültürüne René Descartes, Jean-Jacques Rousseau ile François Marie Voltaire, İngiliz kültürüne William Shakespeare, Thomas Hobbes, John Locke ile David Hume, Alman kültürüne Martin Luther, Immanuel Kant, Johann Wolfgang von Goethe ile Georg Wilhelm Friedrich Hegel; Çağdaş cihânşumûl İngiliz-Yahudî medeniyetine de Adam Smith, Charles Darwin ile Karl Heinrich Marx yapmışlardır.
Sonuc olarak toparlarsak; gerek birey gerekse toplum düzleminde ‘insan-oluş’unu sağlayan, demekki ‘kişiliğ’ini kuran insanın zihninde açık yahut bulanık bütün baştan geçmiş olanların çetelesinin çıkarılması demek olan tarih, aşağıda dökümü sunulan konuları anlamca kapsamaktadır:
~Kişiler ile toplumlarda bilinçlenilerek —yânî, ‘öz bilgisi’ne erişilerek— ‘kimliğ’in oluşturulması;
~özellikle toplumun maşerî hâfızasında yer etmiş —gelenekleşmiş örf ile âdetler, esâtîrler, kıtlıklar, felâketler, tabîî âfetler, dinî-tasavvufî yaşantılar, iktidar kavgaları, iktisâdî bolluk yahut sıkıntılar, zafer destanları yahut bozgun üstüne ağıtlar, sefer yahut ricatlar, aşk maceraları ile hikâyeleri, yurtlanma efsâneleri cinsinden— yaşanmışlıklar, ya oldukları zaman ya da olup bittikten sonra kuyumcu titizliği ve dikkatiyle ayıklanarak kayda geçirilmeleri: Tariihçiliğin esasını oluşturan vakanüvislik;
~belli bir toplumda, kültürde, medeniyette yahut medeniyetler câmiasında maşerî hâfızaya nakşolmuş yaşanmış cümle olayları elden geldiğince dikkate alarak bunların, nasıl, neden ve hattâ niçin cereyân etmiş olabileceklerini sorgulayıp bilim aklının gerektirdiği nedensellik ile nesnellik ilkelerine uygun tarzda ya düzayak hikâye ederek ya da karşılaştırmalı biçimde izâh edebilecek açıklama örneklerini geliştirip önermek: Tarih bilimi;
~ve nihâyet tarih felsefesi: Bu da, yine, iki bölüme ayrılır: Tarih biliminin felsefesi ile tarih metafiziği.
Nasıl, tarih biliminin ilk şaşmaz örneğini Herodotos’ta buluyorsak, bunun felsefesini de ilk yapan Aristoteles olup Yeniçağda adını koyan da —Philosophie de la Histoire— Voltairedir. Tabîî, gerek Aristoteles’te gerekse Voltaire’de tarih biliminin felsefesi, tarih metafiziğinden besbbelirgin çizgilerle ayırılmış değildir. Yine de, bugün tarih biliminin felsefesi tâbiri altında tanıdığımız çalışma-inceleme alanına ilkin öncelikle Aristoteles’te rastgeliyoruz. Ama asıl oluşup olgunlaşması Wilhelm Diltheyladır (1833-1911).
Tarih metafiziğine gelince; onun da ilk dikkate şâyân simâsı Giambattista Vico‘dur (1668-1744). Bunun doruğunaysa, Hegel ile daha küçük ölçekte Johann Gottlieb Fichte‘nin (1762-1814) çalışmalarında ulaşılır. Ancak, asıl kayda değer hamle çağımızın önde gelen filosoflarından José Ortega y Gasset‘le (1883-1955) vukûu bulmuştur: Tarih, insan-toplum-kültür gerçekliğinin dışında, ondan ayrı mütâlea edilemez. Tam tersine, insan-toplum-kültür, ‘tarih ocağı’nda pişer. Her insan-toplum-kültür gerçekliği, ‘piştiğ’i ‘tarih ocağı’na göre ‘bakış açısı’ (Fr: perspectif) kazanır —bkz: José Ortega y Gasset: "Estructura de la Vida, Sustancia de la Historia", 23.s, "En Torno a Galileo"da; Espasa Calpa, Madrid, 1965.
Böylelikle her insan-toplum-kültür, öz tarihinden ötürü kendisine has bir gerçeklik ‘reng’ine bürünür. Buradan hareketle, ‘insan-tarih-toplum-kültür’ bütünlüğünden bahsetmek lâzım. Her tarih biriciktir; bu yüzden, hiçbir ‘insan-tarih-toplum-kültür’ gerçekliğini başka birinin bakış açısından açıklamağa imkân yoktur. Ancak, bunların arasında benzerliklerin, ortaklıklar ile etkileşmelerin olmadığı anlamını çıkarmak da doğru değildir. Tarihciliğin, ama özellikle de —gerek tarih biliminin felsfesi gerekse tarih metafiziği anlamlarında— tarih felsefeciliğinin zorluğu, ‘insan-tarih-toplum-kültür’lerin özgün gerçekliklerinin üstünde ve onları da kapsayan evrensel yahud insanşumûl değerler ağı var mı; varsa, cüzî birimlerin, bahsi geçen tümel (evrensel) değerler varlığı içerisindeki konumları, önemleri ile ilişkileri nelerdir, sorularında odaklaşmaktadır.
[1] Kur‘ân meâlleri için bkz:
"KUR’ÂN-ı KERÎMin Türkçe meâl-i Âlisi", Ömer Nasuhî Bilmen, Akçağ, Ankara, 1994.
QUR’ÂN, translated and explained by Muhammad Asad, Dâr al-Andalus, Gibraltar, 1980.
[2] Haddızâtında, medeniyetimizin klasik kaynak dili Arapcada tarih sözü zaman veya vakit anlamına gelir. Başka bir deyişle, zaman veya vakitle anlamdaştır.
Leiden’de (Felemenk) yayımlanan "İslâm Ansiklopedisi"nin 1979 Türkçe bakısında (M.Eğ.B., Istanbul) tarih sözünün, ortak Sâmî v~r~h köküne dayandığı bildirilmektedir. İbrancada ‘ay’ anlamına gelen Yerah da aynı kökten türemiş. Buna göre, ‘ay’ ile ‘tarih’ bir kökten çıkıp benzer anlam taşımıştır. Bahse konu anlam, bir taraftan "bir hâdisenin yahut tarihî vakanın vâdesinin tayîn ve tesbiti", öte yandan da "bunun vukûu ânını, zaman devresini ifâde etmek üzre gelişmiştir"(11.cilt, 777.s).
"Biraz Yakın Tarih, Biraz Uzak Hurâfe" (Kitabevi, Istanbul, 1998) başlıklı kitabının 63. sayfasında Ismail Kara beğ bizlere, Şemseddîn Sâmî beğin anıtlık "Kâmûs-ı Türkî"sinden (Ikdâm matbaası, Istanbul, 1899) hareketle, ‘esâtîr‘ sözünün, ‘nizâmsız kelâm’ (saçma) manâsına geldiğini söylüyor. "Nitekim" diyor, "zamanımızda da tarîh-i kadîm, hattâ tarih kelimelerini, ‘vâhî, boş şeyler’ manâsında kullananlar vardır. ‘O, tarihe karışmıştır", ‘bu, artık tarih olmuş’ denildiğinde, ‘yalan olmuş, sâde lafta kalmış’ yahut ‘adı, nâmı pâyıdâr olmuş, iştihâr etmiş’ manâlarından her biri kasdedilir…"
Arapca aslında ‘soyağacı’, ‘soykütüğü’ anlamına gelen ‘şecere’, İslâmîleşmiş dillerden Malaycada ‘tarih’e karşılıktır.
EVOLUTION: THE EPITOME OF THE EMERGING CONTEMPORANEOUS GLOBAL CIVILIZATION
ABREVIATIONS
ACKNOWLEDGMENT
This paper was prepared during my one-term stay (June – September, 1995) in Kuala Lumpur/ Malaysia, where I lectured for the second time at the International Institute of Islamic Thought and Civilization (ISTAC), administered by its founder–director Professor Dr Syed Muhammad Naquib Al-Attas to whom hereby I wish to express my feelings of gratitude.
I am indebted also to Professor Dr. Alparslan Açikgenç (University of Fatih/Istanbul), Dr. Dustin Cowell (Department of African Languages, University of Wisconsin/usa) and Professor Dr. Ernest Wolf-Gazo (American University in Cairo/Egypt) for their comments, suggestions and corrections on the draft.
I. SYNOPSIS
(1) Although evolution as a term came to be used in biology and was primarily meant to designate an exclusively biotic process, it gradually grew out of, and went even beyond, the bounds of this special domain. Eventually, it has become a kind of trademark to a particular civilization, within which we have been living over the past one hundred years, and, moreover, the one which casts at present its spell over all nooks and crannies of our entire globe. The present civilization, in addition to the preceding one, namely the modern western European which was backed up by the materialist–mechanicist world picture and laicist–secularist world view, added to those aformentioned elements the very conception of evolution. in the materialist–mechanicist world view, the religiously determined belief in necessity was still there, though it might be in a rather dormant state. But, with the advent of the post-Darwinian doctrine of evolution, the last vestiges of necessity had also to vanish. Furthermore, thanks to the conception of evolution and also as a necessary outcome of the modern western European civilization’s cardinal principle, secularism, the idea that human is a Got-granted sanctity had to be thrown overboard. Stated in a different manner, evolution is the one conception that draws to the end the thought process set off by secularism.
(2) While laicism is a doctrine about political conditions, secularism refers to the inner state of the human being. Again, laicism is the outcome of the mediæval Christian European civilization. Europe was twice divided into two. On the one hand, the old rift between Rome of Ancient times and her North-Eastern Germanic neighbour had been going on during the Middle Ages, while on the other the socio–politcal authority had been shared by two opposing power bases, namely, the clerics, who claimed a hierarchically ordered successorship to Jesus, God in human shape, and the worldly laymen. The latter, in turn, were again dividedamong themselves into the ruling nobility (dynasties), landlords, farmers, landless peasants (servants), slaves and merchants (mainly Jews) who at a later date formed a new class, the bourgeoisie. A constant struggle between the clerics and laymen went on for the supremacy over who would rule the Christian state. The scores were finally set by the 1789 Revolution, at the end of which the laymen won a resounding victory over the clerics. Once the clerics were overcome, the laymen on continental Europe began to quarrel among themselves: class struggle, first between nobility and bourgeoisie, afterwards, between bourgeoisie and proletariat.
(3) The regime based upon the political power exercised by clerics is called theocracy. Anyone accusing this ruling class for whatever reason is relentlessly charged of committing blasphemy, because the cleric regards himself and his peers as God-sanctioned and prolongation of the Divinity in the world. He is in a sense infallible.
(4) Had there been no military, there would have never been any civilian. Any one who does not belong to the military establishment is a civilian. Likewise, one who is not a cleric must necessarily be a layman. Furthermore, a regime, if not theocratic —i.e., political power held not by clerics—, must be laic. What would there be, then, if you have no clerics? You cannot have a theocracy as a regime. This is exactly the case with the commonly accepted Islam, that is, the Sunnite islam. There has never been in history a state bearing the adjective “Islamic” or “Müslim” and ruled by clerics, merely because such a class does not exist in the fundamental creed of Islam.
(5) In Islam and for that matter in the unadulterated revealed religion, the Divine message and God’s messenger —i.e. the Prophet— are followed, in order of importance, by conscience and reason. The former is regarded as God’s speech, and the latter as our own faculty to interpret and attune it to each and every element we receive from the outside —perception. With the onset of the modern European civilization, conscience was not seen any more as God’s speech in us —humanism. After having denied my inner self, conscience
(6) The human who accepts her/himself as consisting of a mechanically-functioning being constructed from matter will not exceed the level of ‘manness’. ‘’Man’
(7) Evolution, though it has to face, due to its treatment of the past, insurmountable difficulties concerning verification and falsification, and hence not yet well-established; particularly with respect to its heuristic function, epistemologically, however, it is a member of life sciences in its own right.
(8) Towards the end of the nineteenth century, evolution was seen to have outgrown the inere size of a scientific hypothesis,though it might appear, especially to its fanatical adorers, rather as a theory.More and more it was taking over the gigantic dimensions of a doctrine woven out of a trefoil of cardinal dogmas: random mutation, struggle for existence and natural —whatever this natural means!— selection. It was no longer a modest attempt at describing the great variety of species, but a daring inquiry into the nature of the origin and formation of species. Toward the Twentieth century, it had attained the status of a stronghold of the newly emerging, that is, the present-day civilization, the one I may call Anglo-Judaic global civilization.The clear-cut process of human’s dehumanization, begun after the advent of the modern western European civilization in the Sixteenth century, has been almost finalized by the Anglo-Judaic global one. The ultimate ideal of the Humanus religio–ethico–bellicus wasto overcome his biotically determined man (Homo)side through struggle, the Qur’ânic Jihad. The purpose of life for the Homo biotico–economicus,on the other hand, is to ‘hominize’ himself through constant individually conducted competition, exploitation —thence imperialism— and material acquisition —the drive for profit. Starting with capitalism, the ‘center board’ of the Anglo-Judaic global civilization, all contemporaneous ideologies, such as communism, fascism and national socialism, have snatched their due share from the doctrine of evolution.
(9) I shall, in what follows, attempt to differentiate analytically and illustratively the hypothesis of evolution from the socalled doctrine of evolution. The treatment of the definition and dissection of the problematic term Anglo-Judaicglobal civilizationwill be the subject matter of a separate, independent study.
II. INITIUM SAPIENTIAE TIMOR DOMINI
Those who break Allah’s Covenant after it is ratified… And do mischief on Earth: These cause loss (only) to themselves.
Al-baqarah, 2/27.
(1) A new civilization to be dominant worldwide is emerging for the first time in history, i.e. the contemporaneous Anglo-Judaic global civilization.This is in fact a direct outcome of the modern secular western European civilization which can be traced back as far as the Lutheran Reformation that took place in the early Sixteenth century.
The Reformation launched in the early decades of the Sixteenth century thus brought the existing civilization to a crossroads: a fresh beginning was being sought. This beginning brought about a new civilization, the modern secular western European, which was set apart from the foregoing one. It was unique in its kind in that for the first time in history a spiritually-minded legacy was put aside.
(2) Seldom do we come across facts that might seem as cross–cultural. In fact, the common grounds that lie behind this phenomenon are values superimposed globally by the modem secular western European, as well as, especially from the late Eighteenth century onwards, by its offspring and successor, the Anglo-Judaic worldwide civilization.
In this treatise I try to expound how both secular civilizations replaced a spiritually-minded legacy with various world pictures (G Weltbild)derived from particular sciences. The modem secular western European civilization, through a conception represented primarily by celestial mechanics, with heliocentrism as the focal point, as well as the Anglo-Judaic contemporaneous global civilization, through the notion provided by biomechanics, focusing thus on the hypothesis of evolution, lead to the world picture known as mechanicism–materialism.
(3) Out of the world picture comes world view (G Weltanschauung)and so does ultimately ideology along with its ethical, political and economic consequences. However, ethics or morality pertain only to the monotheistic revelatory religion; therefore, in all other traditions, social rules need to be qualified as mores or customs.While religionis in principle a God-given, and thus superhuman structure composed of moral guidelines, i.e. codes of faith; ideology,on the other hand, is a human-made closed circuit philosophical construction set up mainly by economic–political dogmas.Hence, the latter emerges, as a result of the homo economicus in contradistinction to religion’s homo religio–ethico–bellicus.
III. AMOR FEMINÆ
The Prophet said that woman prevails exceedingly over the wise and intelligent, while, on the other hand,gnorant men prevail over woman/ for in them the f›erceness of the animal is imprisoned.
Rumî: Mathna›uî, Book I / 2433 & 2434.
(1) There are many more than just a few features so far known to us that set the human being apart from ali other living and, of course, non-living things. Indeed, we do not even need to go to very far-fetched facts treated by that artificial and unfamiliar undertaking, termed since Aristotle (384-321) as “science”,to realize this. One of our vital, enchanting and, at the same time, common endeavours of daily life is the feeling of lovetowards our friends, parents, children, kin and country; the ladder may lead us up even to the most transcendent and absolute being, God. Although love can be generalized at all levels of our lives, it emerges, primarily, out of the source wherein the relationship between woman and man is cherished. Is it unique to humans? Yes, it is! Let us not be duped by its strong biotic ‘flavour’. It is part of our primary biotic constituent elements: the firing mechanism of reproduction, the necessary device that empowers the species to survive. Still, in human beings this is not the whole story. Without resorting to the supreme level, love of God, we can discover love’s very human complexion already at the biotic level, or more precisely, in reproductive-sexual mechanisms. Let us pick up this common-place version of love from a newspaper story and see what distinctive human characteristics it displays:
“…Marina closed her eyes and made a wish before blowing out the candles on her cake. It was not difficult for her friends to guess what it was as she had made similar wishes two years running. She wants a good husband.
Beautiful and intelligent, with a great sense of humour, and financially independent, it may seem surprising that at thirty two, Marina is still very much single with no boyfriend in sight.
But then she is not alone. Marina is among the growing thousands of Malaysian women in their thirties who are still unattached. ‘… I cannot stand hypocrisy and I do not like being treated like a fool. …All I want in a man is honesty. He does not have to look like…’ she laughs. ‘But seriously’ she continues ‘he can be average-looking but he has to be genuine..’
Equally-attractive Florence, a journalist, airs almost the same complaint. She is thirty six and admits to being more than ready to settle down and have children but bemoans the fact that the right man has not come along either.”
If the desire to get married and bear children were some kind of elaborate extension of a mere reproductive-sexual drive, then the two persons mentioned in the foregoing newspaper excerpt would not remain so unyielding. Animals, even those belonging to groups with highly complex organizations, cannot chose their mates for copulation. Olfactory and/or audio-visual —that is, chemical–hormonal— factors trigger copulation processes. Thus, there is no sense in qualifying copulatory–triggering mechanisms; love affairs are primarily a matter of choice involving free will, an essentially human attribute.
Again, in this context, going back and referring to Maulânâ Jalâ al Din Rumî (henceforth Rumî: 1207 – 1273), we perceive that when the veil of form is swept aside, the Sufi poet beholds in woman eternal beauty, the inspirer and object of all love and regards her, in her essential nature, as the medium through which that beauty reveals itself and exercises activity. Ibn al-Arabî (1165 – 1240) went so far as to say that the most perfect vision of God is enjoyed by those who contemplate Him as woman.
From time immemorial, love has been the central theme in human life, with woman as the principal player of this drama. Man assumes a rather accessory role in this ‘play’. Love, just as the humanness which it reflects to the fullest extent, is twofold: it has its biotic (reproductive-sexual) side and its spiritual aspect. While man stands for the biotic layer —through his easy excitability by sight, smell and sound coming from the opposite sex— woman represents the Divine-spiritual facet of love. This is, of course, a gross generalization, without which we are, after all, unable to proceed with the investigation of our subject matter. Generalization provides us with the necessary pattern or paradigm of the subject matter under investigation.
Following the Taoist yin – yang principle, we canpin down female rudiments in man and in woman certain male factors. A man who develops a very complete, purified and unbiotic love towards God is known to be a saint (A walî). Furthermore, the overcoming and suppression of eroticism, in other words, animality must be regarded as an enormous achievement of the self (A Jihad)for man as male. It is more usual for man to assume the image of the saint. The more a man moves away from the erotic level and comes closer to that contemplative stage we call love, the more he will display womanly attributes such as patience, consistence, care —of which motherlinessis the ideal state—, compassion, determination, willpower, thoughtfulness, in contrast to straightforward physical activity, understanding, penetrating vision, intuition of existence and essence, the ability to dig into the depths –archæology– of the other’s soul (alter ego), and hence succeed in bridging over the hiatus between ‘you’ and ‘I’. Love,briefly defined, is the closing of the gaps that detach ‘you’ from ‘I’. All that lies outside and beyond ‘I’ is some sort of ‘you’ or ‘non-ego’. Plato (427 – 347) calls the basic or initial phase of this development ‘eros’ —sexual passion— and the supreme stage ‘Sophia’ (A Hikmat).In ‘eros’, ‘love’ stretches itself from ‘I’ to ‘you’, that is to ‘my–next–to–me’
(2) It is merely the angle of our view, or the lens through which we are looking, that determines whether an event, or a process, is value-vacant or value-laden. It is evident enough that we cannot cut ourselves loose altogether from our humanness when stepping out into nature in order to investigate it. Does not value-vacancy mean to put one’s humanness into brackets? This is, after all, another sort of human attitude: a negative, simulated one. Why, then, deny or hide the fact that whosoever observes or investigates nature is a human being? Within the limits of mediumscale physics, that is, classical mechanics, this bracketing of our humanness might not affect the state of affairs in any manner.
However, it means a great deal in the life sciences and in those branches of physics as well that investigate the various microcosmic domains such as quantum mechanics and macrophysics, cosmology, for instance. This bracketing alters the chief axiom upon which the epistemology of modern science stands; that is to say, the assumption that science’s subject matter, nature as a whole, as well as its myriad different varieties of elements, is not value-laden. Nature, the subject matter of Galilean–Cartesian–Newtonian, namely, modern science is value-vacant. Hence it can only be described and explained along mechanistic causal paths, and never according to purposiveness. In addition to the axiom of the ‘value-vacancy’ of science’s subject matter, modern science’s ‘mechanistic causal’ explanatory pattern is its other principal axiom. Both axioms intend to impede possible incursions of anthropomorphic, anthropocentric, subjective, sensational, and emotional elements into the matter under scrutiny. But intention or design as such already indicates that there is, nevertheless, an overt or implicit sort of evaluation which, in turn, demonstrates that the human view of nature is of course value-laden. We are up against a value-ladenness that pretends to remain value-vacant. This is the plain paradox upon which modem science and, in fact, the New Age resides. Modern science’s postulation that the research object of natural stuff and conditions should be regarded as value-vacant has promoted materialist– mechanicist–laicist modern western European civilization to an ever more alien and even hostile stance toward nature. Indeed, mechanism with its two other siblings, materialism and laicism, epitomizes man’s alienation from himself and nature. Evidently enough, from the time it was first defined by Aristotle, science has never tolerated that sentiments, daily grievances and current political considerations ever creep into its research activities. But in order to reach this goal it is wrong, if not completely senseless, to remove man, the executive agent of research and evaluation, from the scenery.
Moreover, what would be the scientific advantage if we delete the question “why?” with regard to organisms and their organs? Common-sense questions like, “why are there eyes?”, “to what end do incisor teeth serve?”, “why do dogs turn round before lying down?”, “why do planets not run loose from their respective stars?”, are semantically different from asking “how do planets revolve?” Yet, the former questions are not regarded, in the natural course of our daily lives, as conveying misguided information. Only within the scientific domain is the human view of life and the world accepted as deleterious to knowledge. Anyhow, do these strenuous efforts to keep science clear of ‘human flavours’ really pay of?
There is noway to give an instantaneous ready-made answer to this question.
Now, before further elaborating upon these arguments, let us ask what science is. The answer is to be found in modern science, the role model of which was formed by Galilean–Cartesian–Newtonian, namely, classical mechanics. Likewise, it is according to the understanding of classical, that is, Galilean –Cartesian–Newtonian mechanics that the modern era’s world picture gradually took shape from the late Seventeenth century onward. This is the world picture from which all modern world views and ideologies sprang forth, capitalismbeing the spearhead and principal one among them.
(3) The world picture that stems from classical mechanics is known as materialism–mechanicism–laicism. Materialism is so termed because, according to its assertion, ‘matter’is the basis of all sensible research. Any statement which cannot be based upon matter, must be, in principle, considered speculative. Within the materialist–mechanicist–laicist mentality there can be nothing more humiliating and devastating for a thinker or researcher than being accused as “speculative”.
As for mechanicism, it has come to mean that everything material in the universe and nature runs according to the nomology of mechanics and along routes traced by engineering. In accordance with this view, the Universe is constructed in a simple manner, engine-like, open to all experts in the matter, and intelligible. Anything that does not run like an engine and can therefore neither be described to the minute details nor conceptualized through induction and clearly defined along the mechanistic causal path is rejected at once as something unscientific. Whatever thing or process that does not fit into the frame of the materialist–mechanicist philosophy-science system is accepted as unreal. Hence, real is the mechanic process, which can be conceived and thereupon explained within the logico–empirical fabric. This leaves no place for theological truth which, in principle, should be looked for beyond the domain of all logico–empirical possibilities. This kind of assessment of the world, nature and human life we term laicism.In other words, ridding our lives of all possible and imaginable theological and holy rudiments is the matter of an ideology; that is, laicism. The purge starts with the main vehicle of human communication, namely language. The most radical version of this purge, as Syed Muhammad Naquib Al-Attas maintains, has been undertaken againg the languages of Muslims,
Once language has got rid of theological elements —terms, phrases, concepts— it will become easier to draw generations away from traditional influences emanating from religion. A person removed from this religious fabric will lose her/his most important support and become wieldy, and uniformity takes place where personal stamina is lacking altogether.
Personality represents our humanness, and when this ceases to develop, it is merely the biotic side that remains; consequently a dehumanizedbeing arises. A human being oblivious of her/his spirituality regresses to the level of an economic (L Homo economicus)and biotic being (L Homoferus).
Thus it is the human being, endowed with spirituality, who can be qualified as value-laden.
IV. ECCE HOMO
Of course! I know whence I originate:
Unsatiated like the flame,
I glow and consume myself
Everything
I grasp will turn to light;
And what I let go turns to pitch black;
No doubt, I am flame!
Friedrich Nietzsche
(1) While traveling by train from Vienna to Budapest, in May 1994, I noticed two women, around twenty years of age, coming out of their compartment. They appeared to be chain smokers and avid talkers. They were debating so ardently that they usually forgot there might be people around overhearing them. I could figüre out from their conversation that they had just met on the train on which they were traveling. One of them was Serbian, light blond, in the early stages of pregnancy, whereas the other was Hungarian, a slim brunette with an eloquent countenance. Their beauty was rather eye-catching and the theme and manner of conversation utterly indicative. The blond must have been slightly older than the brunette. This was to be seen from her appearance as well as the way she counseled the other one on the intricacies of life, particularly concerning the relationship with males:
“Do not believe them, their approach is almost always the same: until they trap you they are gentle, show a feigned tenderness and understanding. Once you are in their fold they will display their true face; in other words, they are going to lie to you and betray you all the time. On the other hand, they will expect you to be loyal and devoted, regard you as meek and submissive and themselves as strong breadwinners.”
In perfect German she kept on with her anti-male discourse, while the other one listened quietly, but tensely, interrupting now and then her recently acquainted pal with brisk questions in a relatively poor German. The blond woman switched over to disclose certain important points of her life:
“At present I am traveling to Belgrade to visit my parents. But I am not going to stay in that boring awful hole (Kuhkaff)for long. I got pregnant by a guy I came across. The baby will enable me to acquire permanent residence and later citizenship in Austria as well as a regular, considerable child allowance. Austria as well as other central European countries are, after all, noticeably short of offspring, Therefore, it seems to me that particularly Germany and Austria are willing to offer generous sustenance to childbearing women, especially if they are fairskinned. So why not utilize such a prodigious opportunity? What shall I do with the baby? All right; I am going to give it away to a foster house (Kinderheim). There they will certainly take good care of it.”
After having traveled for nearly three hours we arrived in Budapest. When the brunette got off the train, the blond stayed on to continue her journey.
What sense can we draw out of this talk? If we undertake to generalize the foregoing episode, the consequences seem to be rather ominous; consequences which may even jeopardize the foundations of human life, based as it is on the family. The disintegration of family life has turned into such an everyday occurrence that its repercussions can be witnessed all over the globe, as we can see in Sussy Chako’s novel “Chinese Walls” (1994), rewiewed by Wong Phui Nam in his fortnightly appearing literary column in “The New Straits Times”:
“Born and raised in Hong Kong by Indonesian-Chinese immigrant parents, resident at various times in the United States and countries in Asia and Europe until her return to Hong Kong, married to a Greek musician and now workingfor an international Corporation, Sussy Chako (Xu Xi) may seem to belong to the kind of corporate world that exists in the pages of business magazines published out of Hong Kong … “Chinese Walls” is about love and the moral perversions that result from the blocking up of the channels of the heart through which flow the natural human affections. There is the mother of the family who denies her motherhood to her children, transferring her capacity for love to collective abstractions such as ‘Chineseness’ and tradition, unaware of the contradiction to the teachings of the Catholic Church. All this she does out of her sense of deep isolation, as the culturally displaced, long-suffering wife of a philandering businessman husband. The husband himself, the father of the family and an eight generation Indonesian-Chinese, finds his own outlets in occupying himself with his mining ventures, in cultivating a boastful pride in his business successes and with prostitutes and geishas. Ultimately, however, he finds the grace to admit to his daughter his one great failure in life, which is a failure to love. The constant quarrels of the couple drive Ai-Lin and the younger of her two brothers into an incestuous relationship as a defense against the vanishing security of their world. Maimed for life, the brother loses a clear sense of identity of himself and grows up into a bisexual, eventually to die of AIDS as an illegal alien in the United States.”
(2) The disintegration of human communal life is not a single, onetime event in history. But it never before occurred on such a scale that in so short a span of time, within the one hundred and fifty years, that is to say, 1850 – 2000, it has virtually left no person untouched worldwide. The down-right disintegration of communal life has brought in its wake the decadence and degeneration of persons, the deformation of the human psyche. All naturally and culturally assigned places of each and every being —humans, among others— have become confused, confounded and finally lost. First and foremost, communities have been torn away from their respective frameworks of belief, and thus left virtually shelterless.
(3) We encounter outstanding civilizations, such as the ancient Chinese, Indian, Pre-Islamic Iranian, Sumerio–Assyrio–Babylonian, Hebraic, Egyptian, Palestino–Phoenecian, Ægean, Christian, Islamic, modern western European and Amerindian, throughout the last, say, five thousand years.in contradistinction to noncivilized ones, from some of the distinguished civilized cultures, including the Chinese, Indian, Middle Asian Turkish and Mongolian, Tibetan, Korean, Japanese, Khmer, Thai, Malay, Incan, Aztec, Iranian, Sumerio–Assyrio–Babylonian, Hebraic, Egyptian, Palestino–Phoenecian, Antique Ægean, Roman and Teutonic, remarkable traditions of wisdom and technical wizardry have emerged. Nevertheless, with the exception of the Antique Ægean, none of these ever brought about that historic watershed, the philosophy-science system’s constitution. The foundations of both philosophy and science were laid in Western Anatolia —Asia Minor. But the institutionalization of philosophy in terms of definition and education was achieved by Plato —moreover the founder of the first institution for higher education in history, the Academy—, and that of science —out of philosophy— by Aristotle, creator of the most ancient institution for higher education after the Academy, the Lyceum. Both the Academy and the Lyceum are the precursors of the latter-day Madrasah in the Islamic realm and the university in Europe and America.
(4) Aristotle defined and founded science along the patterns that living beings —the organismic domain. In opposition to the Sophists, the intriguing forerunners of modernity,he did not deny the archaic animisticlegacy altogether. In fact, sophism is the first historic stage of the unfaltering process by which humanity came to lose its ingenuous naturalness. Hence, sophistry embodies many of the attributes that make up modernity such as witticism, effectiveness, stylishness, snippiness, cleverness, cunning, trickery, deceit, pretense, arrogance, sarcasm, impertinence, impiety, exploitation and hostility towards as well as alienation from Nature.
On the other hand, breaking off with the animistic custom, Aristotelian classical science took up single facts unimpededly as objects of research. Yet, it regarded nature and the world as an ordered, harmonious whole —Cosmos— in line with the animistic belief. He regarded, with admiration and wonder, the world as a ‘pre-established harmony’. Where ‘struggle’ or ‘strife’ reigns, there is no order, no necessity, just chaos.In Aristotle’s view, however, the universe is an ordered whole —Cosmos— subjected to and administered by the eternal law of reason —Logos.
Now, all that can be explained is of course also knowable; concurrently, what is unexplainable is unknowable. Hence, the ultimately unexplainable is certainly the absolutely unknowable. If Divinity is the absolutely unknowable, how do we, then, come to ‘know’ Its attributes? Logically, it is impossible to start to mount the absolutely unknowable from the known and knowable. So what we do is to believein them —or we do not believe, which, in turn, is also a belief.We can know only that which is given to us in our mediate or immediate experiences. All that goes beyond the extent of our experiences is not only unknowable, but also unimaginable. We work out our perception data through imagination. Hence hypotheses, the thresholds to knowledge, are brought about. So the precondition of knowledge is nothing except imagination. Unless there is imagination, there will be no knowledge. If, consequently, the contents of our beliefs cannot be extracted from experience and, thus, are not given in our imaginations, from where do they come then? There are two options: they emerge either, from the human’s inner nature, in other words, genes, or from a supernatural source; This is, after all, a fake dilemma forged by the modern laic European civilization’s materialist–mechanicist world picture. According to it, if there is any substance to the term ‘belief’, then the fact with which it corresponds must arise from genetic processes. In case this cannot be demonstrated, ‘belief’ should be accepted as null and vacant, and consequently be thrown into the ‘dustbin’ of history. Since belief is a human being’s most essential attribute, and at the same time the key to open the gates of knowledge, to pluck him of this ‘ground’ means to rob him of his humanness. In this case man is left over to his biotic solitude and wildness. It is only after he grows out of his ‘manness’ into ‘humanness’ that his true form and function becomes apparent: the ‘not–lonely–any–more–culture–founding human being’ versus the ‘lonely–wild–non-viable–biotic–being’. In his man–phase, he is the outcome of and subject to a natural process: evolution;whereas elevated to the ‘supra–man stage’, he unfolds and forms himself freely: history.While evolution is a process, running beyond human involvement, history is a man-directed procedure, in short, development. Briefly reiterating, history is the increasingly believing and thereby knowing human developmentarian —unlike nature’s blind process of culture formation. Furthermore, beliefs are culture’s founding blocks. Therefore, where there is a human being, there must be beliefs. Accordingly, unless there are beliefs, there is no human being: ubi fides, ibi homo.
V. HOMO SAPIENS SAPIENS
“The first thing Allah created was reason.And He said to it ‘turn thy face to Me’ and itdid. He said ‘turn thy back to Me’ and itdid. And He said: ‘swearby My greatness that I created nothing closer to Me than thee. I draw forth by thee, I endow by thee, I reward and punish by thee”
(1) “Traditionally, homo has been associated with brain enlargement, the acquisition of culture, a reduction in emphasis on mastication as a means of food preparation and breakdown, and a bipedal gait…”
Due to the above and other of his physical features, man has been classified in the genus Homo which, in turn, is considered to form a part of the animal kingdom. With respect solely to his biotic features, man is certainly a member of the animal kingdom, and proceeding from this, stands in the realm of living beings. Together with all other living beings, he is made of subatomic, atomic, molecular, cellular and histological structures, and the question may be asked: is this all? According to the mechanicist–materialist–laicist modern world picture, the answer is a definite, “yes”! If nature, non-living and living beings as well as man himself, are looked at through the ‘window’ of the aforesaid world picture, all events, features, mechanisms and functions can be located within the coordinates of time and space.
The difference between man and other living beings, including primates for that matter, does not amount to any thing more than quantitative diversity. This has been the superficial and deficient ‘official’ view of the laicist modern western European and contemporaneous Anglo-Judaic civilizations. First it was man’s abode, the Earth, to lose its sanctity; then it was time to quit his own status: an incessant process towards a total uniformization. in a completely mechanized world, every possible hallmark is eradicated, a case nowadays encompassing all humankind.
(2) “Life began about three billion years ago, probably just once. The earliest organisms were short tretches of nucleic acid floating in a chemical sea. Since then, tens, perhaps hundreds of millions of different species of animals and plants have appeared on Earth. Most are extinct, but many millions are alive today. Whence did they all come?
“One view is that every living being has a distinct and independent origin by special creation; another is that most organisms evolved from simple life–forms but that humans are unique, as they are Deity’s representatives on Earth… Most biologists believe that all creatures are interrelated and descend from a common ancestor. The most effective proponent of this idea was Charles Darwin. His theory of evolution, set out in 1859 in “The Origin of Species”,is now so widely accepted that it is in danger of becoming an orthodoxy…” Most of the current text books of biology accept the fact of human evolution; “…an acceptance now so complete that we forget that in its day it represented a basis for any scientific argument. Why do nearly all scientists believe that evolution has occurred and that we are its products?
Darwin’s argument of ‘descent with modification’ is simple; it has four main parts:
—Organisms differ from each other in ways that are inherited: there is variation;
—more are born than can survive: a strugglefor existence;
—certain inherited variants increase the chances of their carriers’ survival and reproduction: natural selection;
—selection leads to the accumulation of favoured variants which, over a long period, produce new forms of life: the origin of species.”
All living beings grew out of the same roots, the prokaryotes. Furthermore, non-living and living beings arise from a common source, that is, matter. In classical mechanics matteris considered as “consisting of massive atoms which combine to form molecules in accordance with the principles of chemical combinations. The mechanical energy associated with the motion of the molecules within any body accounts for its temperature; the fields of force between them explain gravitational, electric, and magnetic attraction and repulsion…”
This much, however, can be said: “Throughout the centuries that have elapsed since the revival of natural philosophy during Renaissance, the concept of matter has changed its character quite fundamentally. Accordingly, in the present state of scientific thought, all earlier questions about, for instance, the relation of matter, life, and mind need to be entirely reconsidered. When, for example, Descartes classified matter and mind as distinct substances, he was putting the concept of mind and mental activities in opposition to a concept of matter as inert extension, a concept which is now discredited…”
So we arrive at a leveling stage: a stage wherein everything is placed and assessed on the same level. Epistemologically this state of affairs is treated within a formal framework called algorithm. Indeed, an algorithm represents mirrorlike the philosophical outlook of mechanicism–materialism.
(3) “An algorithm is a formal process that can be counted on —logically— to yield a certain kind of result whenever it is ‘run’ or instantiated. The idea that an algorithm is a foolproof and somehow mechanical procedure has been around for centuries, but it was the pioneering work of Alan M. Turing, Kurt Gödel and Alonzo Church in the 1930s that more or less fixed the current understanding of the term. Three key features of algorithms are important here:
i. Substrate neutrality: the power of the procedure is a result of its logical structure, not of the materials that happen to be used in carrying it out. Long division works equally well with pencil or pen, paper or parchment, neon lights or skywriting, using any symbol system one might prefer.
ii. Underlying mindlessness: although the overall design of the procedure may be brilliant, or may yield brilliant results, each constituent step is utterly simple. The recipe requires no wise decisions or delicate judgments on the part of the recipe reader.
iii. Guaranteed results: whatever it is an algorithm does, it always does it, provided the algorithm is executed without misstep. An algorithm is a foolproof recipe.
Algorithms need not have anything to do with numbers. Consider the process of annealing a piece of steel. What could be more physical, less ‘computational’, than that?
Darwin’s ideas about the powers of natural selection can be lifted out of their home base in biology. Darwin himself had few inklings about the microscopic processes of genetic inheritance —and even those turned out to be wrong. Because of substrate neutrality, however, his basic insights have floated like a cork on the waves of subsequent research and controversy, from Mendel to molecular biology’.”
Here it can be seen that algorithm is the right method to be used both in physics —computationally— and in the life sciences —to a great extent non-computationally. In both cases —i.e., physics and biology— we are moving basically along the same formalized logic. Whereas the former displays a quantitative —i.e., numerical and computational— aspect, the latter shows us a qualitative one. Nevertheless, even the qualitative facet of the life sciences is highly formalized. The formalization of the life sciences is done under the rubric of set theory.Along with biometrics,set theory can be considered as the most feasible way to express biotic factsand biological argumentations.While both biometrics and biomathematicssuit physiology, biophysics and biochemistry —molecular biology—, set theory can be applied to solve classificatory problems arising from bio-disciplines such as evolution, systematics and taxonomy.
(4) Since every living thing, from bacteria to mammalia, is a being that displays a ‘background story’ —anthropomorphically expressed, ‘historicity’— all life sciences and their particular disciplines relate in a certain manner to evolution. This is even true for such sciences as physiology and morphology, which form the core of biology. Thus, understandably enough, evolution has, especially from Charles Darwin onwards, become biology’s ‘backbone-discipline’.
(5) Furthermore, evolutionary arguments are expressible within the framework of the set theory
Undefined terms → Primitive terms (intuitively ‘understood’). Concepts commonly ‘understood’ throughs → Postulates —unproved propositions that make statements about the undefined terms— → Definitions → Theorems —propositions that are logical consequences of the postulates—
A set is considered to be ‘specified’or ‘determined’when it is said that any given object is or is not in the set.
The individual objects that constitute a set are called ‘members’ or ‘elements’ of the set. Set B = [a, b, c, d, e]; Object ‘a’ is a member of the set ‘B’: ‘a’ Î ‘B’. Object ‘z’ is not a member of the set ‘B’: ‘z’ Ï‘B’.
The members of two sets are in ‘one-to-one correspondence’if the members of the sets can be paired in such a way that each pair consists of one member from each set, all members of both sets are used, and non-member of either set is used twice.
If sets ‘A’ and ‘B’ have precisely the same members, the sets are said to be equal: ‘A’= ‘B’ or [a,b,c] = [b,c,a]; if sets ‘A’ and ‘B’ have any different members they are said to be not equal: ‘A’ ¹ ‘B’ or [a,b,d] ¹ [a,b,c]. No two members of a biological set can ever be regarded as identical.
If we determine that every member of set ‘A’ is also a member of set ‘B’, it is said that ‘A’ is a subsetof ‘B’: ‘A’ Í ‘B’ or [a, b, c] Í [a, b, c,d]; and [a, b, e] Ë [a, b, c, d] or [6, 8] Í [4, 6, 8, 10]; and [4, 5, 6, 7] Ë [4, 5, 6]; and [4, 5, 6] Í [4, 5, 6] ® ‘A’ Í ‘A’ every set is a subset of itself, If ‘A’ Í ‘B’ and ‘B’ Í ‘A’, then, ‘A’ = ‘B’.
If ‘A’ is a subset of ‘B’ and if there is at least one member of ‘B’ that is not a member of ‘A’, then, it is said that ‘A’ is a proper subsetof ‘B’: ‘A’ Ì ‘B’ or [a, b, c] Ì [a, b, c, d] or [4, 5, 6] Ì [4, 5, 6, 7]; therefore, ‘A’ Ì ‘A’ and therefore ‘A’ º ‘A’; but ‘A’Ë ‘B’ or [a, b, e] Ë [a, b, c, d], therefore, ‘A’ Ì ‘A’, therefore, ‘A’ º ‘A’.
If ‘C’is the set composed of the members of ‘A’ together with the members of ‘B’, it is said that ‘C’ is the ‘union of sets’ ‘A’ and ‘B’. The ‘union of sets’ ‘A’ and ‘W’is the set of objects that are members of at leastone of the sets ‘A’ and ‘B’.
In the foregoing passage (5.), the logical sequence of an attempt to formalize biological statements can be followed. This formalization remains, yet to a great extent uncomputationalized. As a result, the formalized statements in biology still do not supply most of the life sciences and their disciplines with the necessary firm, unambiguous terms and solid, consistent formulations we come across in the physico–chemical sciences.
(6) An organism cannot evolve. Only, organisms in the plural —successions of organisms— can evolve… What can evolve is that which connects organisms in lines of succession and is passed on from generation to generation. That is not actually a material but genetic information; not substance but form.
… Not only is it possible to imagine the first organisms as simply being genes but it is in fact probable that the first organisms were something close to this…”
“…Evolutionary trends in morphology are the result not only of genetic evolution within species, but also of the differential survival and multiplication of species. However, the former process is the fundamental one. The fate of species depends on the ability of the individuals making up the species to cope with the environment, and such an ability can only result from the natural selection of genes.”
“…‘gene’ material is any substance which, in given surroundings —protoplasmic or otherwise—is capable of causing the reproduction of its own specific composition, but can nevertheless change repeatedly —‘mutate’— andyet retain the property of reproducing itself in its various forms.”
“According to the modern interpretation of the fossil record, the first traces of life appeared on Earth about 3,5 billion years ago, within a billion years or so of the planet’s formation. The earliest identifiable life forms were prokaryotes: primitive unicellular microorganisms that, like present-day bacteria, lacked a distinct nucleus.”
“… There is what is called a molecular clock that gives a time of five to ten million years for the splitting of the hominoid lineage into hominids and pongids. It is generally agreed among geneticists that the effects of mutations are on the average detrimental. Only a very small proportion of them are advantageous and so form the raw material for evolution. Every one of the tens of thousands of genes inherited by one individual has a minute probability of change in the process of reproduction. The probability is in the range of l in 10 000 to l in 250 000… If the mutations are detrimental, they are eliminated by natural selection. Sometimes, as in sickle cell anemia, there is a double effect, detrimental in itself as a blood disease, but beneficial in that it offers considerable resistance to malaria. Hence its inheritance may be assured.”
“Organism evolution in the vertebrates may provide an example of an autocatalytic process mediated by the brain: the bigger the brain, the greater the power of the species to evolve biologically … the pressures generated by one cultural shift will sometimes be relieved by the next cultural shift, rather than by a genetic response… This has probably been true of the human species for some 35 000 years, when the human brain reached its present size.”
“… Among animals in the wild only chimpanzees display the combination of a fusion–fission society, territoriality and female exogamy. Anthropological research, however, suggests that this form of organization is typical of human societies in the hunting-and-gathering phase.
“Chimpanzees are the closest living relatives of human beings: the DNA of the two species differs by only a tiny fraction… Thus human beings and chimpanzees not only are close genetic relatives but also share a unique social structure.
Understanding the evolutionary forces that shaped the chimpanzee community may shed light on how human hunting-and-gathering societies evolved…
… The two species —chimpanzees and orangutans— are closely related: their DNA differs only by only 2.2 percent…”
“Percentage difference in nucleotide sequences of DNA between selected pairs of animal species:
Human – Chimpanzee | 2.5 |
Human – Gibbon | 5.1 |
Human – Green—Old World—monkey | 9.0 |
Human – Capuchin—New World—monkey | 15.8 |
Human – Lemur | 42.0” |
A considerable increase in cranial capacity or brain size during the past two million years has taken place: Australopithecus africanus:from 2 to 1.5 million years, between 400 and 600 cc. Homo habilis:from l800 000 to l300 000 years, 600 – 800 cc. Homo erectus:from l400 00 to 400 000 years, 700 – 1200 cc. Homo sapiens: 400 000 years, 1300 cc —Homo sapiens neanderthalensis:100 000 – 40 000 years, l800 cc; Homo sapiens sapiens: since 200 000 years, l800 – 2000cc.)”
“Although the length of pregnancy in the higher apes is much the same as ours, man has a longer infancy phase —time during which the young is wholly dependent upon its mother. This period becomes longer and longer as one progresses up the primate order and man’s is double that of apes:
Lemur | Chimpanzee | Man | |
Gestation | 126 days | 238 days | 266 days |
Infancy | 6 months |
3 years |
6 years |
Juvenile phase | 2 years | 7 years | 14 years |
Adult phase | 11 plus years | 30 years |
55 plus years” |
(7) After all this brief rundown on evolutivo–genetics, we may ask again the age-old debated question about man’s origin, descent and composition.
From the early Seventeenth century onwards, western European manner of thinking, within its mechanicist–materialist frame of mind has been in the habit of regarding all imaginable processes, events and things as basically material mechanisms. Everything that does not adjust to this context is rejected as merely speculative or fictitious.
Classical —the Galilean–Newtonian— science, indeed, provides an utterly disciplined frame of reference for and boosts thereby the scientific endeavour. Furthermore, classical mechanics is the context for doing science in the right and ‘orthodox’ manner. According to this outlook, any attempt to overstep the limits of the materialist–mechanicist frame of science is a violation of the basic tenets of epistemology. Finally, for scientism, positivism’s background, surpassing the bounds of the materialist–mechanicist world picture is exactly that which religion considers as heresy or blasphemy.
‘Reduction’and ‘simplification’ are the two main pillars, out of three —the third being ‘quantification’— supporting modern science. As far as it only concerns science as such, that is, pure or hard science —whereby non-living things and processes are ‘mechanically’treated and ‘positively’ regarded— reduction and simplification —accepting the investigated case to be monolithic and repeatable— as well as quantification —analysis, synthesis and measurement— are definitely suitable principles. The success of the methodology, based, in turn, on the aforesaid principles, proved itself so immense that certain Modern thinkers started to assume that it was the right manner to explain away all imaginable cases —irrespective whether they are repeatable, quantifiable, finally simplifiable or not. Classical mechanics has become to be seen as a so-called ‘all-opening passkey’; out of it a whole ‘world picture’ (G Weltbild) has emerged: materialism–mechanicism. The entire reality is currently thought to be the explanatory content of materialism–mechanicism. Consequently man, as a part of this reality, has a random place within this world picture. Like all other living beings, he is nothing more than an engine.
We have already expressed our doubts that man is merely a living being, let alone an engine. Fundamentally, man is a biotic being. As such, he ensues from other antedating living beings. This, however, does not reflect the truth. ‘Man’is one face of the coin, while ‘human’is the other. Human is the source of the ‘spiritual’ aspect, whence psycho–socio-cultural reality stems. For this reason the human aspect is complex, complicated, hence scientifically unexplainable. Since it is scientifically unexplainable, man is seen to have occupied the whole spectrum. In fact man takes, in evolutionary terms, precedence over the human. in order for humanization —the result of which is the human— to take place, phylogenetically as well as ontogenetically, hominization —the process of man’s coming into being— must have occurred. Contrary to human, man is the focal point of scientific research. ‘Under the ægis of materialism–mechanicism’ ‘manhood’ has monopolized the whole ‘humanness’ and as such is being the object of scientific research.
(8) Now, I have attempted to present the following: I tried to describe the devastating effects of the contemporaneous civilization that we are experiencing in our daily lives. I have emphasized mainly the immense alteration in the assessment of woman’s place in society, as well as her stance and attitude with regard to herself and her main functions. This I did because woman, particularly as the childbearing and rearing human, is the centre of society. Almost worldwide, we can say, the male gender has always been there only insofar as it fosters and protects ‘home and hearth’. At this point, as in many others, life and religion join hands.
Reaching its climax in the mid-Twentieth century, the Anglo-Judaic worldwide civilization
Here I revert to what I have said at the onset of this passage (7.), that is, the question of man’s origin, descent and composition. The question precisely about man’s origin should stand for the ultimate limit whither scientific research on man might legitimately be conducted. Just as there are taboos in our individual lives, likewise there are restrictions on our collective existences. For instance, since times immemorial, regardless of which cultural background, it is unthinkable for a sane and decent grown-up person at any point to be inclined to imagine his parents’ sexual intercourse that would represent his biotic reason for being. No doubt the imagery content of the foregoing example is revolting. So is the curiosity that leads us to the interrogation about man’s origin. In short, this interrogation and the response given to it give rise to the hypothesis that ensues from unconnected premises and remains on hazy empirical evidences. But more important are its ef fects, felt in the domain of morality.
The first historical turning point was when Nicolaus Copernicus consistently and flagrantly declared that the Earth was no longer, in Aristotle’s words, the brightest and best of all possible worlds. This declaration brought about a new historic era, the modern laicist western European civilization. The Earth lost thereby its holiness and became an ordinary planet, just like any other. That the Earth, even in the physical sense, was no longer the centrepiece of the Universe delivered such a devastating blow on the humans’ psyche that they could not recover thenceforth from the impact they had to endure.
The second huge watershed came when Charles Darwin, with his hypothesis of evolution, brought the human being down to the level of man, one among other animal species. This, in turn, represents the land-mark of transition from the modern western European to the contemporaneous Anglo-Judaic global civilization.
BIBLIOGRAPHY
If not otherwise indicated, the translations into English are by the author himself.
Muhammad Naguib Al-Attas: “Islam and Secularism”; ABIM, Kuala Lumpur/Malaysia, 1978.
A.G.Cairns-Smith: “The first organism” in “Scientific American”, pp: 74 – 84, June 1985.
Daniel C. Dennett: “Darwin’s dangerous idea” in The Sciences,published by the New York Academy of Sciences, pp. 34-40, New York, May-June 1995.
Teoman Duralı: “A reassessment of human evolution/ a spiritual and material evaluation of human evolution based on islamic considerations” in Ludus Vitalis, published by the CEFPSVLT, pp. 171 – 192, volume: II, number: 2, Mexico, 1994.
Teoman Duralı: “Religion, woman, nature”, in Turkish Daily News, Ankara, April 14 1995.
Teoman Duralı: “A New System of Philosophy-science from the Biological Standpoint”;Peter Lang, New York – Vienna – Berlin, 1996.
Sir John Carew Eccles: “Evolution of the Brain/ Creation of the Self”,Routledge, London, 1991.
Anthony Flew: “A Dictionary of Philosophy”;St Martin’s Press, New York, 1987.
Tomas de Galiana Mingot: “Diccionario ilustrado de las ciencias”; Librairie Larousse, Paris, 1987.
Michael P.Ghiglieri: “The social ecology of chimpanzees” in Scientific American,pp 84 – 91, June 1985
Hisham Harun: “Still single at thirty something” in The New Straits Times, Kuala Lumpur, Thursday, June 22, 1995.
Taufik Ibrahim & Arthur Sagadeev: “Classical Islamic Philosophy”,translated fom Russian by H. Campbell Creighton; Progress Publishers, Moscow, 1990.
Maulânâ Jalaluddin Rumî: “The Mathnawî”,volumes: I & II, translation from the original in Persian and commentary by Reynold A. Nicholson; Islamic Book Service, Lahore, 1989.
Steve Jones: “The nature of evolution” in Tl›e Cambridge Encyclopedia of Human Evolution; Cambridge University Press, Cambridge, 1992.
Richard Leakey & Roger Lewin: “Origins”;McDonald & Janes, London, 1979.
Reynolds A. Nicholson: “Rumi/ Poet and Mystic”; George Allen & Unwin, London, 1973.
Friedrich Nietzsche: “Nachlass”,edited by Edgar Hederer: “Das Deutsche Gedicht”;Fischer Bücherei, Hamburg, 1960
George Ledyard Stebbins: “Darwin to DNA/ Molecules to Humanity”; W. H. Freeman, New York, 1982.
George Ledyard Stebbins & Francisco José Ayala: “The evolution of Darwinism” in Scientific American,pp 54 – 64, July 1987.
Stephen Toulmin: “Matter” in The Encyclopedia of Philosophy, v. V, pp 213 – 218, editor: Paul Edwards; The MacMillan & Free Press, New York, 1967.
Gonzalo Vidal: “The Oldest Eukaryotic Cells” in Scientific American, pp 32 – 42, February 1984.
Allan C Wilson: “The Molecular Basis of Evolution” in Scientific American, pp 148 – 157, October 1985
Bernard Wood: “Origin and Evolution of the Genus Homo” in Nature, pp 783 – 790, London, February 27 1992.
Wong Phui Nam: “Forthnightly cadances”, Literary Column in The New Straits Times, Kuala Lumpur, July 18,1995.
EVOLUTION: THE EPITOME OF THE EMERGING CONTEMPORANEOUS GLOBAL CIVILIZATION
Şaban Teoman Duralı
İstanbul University
Department of Philosophy
ABREVIATIONS: A Arabic; Fr French; G German; Gr Grek; L Latin
It is an honor for me to present this paper to dedicate to this volume in commemoration of a great Muslim scholar, Professor Syed Muhammad Naquib al-Attas. It is my pleasure also to announce that I did my research for and prepared the greater parts of this paper during my (June – September, 1995) stay in Kuala Lumpur/ Malaysia, where I lectured at the International Institute of Islamic Thought and Civilization (ISTAC). Professor al-Attas was then the founder–director of this abode of knowledge, to whom hereby I wish to express my feelings of gratitude. The topic which I have chosen for this volume is crucial for a number of reasons. First of all, the concept of takâmul in the thought of Professor al-Attas occupies a prominent place. In many of his seminars he raised this issue and tried to clarify this notion from the perspective of Islamic thought. On the other hand, the modern concept of evolution poses a critical juxtaposition between this concept and the predominant modern day civilization. It is the aim of this humble contribution to deal with the problems of this critical juncture.
RIZÂPAŞA YOKUŞUNDA BİR KİTAPCI DÜKKÂNI
1968 ekiminde Istanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğrenime başlamamla birlikte neredeyse sürgit izleyeceğim güzergâh da belirmiş oldu. Eminönü meydânından Mısır çarşısına, oradan da Tahtakaleye geçiş, gündemimin değişmez maddesi hâline gelmişti. Tahtakaleden sonra düz ve rahat yol biter. Ardından, yirmi yaşlarında bir genç bile olsanız, yine de talîmsiz bedenin akciğerleri ile bacak kaslarını adamakıllı zorlayacak dik ve uzun bir yokuş karşınıza çıkıverir.
Eminönünün görünüşü aldatıcıdır. O düzayak meydânlığın hep öyle devâm edeceği izleniminin zihnde oluşması olağandır. Biteviye düzlüğün ardısıra, yoğun yapılaşmanın, Tahtakale cihetinden görünümünü perdeleyip engellediği, dimdik bir bayırın peydâhlanıvermesi adamı şaşırtır. Fakat şaşırma bundan ibâret kalmaz. Asıl bundan sonrası hayrete mûcip bir olaydır.
M.Ö. Dördüncü yüzyıl başlarında on yıl boyunca denizden uzak kalmış Ksenefon ile adamlarının, doğu Karadeniz dağlarının geçit verdiği bir yöreden bunca özledikleri mâvî enginleri görüverdiklerinde, duydukları şaşkınlığın
Arnavut kaldırımı denilen parke taşlarıyla örülü dar ve kesîf kalabalık yokuşun iki yanında diziliduran soğuk ve ifâdesiz çehreli işhanlarını bıkkın bakışlarla izleyerek Istanbul Üniversitesi merkez yerleşkesini çeviren yüksek duvarların dibine soluk soluğa, kan ter içerisinde varırsınız. Sonunda yokuş, dikliğini bir nebze yitirir. Mutedil bir bayırı aşarak Istanbulu oluşturan yedi tepeden birinin doruğuna ulaşırsınız. Ölüm denizi çölün ortasındaki vâhanın, dili damağına yapışmış suya hasret gezgini cezbetmesi gibi, yokuşun en amansız, manzaranın da en iç karartıcı kesiminde duran Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden kalma, cephesi şehrin yerden ağıp gökten yağan kirle kararmış yüksekce, zarîf binânın giriş kapısının sağında tek, ama geniş camekânlı dükkân dahî, gel zaman, git zaman yakından ve uzaktan ilme irfâna susamış kitap mecnûnlarını kendisine çeker olmuştur.
1968 güzünde Rızâpaşa yokuşunu tırmanırken gözüm bir camekâna takılıverdi. Serâp filân görüyorum sandım. O ortamda, işte, en akla hayâle gelmeyecek bir nesneyle karşılaştım. Kitapla. İyice yakaşıp burnumu, alışveriş delîsi kadınlar gibi, cama yapıştırdım. İçeride raflarda diziliduran nesneler gerçekten de kitaptı. Kapıyı açıp girdim. Mekânın derinliklerinde loş bir köşede, tezgâhın arkasında saçlarının akıyla varlığını duyuran biri duruyor yahut oturuyordu. Orta boy mücesem bedenli, gözlüklü, değirmi yüzlü beğ, heyecânsız bir edâyla “buyurunuz!” dedi. O heyecânsız ve mesâfeli edâ, sonraları anlayacağım üzre, durmuş durulmuş, oturmuş bir kişiliğin yansıttığı ilk izlenim kırıntılarıydı. Böylelerin çetin ceviz kabuğu vardır. Onu kırıp özün derûnuna nufuz etmek her babayiğidin kârı değildir. O içliliği kavrayabilmek, içten bir çabayı gerektirir. Nubar Simonyan beğ, durmuş durulmuş içli insan türünün timsâli bir kişidir. Karşısındakinin içliliği ile içtenliğini keşfettiği nisbette muhâtabıyla gönül bağı kurardı. Kafa ile gönül zenginliklerini esirgemezdi. Manen ve maddeten mükrimdi. Gönül bağı kuramadıklarına karşıysa, karşılaşmanın başlarındaki temkînli nezâketi ile uzak duruşunu muhâfaza ederdi.
Redhouse’un en çarpıcı tarafı, kitabeviyle karşılaşmayı beklemediğiniz bir mahalde bulunuyor olmasıydı. Karanlık ve karışık dehlizdeki parlak ışık huzmesine benzetilebilinirdi. Redhouse gibi, Nubar beğ de beklenmedik bir olaydı. İkisi, anlaşılan, birbirini tamamlamak üzre oradaydılar. Nubar beğsiz Redhouse, olacak iş değildi. O, Redhouse’u gelişigüzel bir kitapcı dükkânı olmaktan kurtarıp, hani neredeyse, dergâha dönüştürdü, denilebilinir. Bundan dolayı Redhouse’un gelip geçen müşterisi yoktu. Müdâvimleri, hattâ, bu kadarcık mübâğalamızın mazur görülmesi temennîsiyle, mürîtleri
Redhouse’un başta gelen özelliği, müdâvimlerinin yahut, isterseniz, mürîtlerinin, diyelim, kitap siparişlerini bizzât kendilerinin yapmalarıydı. Bu sebeple çok eskilerde kalmış günlerden birinde yâra yârâna Redhouse kitabevinin düzenini, o zamanların ılıman Solcularının örnek ülkesi Tito Yugoslavyasından esinlenerek, ‘özyönetim’ şeklinde tavsîf etmiş olduğumu hatırlıyorum.
Kitabın basıldığı ülkedeki fiyatına, İngiltereden yahut A.B.D.nden gelişine göre, posta ücreti eklenirdi. Redhouse, kâr haddini, düşünülebilinecek en düşük sevîyede tutmağa gayret gösterirdi. Ödemeler de, taksîde bağlanınca, toplam hesaptan kâra kalan payın ne olduğu, sorulmağa değer bir sorudur.
Nubar beğin emekliye ayrılması, Redhouse kitabevine çıkarılmış idâm hükmü mesâbesindeydi. Onun emekliye ayrılmasından kısa süre sonra, nitekim, hüküm infâz olundu. Redhouse’un temel vasfı olan o idealist hava dağıldı. Tedricen dergâh olmaktan çıkıp ticârethâneye rücûu etti. Sonuçta, ilim–irfânperverlerin sığınağı olmaktan uzaklaşarak kâr – zarar hesaplarının çıkarıldığı herhangi bir ticârethâneden farkı kalmadı. En sonunda, zarar kâra baskın çıkınca da kapatıldı. Tarihî imparatorlukların çökme sürecinde görülen, tabîî ki, çok ufak boyutlarda kalınarak, Redhouse kitabevinin ortadan kalkmasından sonra da yaşandı. Kapanmakla birlikte soluğu kesilmedi. Kapısına kilit vurulmasını izleyen on yıl zarfında, sâdık müşterileri, kitabevinin anbarında artakalmış kitap servetini üleşmeği sürdürdüler.
Sonuçta, Redhouse, kurumlaşmayı bir türlü yola koyamamış Cumhuriyet Türkiyesindeki hayırlı teşebbüslere mütevâzî bir örnektir. Gerek, öncelikle sözlük basma itibâriyle, yayımcılığı; gerekse kitabevi olma cihetiyle, Redhouse’un kurumlaşamamasına nice yansak azdır.
HASRET
HASRET
Denize dönmek istiyorum!
Mavi aynasında suların:
boy verip görünmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider!
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder.
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
— Nâzım Hikmet
Deniz ile Kâşiflik
Bana biri kalkıp “ömrünün hulâsası nedir?” diye sorsa, tek kelimelik cevabım olurdu: “Hasret!”
Gönlümde yatan arslan, deniz. Gıllı gışlı, alengirli bir adam değilim. Beni anlatmağa, açıklamağa fazla söz gerekmez. Yukarıki şiir ruhumun, benliğimin haritasını yetesiye çizmektedir. Peki, neden deniz? İlk gördüğüm yakın ve uzak manzara denize ait olup işittiğim, anneminkinden sonra, denizin sesiydi de ondan.
Kendimle baş başa kalıp da efkâlandığım ânlarda aklıma sisli, puslu yüzlerce yıl ötelerde kalmış doğup büyüdüğüm büyülü, tılsımlı diyâr takılıverir. Oradan daha çekici, daha nefîs bir yer olabilirmi diye sormaktan kendimi alamam. Dehşetengîz bir algı dünyasına doğdum. Tepeler, vâdîler, çaylar, dereler; ama hepsinden önemlisi âlemlere bedel güzeller güzeli deniz. Günlük güneşlik günün çarşafı andırır o mûnis turkuvaz mâvîsi deniz, bir ânda, bakarsın, boza, karaya çalan ve yüreğini ağzına getirir Karadeniz canavarına dönüşüvermiş.
Ağaçlı tepeler ile vâdîlerden yeşili öğrendim; onlar beni yere, yurda, yuvaya, ocağa bağladı. Denizse, bana o uçsuz bucaksız mâvîliği öğretti; başımı alıp uzaklara, yadellere açılmak marazını gönlüme ekti. Deniz, içimin karanlık derinliklerinde öyle durulmaz fırtınalar kopardı ki, ondan ömür boyu kurtulamadım: Gök ile denizin buluştukları ve adına ufuk dediğimiz çizgiye ulaşıp sırrını çözmek arzusu ile çabası peşimi bırakmazdı. Tekneye her binişimde yaklaştığımı sandığımda, o, benden uzaklaşırdı. Suların oradan dipsiz bir boşluğa döküldüğünü sanırdım. Fakat nereye? Bunu büyüklere sorduğumu hatırlıyorum. Bana suların bi’yerlere dökülmediğini; o çizginin gerisinde de ülkelerin, kumsalların, kayaların, ağaçlar ile çiçeklerin, öyleki benim gibi çocukların bulunduğunu söylerlerdi.
Filyos deresinin denize kavuştuğu mahalde suya giriyorduk. Beş yaşında olmalıydım. Kumsalda tuzlu suyu yiye yiye taşlaşmış tahtadan oyulma oyuncak tekne bulmuştum. Büyük heyecânla çevremdekilere gösterdiğimde, bir ağabeğin, ahşap tekneyi şöyle evirip çevirerek “eh, bu da, ufkun gerisinden, Rusyadan geliyor olmalı” deyişi hâlâ kulaklarımda..Nitekim bu, hâfızama kazınmış en eski ve esâslı anılarımdan biri olmalı. İlk işitip öğrendiğim ecnebi ülke adı, Rusya. Çocukluk ile gençlik yıllarımda hakkında en fazla hikâyesini dinleyip edebiyatına dalmak sûretiyle okuma marazına tutulduğum; güz ağaçlarının rengârenk donandığı, ak örtülere bürünmüş bozkırlarında buzlu yellerin yiğit orduları dondurduğu kâh korkulu rüyâm, kâh sevdâsına kapıldığım, şarkılarını düşlerimde sayıkladığım efsâne kahramanım matuşka Rossiya.
Gurup vaktinde limanı terkedip açılan gemilerin dümen suyuna çocuk hayâllerim de takılır giderdi. Batan güneşin allı morlu, binbir menevişli huzmeleri, ufkun ötelerinden uzak semâları son bir gayretle bayıltıcı renklere boyarken yanıbaşımızdaki fener de yakın suları aydınlatmağa koyulur, hülyâlarımın bindiği o gemi de artık şu ışık cünbüşünde git gide gözden kaybolur giderdi.
İşte çocuk dünyamı çepeçevre saran henüz kirletilmemiş yeşillikler ile uçsuz bucaksız gök ile denizin mâvîlikleri, sayıca az ve huyca bozulmamış dost insanlar ve onlardan neredeyse gece, gündüz dinlediğim onlarca, öyleki yüzlerce masal, hikâye, özellikle de denizcilik maceraları mahvetti beni. Bunlar, öncelikle okulda beni müzmin haylazlık ile aylaklığa sürükleyen hayâl kurma ile merak etme hastalığının sebebi oldular. Küçük yaşlardan itibâren hep denizci, gezgin ve kâşif olmak iştiyâkıyla yanıp tutuştum. Ancak, bağışlayıcı denizlere yönlendireceğine, kader, beni sürgün yerini andıran dünyalar çirkini o sonradan görme, yapmacık, kıraç bozkır şehrine mahkûm ediverdi. Çok sormuşumdur kendime: Böyle dağ, ağac ile su yoksunu yer, kişiye nasıl ilhâm verebilir. Hele, insan ruhuna merak ile keşif tohumlarını serpebilirmi? Ruha merak ile keşif tohumlarını serpmek bir yana, bunları oraya taşıyagelenin ekinini bile kurutur orası.
Deniz
Deniz ve onunla bir çırpıda akla geliveren ufuk tasavvurları, kişiye sınırsızlık fikri kadar hadde, hududa saygı duygusunu da aşılar. Sınırsızlık ile sınır fikirleri, birbirlerine zıt görünmekle birlikte, zihnimizde birarada bulunabilirler. Çünkü sınır, sâbit olmayıp değişkendir. Gerek birey gerekse toplum düzlemlerinde akıl seviyesi uyarınca maddî ile manevî imkânlarda kaydolmuş gelişmeler, şu ân geçerli gözüken sınırı bir başka ânda geçersiz ilân edebilirler. Deniz, sınırlar ile şartların her ân değişebileceği, güvenilir olmayan, oynak bir zemîndir. İşte, emîn adımlarla arşınlayamayacağın böyle bir oynak zeminde güvenilir ortamın imkânlarını ‘sen’, ‘hemdertlerin’le, özge bir deyişle, ‘kader yoldaşların’la kafa kafaya ve el ele vererek araştırıp oluşturmak zorundasın. Deniz, insanına, görüldüğü gibi, ilerileme irâdesinin ana sâiki olan teşebbüs ile hamle ihtiyâcının ilhâmını verirken; aynı zamanda onun, yakınlarına, ‘can yoldaşları’na sıkı sıkıya bağlanmasını, onlarla belirli ölçüler ile değerleri paylaşmasını da telkîn eder. Deniz insanları, şu durumda, temelde keskin ve ileri görüşlüdür; esnek anlayışlı ve kıvrak zekâlıdır; sebatkâr ve sâdıktır. Bütün bu sıraladıklarımsa, kâşiflik ruhunun da esâsını meydana getirirler.
Yıllar yılı kovaladı, nihâyet büyüyüp biçimce değiştimse de, çocukluk denizlerimin tortusu, benliğimin kuytularında hep öyle kalakaldılar. Belki o ortuların etkisiyle ilkokuldan itibâren birçok ders, genelde de okulluluk bana alabildiğine itici gelirken, başta coğrafya olmak üzre, tarih ve sonraları biyoloji adını alacak hayat bilgisi benim için câzibe merkezi olan konulardı. Bayağı küçüktüm, harita uzmanı kesildiğimde. Henüz keşfedilmemiş yahut pek az kişinin ayak bastığı yörelerin koordinatlarını çıkarırdım. Nitekim, ilkokul sonu, beşinci sınıftayken bir baba dostunun bana hediye ettiği irice bir Almanca atlasta Güneydoğu Asyanın açıklarındaki Yeni Gine adasının ortaları ile Amerika kıtasının kuzey doğusunda bulunan Grönlandın kimi kesimlerinin ak lekelerle işâretlendiğini daha dün tesbit etmişcesine hatırlıyorum. Bunlar, o tarihlerde henüz keşfedilmemiş bölgelerdi. Ne var ki, büyüyüp gezgin olabilecek yaşa gelinceye değin o lekeler silinip ‘keşfedilmiş mıntıkalar’ın ‘mutât renkler’ine dönüşüverdiler.
Kâşiflik
Nedir peki, şu kâşiflik denen olay? Pek kısaca , aşırı bir ruh hâlidir; iptilâdır. Demekki tıpkı içki, uyuşturucu, kumar düşkünlüğü, hovardalık çeşidinden bir tutkunluktur. Durdurulamayan, önü alınamayan, tatmin olmaz, edilemez bir merak iptilâsı. Hayatınızı ortaya koyma bahâsına zirveye tırmanırsınız; korkunç zorlukları, zorlanmaları alt ederek belli bir bölgeye, yöreye ilk siz ulaşırsınız; bir de, bakarsınız, önünüzde yeni bir doruk daha dikilmiyormu, haritada işlenip gösterilmemiş özge bir vâdî, ova, çöl, bilinmedik bir bölge, ırmak yahut deniz uzanmıyormu? Hadi, bu defa oralara sefer başlar. Bu yüzden kâşif, çoğunlukla keşif seferinde postu serer. Çocukluğumda, bugünkü azmanların yanında cüce sayılabilecek tepeleme yüklü, kırık dökük kamyonların arkasında “ömür biter, yol bitmez” ibâresi yazılıdururdu. Bu, tam da, kâşifin kaderini özetlemiyormu?
Keşif amacına yönelik gezginlik, öyle amansız bir hastalık, marazdır ki, ancak çeken, bunun, ne menem bir belâ olduğunu bilir. Çocukluk ile gençlik yıllarında keşif gezisine çıkıyorum diye baba ocağı ile okuldan kaç kere kaçmağa kalkmışımdır. Bu teşebbüslerden ilki, birinci sınıfa başladıktan bir yahut iki hafta sonrasına rastlar. O gün beni okulda bilen anne– babamdan habersizce tehlikelidir gerekcesiyle kesinlikle yasaklanmış tepelerde dolaşıp Çatalağzını (Zonguldak vilâyetinde) kuşbakışı seyretmiştim. Kuşbakışı seyretme ateşi, o gün bu gün gönlüm ile kafamda sönmemiş olmalı ki, zamanla keşif gezilerine Eflâtun el-İlahî’nin bizlere işâret ettiği olabilir dünyaların en yücesi, ilgi çekicisi İdea âleminin gölgeleri evreninde çıkmağa heveslendim. Ancak, bu tarîfi imkânsız zevkin şâhikasına akademik hayatın karanlık dehlizleri andırır koridorlarında değil de Afganistandaki Hindîkuş dağlarının doruğunda sırtüstü yatıp göğü seyredalmışken ulaşmıştım. Yüzümü hani neredeyse kesen ustura keskinliğindeki yel, üstümde masmâvî gökkubbe, sağım ile solumda zincir halkaları benzeri uzanagelen sıra sıra tepeler, yanıbaşımdaki dik yarın dibindeyse Bamıyan köyü… Yel uğultusu dışında ne ses, ne soluk. Bir derin dinginlik, huzur, sukûnet. Giderek korkutuculaşan sessizlik. Hele yaklaşan gecenin git gide bastıran karanlığı… Karanlık yokmu?! İşte insanın en şiddetli düşmanlarından biri de odur. Aynı zamanda da, onu davranmağa, tepki göstermeğe sevkeden akla dehşetli bir meydan okumadır. Kâşif, karanlığı aydınlatmağa yeminli bir ışık taşıyıcı savaşcıdır.
Keşif, yeni bir yerin, yörenin, tâze bir dünyanın ilk defa bir yahut birkaç kişi tarafından ana hatlarıyla bulgulanmasından ibâret değildir. Doğru, ilk ağızda gezme etkinliğidir. Ya sonra? Görmedir; öyleyse gezilip görülen mahalin, mıntıkanın taşıyla, toprağıyla, canlısıyla, hepsinden de öte insanıyla içten içe anlaşılıp kavranmasıdır. Keşif, öyleyse, göze, gönle, beyne dayanılarak başarılan bir yeniliğin bulugulanmasıdır. Filvakî hayatta en zor becerilebilen iş, gözü, gönlü ve beyni birarada çalışır hâlde tutmak olmalıdır. Aslına bakarsanız, onun etkinlikleri, bitkiyi yetiştirip tek tek parçalarının birbirleriyle bağlantılarını kavramaktan tutun da, atomun ince yapısını açıklamak çabasına dek uzanır. Nitekim ceviz kabuğu kadar gemisiyle yurdu Felemenkten onbinlerce fersah uzaklıktaki Güney denizlerine yelken açarak kendi adıyla anılacak adayı keşfeden Abel Janszoon Tasman (1603 – 1659) kadar, Bezelyeyi Moravyadaki (bugünkü Çek Cumhuriyetinde) manastırının arka bağçesinde yetiştirerek kalıtım yasalarını tesbît eden Gregor Mendel (1822 – 1884) de kâşiftir.
Kâşif, mümtâz, müstesnâ bir şahsiyettir. O, ruh–akıl soylusu kişidir. Bundan dolayı kâşifin seyyâhlığını, günümüz rant zengininin eğlenme maksatlı süflî gezileriyle (turism) karıştırmak ruh–akıl soyluluğu ile yiğitliğe ihânet olup birincinin sâiki salt merakken öbürününki yalınkat can sıkıntısıdır. İnsanlığın geçmiş parlak çağlarının örnek şahsiyeti addedilebilecek kâşif gezginine, tarihin kılınc artığı günümüzün harap zihniyetini tam tamına temsîl eden özelliksiz, renksiz, suyuna tirit ‘gezen–tozan’ı (turist) kadar kadar ters düşebilecek kişilik yapısını bulmak gerçekten de zordur.
Kâşif, basmakalıplıklardan dehşetli sıkılan, bitmez tükenmez öğrenip bilme irâdesini duyan kişidir. Yaşadıklarından edindiği müdhiş tecrübeyle öğütüle öğütüle alçak gönüllü olup müteşekkir kalmasını öncelikle öğrenir. Dere tepe düz gidip denizleri aşan, yalnız gurbet adamıdır. Böylelerin fideliği olan toplumlarda ruhun puslu peçeli derinliklerinde sesi sedâsı kesilmez sıla hasreti ile gurbetin sevdâsı yankılanır hep. Başta Portekizlinin saudadesi[1], Almanın Heimwehi, İngilizin homesicki,Rusun toskuyuşçii po domusu (тоскующий по дому) söylediklerimize örnektir. Bahsi geçen ve benzeri milletlerin çeşit ve şiiriyet dolu edebiyatları ve içli, içerikli, tasavvur yüklü sözlerle donanmış zengin dilleri vardır.
Portekiz, İtalyan, Ispanyol, Alman, Felemenk, Danimarka, İsveç, İngiliz, Arap, Yunan, mucide, kâşif gezgine kucak açmış toplumlardır. İçine doğduğu toplum, uygun toprak değilse, dâhîmiz bitmez, dallanıp budaklanarak çiçeklenmez. Dehâ bir kuvve olup onu fiile dönüştürecek olan toplumudur. Yanlış yerde ve zamanda dünyaya gelmişse, elverişsiz, verimsiz toprağa düşmüş tohum misâli kurur gider. Her şeyden önce sormağı öğrenecek, sorgmağa teşvik görecek, öğrenme ile bilme aşkını perçinleyecek havayı soluyacak, merakını maddeten. ve manen arkalayacak desteklere kavuşacak ki, icâda yönelip keşfe çıksın.
[1] Portekizlinin millî ruhuna mahsûs bu sözle kastolunan, elde bulunmayana duyulan gürültüsüz patırdısız, gizli, ince bir hasret; ruh sızısı. Onbeşinci yüzyıldan itibâren uzak ufuklara yelken açan denizcilerin geride bıraktıkları yurtlarını, kadınlarını, çoluk çocuklarını ve onların da yolcu ettikleri ve dönebileceklerine pek ihtimâl vermedikleri erkeklerini, oğullarını, kardeşleri ile babalarını özlemeleri. Bu hasret acıklı ifâdesini, çoğunlukla, yakılan şiiriyeti güçlü yanık türkülerde bulmuştur.
ESKİÇAĞ EGE MEDENİYETİne BAKIŞ
Yalnızca Avrasya anakarasıyla ilgili olarak tarih felsefesinin çağ sınıflamasında Sümerlilerin yazıyı Dördüncü binde icâdından Milâda kadarki geniş zaman dilimini kapsayan İlkçağda öbürlerinden açıkca ayrılan bir medeniyetin ortaya çıktığını görüyoruz. Avrasya İlkçağının bellibaşlı medeniyetleri hangileridir. Doğudan batıya Çin, Hint, İslâmöncesi İran, —Sümer, Akat, Babil, Asur kültürlerini kapsayan— Mesopotamya, —Hatti, Hitit, Urartu, Lidya, Frigya kültürlerinden oluşan— Anadolu, —İbran, Fenike gibi kültürleri kuşatan— Doğu Akdeniz ile Mısır medeniyetlerini sıralayabiliriz. Bu saydıklarımızdan Çin, Hint ile İslâmöncesi İran arasında tesbît olunan belli birtakım ortak paydalar itibâriyle onları Doğu medeniyetleri câmiasına yerleştiriyoruz. Ortak paydaların başında Yangze ırmağının denize döküldüğü yörede Beşinci binde başlanan pirinc ekimi gelmektedir. Buna karşılık, Mesopotamya, Anadolu, Doğu Akdeniz ile Mısır medeniyetlerinin temel besin maddesi, Lut gölü yakınlarındaki Ceriko ile İranın güneyinde Zağros dağları ile Basra körfezi kıyısı arasında kalan Elam ülkesinde Sekizinci binde yetiştirilen buğdaydır. Temel besin maddeleri bir yana, aslında, Doğu ile Batı medeniyetleri câmialarının anaörnekleri, paradigmaları arasında İkibinli yıllara değin kayda değer fark ortaya çıkmamıştır. 2500lerde ömür sürdüğü tahmin edilen Hz İbrahim’e, özellikle de 1300lerde yaşamış Hz Musa’ya nâzil olduğuna inanılan ilahî tebliğle yepyeni bir durum, deyim yerindeyse, su ayrırım çizgisi zuhûr etmiştir. Beliren tektanrılı-vahiy dini, Birinci binin başlarından itibâren İndus ırmağının batısından Atlas okyanusuna dek Batı Asyada, Anadoluda, Kuzey Afrika ile Avrupada sahneye çıkan ve çıkacak medeniyetleri doğrudan doğruya yahut tedricen dolaylı etkileyip biçimlemiştir. En göze çarpan iki değişiklikten biri, kadîm dairevî zaman anlayışının yerini düz çizgi zaman görüşünün almasıdır. Ötekisi de örfün yerini ahlâka bırakmasıdır. Boğuk, müphem bir âlemgörüşü (cosmogonie – cosmologie) bırakılıp yaradan ile yaratılanın keskin ayırımına dayalı açık seçik bakış açısı edinilmiştir. Her sürecin başı ve sonucu var. Olan olmuştur. Özellikle canlı denilen varolanlar dünyasında olandan dönüş yoktur. Demekki olan bir daha olmayacak. Genel kurala insan da tâbîdir. Dünya gelişinden öldüğü âna değin sürdüğü ömürdür. Süreli varoluşu, insana sınırlığının derecesini göstermektedir. Dünya hayatında bir defalık her yaşantısını bu yüzden çok dakik biçimde düşünüp taşınması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Niyetleri başta olmak üzre, her davranışı ile yapıp edişinin hesabını zaman – mekân boyutlarının söz konusu olmayacağı âhırette vereceği inancı, birtakım kurallar ile ilkeleri —meselâ Ahdiatîkte zikrolunan on buyruk— evrensel geçerli kılmıştır. Bunları kişi, duygu âleminde bile çiğneyemez. Çünkü bunlar, hem içte hem de dışta bağlayıcıdır —Allahın insana şahdamarından yakın oluşu durumu. Kuralları bilip bunların bütün girintileri ile çıkıntılarına uydurulmuş bir ömür sürme karara bağlıdır. Karar veren varolan hürdür. Karar vermekten kurtulamamak, hür olmağa hüküm giymektir —Âdem’in cennetten kovulması. Karar vermek zorunluluğunun ne demek olduğunu ve verdiği kararın kendisini nereye götüreceğini katlanarak düşünebilen özbilinç sâhibi bir varolandır. Böyle bir varolanın yaşaması, ‘dramatik’tir. Özbilinçten yoksun bir yaşama, deyim yerindeyse, cennet hayatıdır. Tektanrılı vahiy dininin hedef aldığı bireydir. Haram yahut helâlde olan odur. Hak – ödev denklemi birey üstüne kurulmuştur. Vahiy dini öncesi yahut dışı kültürlerin bireyi kaale almayan yekpâre (monolithique) toplum hayatı aşılmıştır. Gerek ilahiyât gerekse hukuk düzleminde ‘her koyun kendi bacağından asılır’ ilkesi artık yürürlüktedir. Kimse sevâbını yahut günâhını başkasına ciro edemez. İlahiyâtca özden hür yaratılmış insan, dirimsel yahut toplumsal yaşayışında serbest olmayabilir. Şu durumda hürlük ile serbestlik bir aynı şey değildir. Hür yaratılmışlığının bilincini taşıyorsa, birey, serbest kalma ülküsünün peşinde koşar. Bahse konu husus, Birinci binden itibâren Batı medeniyetleri câmiasına bağlı medeniyetler ile kültürleri az yahut çok belirleyip biçimlemeğe koyulmuştur. Serbestleşme irâdesini kimi Batılı toplumda zayıf kimisindeyse kuvvetle ifâde olunduğunu görüyoruz. İki kültür var ki, bunlar, başı çekmişlerdir. Serbestleşme süreci ikisinde siyâsî boyut kazanmıştır. Kleisthenes’in (570 – 508) hazırlayıp 510da yürürlüğe giren Solonunkisinden (öl 559) sonraki yeni anayasada adlandırıldığı üzre Atinada buna halkidâresi (demokratia) denmiştir. İngilterede halkidâresinin belirmeğe yüz tutmasıysa 15 haziran 1215e tarihlenen Magna Cartayladır.
İkisi de başlıbaşına birer medeniyetin kurucu kültürüdür. Atina, Eskiçağ Egenin, İngiliz kültürüyse Çağdaş küresel İngiliz-Yahudi medeniyetinin belirleyicisidirler. İkisinde de benzer, öyleki koşut sürecin yaşanmış olması ilgi çekici bir husustur. Atinada siyâsete koşut olarak iktisât da serbestleşmiştir. ‘Kendine yeter’ (autarchie), ‘kapalı devre’ çalışandan ‘artıürün’ü esâs almış ve bir bakıma ufak çaplı (miniature) mâlî (finance) ‘önsermâyeciliğ’e (protocapitalisme) geçilmiştir. Cihânşumûl ‘dörtbaşı mamûr’ mâlî sermâyeciliğiyse, İngiltere 1600lerin ikinci yarısından itibâren gerçekleştirmeğe koyulmuştur. İngiteredekinin tersine, AtinadaSermâyecilik ideolojisinden henüz bahsedemesek de, ona zemîn teşkîl edebilen bir tasarımdan (projet) söz edebiliriz. Böyle bir tasarımın zorunlu kıldığı coğrafî yayılmacılık (İmperyalism) ile sömürü amaçlı yerleşimcilik (Colonialisme) ve, henüz buharlı makine çağına girilmemiş olmakla birlikte, sanayileşme vukûu bulmuştur. Bütün bu tür etkinlikleri ateşleyen, özellikle Pers savaşlarının ardından, yânî M.Ö. 470lerin sonundan itibâren müdhiş bir atılımcılık ile girişimcilik göze çarpar. Atina, düşünüşce ve eylemce yerinde duramayan, kıpır kıpır adamları kendine çeken bir mıknatıs gibidir. Bunların önemli bir kısmı kazanç peşinde koşan kurnaz fırsatcılardır. Fakat merakla yanıp tutuşan küçük bir azınlığı da gözden kaçırmamak lazım gelir. Ufkun ötesini keşfetme, bir tutkudur. Bu tutkuyla karaları katedip denizleri aşan seyyâhlarımı, doğanın sırlı bağrını deşmeği ahdetmiş fizikcilerimi (doğa araştırmacıları) yoksa görünür dünyanın arkasında yatan esrârengîz hakîkata dalma iştiyâkını duyan metafizikciyimi ararsın, Atinada her ‘ağız tadı’na uygun lokma vardı.
Atinalı hür–serbest birey, konuşan, yarışan ve kimi üstün kâbiliyetli olanlar arasından, merak eden, arayan, araştıran bir kişiydi. Bu konuşan, yarışan adam, tarihte eşine ender —meselâ Çinde— rastladığımız yenilikleri sahnelemiştir. Beden eğitimi bütün toplumlarda karşılaştığımız bir olaydır. Ama hep savaşmağa hazırlık olarak algılanmıştır. Savaşmağa hazırlık safhasından koparılmış beden eğitiminden idman yahut spor dediğimiz olay ortaya çıkmıştır. Açık mekânlarda yahut tapınaklarda uygulanan belli konuların çevresinde dönen ve yüz ifâdeleri ile beden hareketlerine dayalı temsiller, ibâdet amaçlıydılar. Bunların dinden soyutlanmasıyla sahne sanatı, yânî tiyatro belirmiştir. Görüldüğü gibi, din ile askerlikten bağımsız bir etkinlikler dizisi kendini göstermiştir. Bu da, Atinada dindışı, demekki seküler ile sivil bir yaşama tarzının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Yaşamanın bütün alanlarında —siyâsette, ticârette, bilmede, öğrenim ile öğretimde, idmanda, sanatta, dindarlıkta, yurtseverlikte, güzelleşme ile yakışıklaşmada, sevişme ile savaşma becerilerinde…— kıyasıya yarışma ile ötekileri alt etme şevkinin en ileri uçlara taşındığını görüyoruz. Yarışılan en önemli sahalar arasında, hitâbet başta olmak üzre, dili düzgünce ve ustaca kullanma gelmektedir. Buna da belâgat (he retorike) denmiştir. Dil, burada kişinin, karşısındakini yahut karşısındakileri kandırma gâyesine yönelik kullanılmıştır. Bahsi geçen hüneri para karşılığında öğreten zevât ‘bilgiç’lerdir (sofistes). ‘Bilgiç’lerin elinde Attika Yunancası ifâde gücü, üstün bir dil hâline gelmiştir. O kadar ki, M.Ö. Dördüncü yüzyıldan itibâren felsefe-bilimi bile taşıyacak hâle gelmiştir. Dili, Sofistlerin yanısıra üstün kâbilyetli edebiyatcılar da zenginleştirmiştir. Edebiyat türlerinden şiir, insanlığın en eski devirlerinden beri her kültürün beğlik malıdır. Masal ile hikâye de belli bir kültüre mahsus sayılamaz. Gelgelelim, tiyatro öyle değil. Çinin dışında, ibâdetten sayılmaması gereken gelenekleşip kurumlaşmış sahne sanatıyla Yunanda karşılaşıyoruz. Sahnede belirli bir gerçek yahut olabilir kişinin hayatından belli bir kesit hareket, yüz ifâdesi ve anlatı yoluyla canlandırılır. İleride belirecek bilimin, doğa doğrultusunda tutumunu tiyatroda insana ve onun hayatına yönelik tavrında görüyoruz. Bilimde düzenlenen varsayımla incelenmesi istenen doğa olayı laboratuar denilen kurulmuş yapma bir ortamda yeniden yürürlüğe koyulur. Benzer bir durum sahnede vukûu bulur. Orada yaşanmış yahut yaşanabilir değişken insan olayı yahut olayları kulağa ve göz önüne taşınır. Buna temsîl diyoruz. İstenen, aranan, amaçlanan, geçici değişken insan olayını ki, böylesine vaka diyoruz, yakalamak, ele geçirmektir. Bütün geçiciliklerin dayandıkları, beslendikleri kalıcı olduğuna inanılan belirleyici, kimliği belirleyen esâsı keşfetme iştiyâkıyla tiyatro bir yanda metafiziğe, öte tarafta yaşama felsefesine zemîni hazırlar. Geçiciliklerin tümüne tamamına ömür diyoruz. Ömrü iki temel değerin izini sürerek yaşıyoruz. Bunlardan birincisi ölüm kavrayışı yahut kavramıdır. Bu, ömrün korku, bunaltı kutbudur. Onun karşısında yer alan ise, umuttur. Hayatın bunaltıya batmış, demekki umutsuzluk batağına saplanmış anlatımı tragedyadır. Ölümü aşarak ömrün çok farklı bir düzlemde süreceğine beslenen umudu işleyen temsîl dramadır. Vahiy dininin manevî kurgusuyla inşâa olunmuş drama, İsânın ölümü mağlûb ederek dirilişini hikâye eder. Yunan tiyatrosundan itibâren Batı felsefeleri ile edebiyatları roman ile tiyatro tarzında hep bu ana thème çevresinde dönüp dolaşmış variationlardır.
Haddizâtında Eskiçağ Ege dünyası da iki iki kutup arasında çekişmenin hüküm sürmüş olduğu bir sahnedir. Bir tarafta M.Ö. Dördüncü yüzyılda artık insan yerine koyulan köleler ile kadınların yanısıra serbestce düşünen, konuşan, davranan, savaş çıkmadıkca, sivil erkeklerin Atinası ile müttefikleri; öbür yandaysa insâfsız köleci ve geleneksel savaşcı düzenin soy sopcu Isparta ile tarafdarları. İkisinin savaşma tarzı dahî birbirine zıttı. Oldum olası toplumlar kara savaşı yürütmüşlerdir. Isparta da Japonlar, Türkler ve Prusya Almanyası gibi, bir savaş toplumu olup karada vuruşur. Buna karşılık, Themistokles’in (525 460) yaptığı devrimle, yaklaşık iki bin yıl sonraki İngiltere gibi, Atina, hem ticâret hem de askerlik bakımından bir deniz gücü olmuştur. Tarımla, hayvancılıkla geçinenlere oranla kısmetini denizde arayanlar, daha becerekli, kıvrak zekâlı, mucit ve kâşiftir. Bu özelliklerin hepsini Atinalı ile onu izlemiş olan diğer Egeli kentlerde açıkca görmek mümkün. Dimâğlarından neşet edip ellerinde biçimlenmiş medeniyet, öylesine değişik olmuştur ki, onu, artık, İlkçağın içerisinde mütâlea etrmek yanlış olur. Bundan dolayı, İlkçağın bağrından ağan sözünü ettiğimiz Ege medeniyetinin dönemini farklı bir adla, Eskiçağ şeklinde tesbît ediyoruz. Nihâyet, tektanrılı vahiy dininden sonra, Batı medeniyetleri câmiasının öteki çığır açıcı yeniliği Atina kültür menşe ve merkezli Eskiçağ Ege medeniyetinde arzıendâm etmiştir. Felsefe-bilim, Eskiçağ Ege medeniyetinin zirve eseri olmakla birlikte, tek ürünü değil. Onun yanında siyâset ile iktisât düzeninden tutun tiyatro ile spora, uzak ufuklara yelken basıp oralarda yeni yaşama ortamlarını oluşturmağa varana dek eşi benzeri ya çok az olan ya da hiç olmayan çığrılar açmıştır.