Batı, İran’ı Türkiye’ye Karşı Koz Olarak Kullanabilir (2008)

Takdim:

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Hocası, Dergâh dergisi yazarı ve “Küresel Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti” kitabının yazarı Prof. Dr. Teoman Duralı hoca ile  “Şiîlik ve İran” üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Teoman Hoca, İslâmcı camiada, ortalıkta gezinen mezhepsiz ve Şiâ meyilli onca soytarıya nisbetle,  Sünnî bir ilim adamı olarak bu topraklara borcunu ödeme sevdasında bir Anadolu insanı olarak bilinmektedir. Kendisi ile, ileride Batı medeniyeti üzerine başka bir röportajımızda buluşmak üzere, bu röportajı gerçekleştirdik. Tarih şuuru penceresinden “Şiîlik ve İran” üzerine bilgilerimizi tazelemek dileğiyle röportajı sunuyoruz… Aylık dergisi

Teoman Duralı: “Batı, İran’ı Türkiye’ye Karşı Koz Olarak Kullanabilir”. 

Saddam Hüseyin’in asılarak idam edilmesinden sonraki –bize göre şehid edildi- son gelişmeleri İran’ın durumu açısından kısaca özetleyebilir misiniz?

Şimdi Irak’ın işgalinde çeşitli ihtimaller düşünüldü, öne sürüldü. Bunların içerisinde İsrail’in sırtının rahatlatılması, yani üstündeki yükün hafifletilmesi isteniyordu. Çünkü Irak önemli bir ülkeydi. Hatırı sayılır bir askeri bir gücü vardı. Bu askeri gücü yıpratmak maksadıyla zaten evvela Amerika İran’ı saldırttı. 1979’da İran’daki inkılâbın akabinde… Bununla bir taşla iki kuş vuracaklarını düşündüler. Birincisi hem Saddam’ın Irak ordusu zayıflar düşünüldü hem de henüz ete kemiğe bürünmemiş Humeyni düzeninin çökeceğini umdular. Çünkü İran ordusunun bütün üst rütbeli subayları ya (…..) edildiler ya idam edildiler ya da kaçtılar. Sonuçta ordu başsız kaldı. Ve “başsız kalan orduyu kolayca dağıtırız” dediler. Bu bilinen eski bir yöntemdir. Benzeri bir şekli Hitler’de düşünmüştü. “Stalin’in dehşet temizlik hareketlerinin arkasından Sovyet ordusu bitmiştir” diye düşünüyorlardı. Ve bu cümleden olmak üzere bilindiği gibi 1941’de Almanya Rusya’ya girdi. Aynı şekilde Amerika Saddam’ı bu işe teşvik etti. Saddam’ın da fazla bir aklı olmadığından, bu tuzağa düştü o vakit. Siyaset, özellikle de askeri harekâtlar düz mantıkla olmuyor. Karşınızda kim var? Bunu çok iyi incelemeniz lazım. Bulunduğu ihatayı ele almak lazım… Dünyanın en eski devletlerinden dolayısıyla milletlerinden biridir İran toplumu… Bunu çok iyi incelemeleri gerekiyordu. Bunu yapmadılar. Biraz önce söylediğim gerekçelerle, bu belki mantıkça yerindedir ama yetmiyor işte. İnsan (..3:11..) açamıyorsunuz mantıkla. Arkasından Saddam büyük bir hata işledi. İran bozgununu kapatabilmek için Kuveyt’e yüklendi. Yüklenirken tabi bazı gerekçeleri vardı. Çünkü Kuveyt Saddam’a, “borcunu öde” diye bastırdı. Saddam köşeye sıkıştı. “Nasıl olsa bunlar ufak tefek adamlar, İran gibi değil… Ben bunları bir tokatta yere sererim” dedi. Nitekim de serdi. Ama o arada bir ihtimal –o kadarını bilmiyorum ama- Amerikandan izin aldı mı? Aldı da Amerika mı sözünde durmadı? Onu tam olarak bilemiyoruz.

O zamanın Büyükelçi’nin açıklamasından dolayı -dergimizdeki bir arkadaşımız yazmıştı- Amerika, Büyükelçi’yi görevden alıyor. Saddam işgal etmeden önce ABD Bağdad Büyükelçisi April Glaspie’yi makamına çağırarak görüşüyor. “Ben Kuveyt’i alacağım. Ne diyorsunuz?” diyor. O da di, “ABD’nin bu olaya müdahil olmayacağını”söylüyor.  Neyse, Saddam Kuveyt’i alıyor. Ondan sonra Büyükelçi “Biz böyle konuşmadık. Amerika’yı bilgilendirdim.” diyor. Hemen arkasından Amerika acilen Büyükelçi’yi görevden alıyor.

Ve hemen Saddam’a muhtırayı bastırıyor. Saddam’a çekileceksin diyor. Saddam’da tükürdüğünü yalayamıyor. Kuveyt’ten çıkmıyor ve 1.Körfez Harekâtı başlıyor. Bu da Saddam’ın sonunun başlangıcı gibi bir durum önümüze seriyor. Saddam’ın, Humeyni öncesinden İran’la yıldızı barışmıyor. Şah zamanında da cebelleşmeleri var. Çünkü ikisinde de yörenin kabadayısı ben olacağım, iddiası var. İran işte, “Ben çok eski bir devletim. Bu yöreler benden sorulur.” Diyor. Çünkü bir de Şah’ın tarih iddiası vardı. İslam’dan önceki İran’la da ilgili iddiaları var. Pers İmparatorluğu zamanında buralar onların elindeydi. “Buraları bir gün geri alırım” şeklinde bir düşüncesi vardı. Gizli veya açık… Duruma göre değişiyor. Bu bakımdan Saddam’la açık bir çekişmesi vardı. Saddam’da tabii, bir Arap milliyetçisiydi. İkisinde de bulunmayan taraf, İslâm tarafıydı. Ne Saddam’da vardı. Ne de Şah’ta vardı. İkisi de milliyetçiliğe ağırlık tanıyordu. Varlıklarını İngiltere ve Anglo Amerika’ya borçluydular. Saddam’ı dolaylı olarak, Şahı ise doğrudan –Musadık’kı devirenler onlardı- doğruya iktidara oturttular. İkisi de aynı ipte oynayan iki cambaz görünümündeydiler. Manzarayı değiştiren Humeyni iktidarı oldu. Ve bu iktidarda, Saddam Anglo Amerika’nın tarafı gözüktü. “Denklemin öbür kanadı tehlike arzediyor. Ben de sizin çıkarlarınızı korumak için varım” anlayışı, iddiasıyla temayüz etti. Arap milliyetçiliğinin bir çeşit bayraktarlığını yaptı. Nitekim Arap milliyetçiliğinin siyasi teşekkülü olan Baas’ın başında olan bir kişiydi. Hadiseler böyle patladı ve hiç beklenmedik istikametlere yöneldi. Saddam İran’dan mağlubiyet yüzü göreceğini ummuyordu. Tam tersine Kuzistan’ı işgal edeceğini, İran Arap bölgelerini ele geçireceğini sandı. Bu zannında tabi ki çok yanıldı.

Burada İran’ın ve buna bağlı olarak Humeyni’nin kozu ne oldu?

Efendim, İran’ın en başında hiçbir kozu yoktu. Halk patladığında İran zor durumdaydı. Çünkü daha iç düzenini sağlayamamışlardı. İç karışıklıklar alabildiğine gidiyordu. İdamlar vardı vs. Humeyni düzenini oturtamamıştı. İran’da çok aşırı ve sert bir rüzgâr estiriyordu. İran o tarihlerde Suriye’yle ittifak akdedememişti henüz. Olağan bir şey… Çünkü İran kendi içiyle uğraşıyordu. Şah hayattaydı henüz. Dile kolay… İki milyon insan gitti İran’dan. Bunlar en üst seviyedeki insanlardı. İran’ın kaymak tabakası çıktı, gitti. Türkiye’den Avrupa’ya, oradan da küçük bir kısmı da olsa Amerika’ya geçti. Ve onlar çok etkiliydiler. Amerika İran’a ambargo uyguladı. İran yedek parça alamıyordu. Çok büyük bir sorundu onlar için. Bunu biz yakından biliriz. Kıbrıs Harekâtı’ndan sonra bunu yaşadık. İran’ın kolu kanadı kırıktı. O bakımından Irak karşısında önceliği veya üstünlüğü yoktu. Irak’ın dört dörtlük bir ordusu vardı.

Ama Saddam’da genelde Rus silahları çıkıyor. Amerikan silahlarından önce, Rus ve Fransız öncelik…

Dediğiniz doğru. Özellikle Rusya’nın ve Fransa’nın ama Amerika’nın mali desteği olmuştur. Petrol kisvesi altında… Fransız edindiği silahları Amerikan parasıyla aldı.

Humeyni’nin bu durumda bir Şiî kuşak oluşturma projesi ve Saddam’ın da tabi olarak bu tehlikeyi sezerek, “Humeyni bunu yapmadan, bu dar alanda onu bastırırım” gibi bir düşüncesi vardı.

Bana kalırsa, o dönemde Sünnîlik ve Şiîlik pek fazla etkili değildi. Humeyni en önemli iddiası Şiîlik-Sünnîlik ayrımını kaldırmaktı. Humeyni bir dava adamıydı. Ve o davasını alabildiğine geniş tutmaktan yanaydı. Humeyni, şimdi bizim Türkler olarak kaybettiğimiz yeri İran’ın almasını istiyordu. Neydi bizim durumumuz, konumumuz? İslâm âleminin bin küsur yıllık öncüsü ve önderiydik. Hep kullana gelen bir laftır. Lokomotifiydik. Çekicisiydik. 1.Dünya Savaşı mağlubiyetinden ve Osmanlı Devleti’nin dağıtılmasından itibaren bu rolü tümüyle terk ettik. O kadar terk ettik ki, bu iddiayı bir yana bırakmakla kalmadık; sırtımızı topyekûn İslâm’a döndürdük. Ters bir istikamette devam ettik.  İslâm alemi başsız kaldı. Bana kalırsa, bu benim izlenimi, sezgim, Humeyni İran’ı buna soyundu.

Osmanlı’nın tarihi misyonunu üstlenmek istedi.

Aslında Humeyni’nin Şiîliğe vurgusu yok. Hatta Humeyni yaşadığı sürece Şiîliği öne geçirmedi. Bunun en güzel örneğini de Selman Rüşdi hadisesinde görüyoruz.

91’e kadar Salman Rüşdi’nin kitapları Tahran’da İran Devleti’nin eliyle satıldığı söyleniyor. Ebu Bekir Sifil, kendisi ile gerçekleştirdiğimiz röportajda bize açıkladı. İran böyle bir politika güdüyor aslında.

Elinizdeki kaynaklar ne derece doğru bilmiyorum. Sizden ilk defa işitiyorum. Tabi sizin sözünüze de güveniyorum. Ama sizin haber kaynaklarınız o kadar inandırıcı mı? Bilmiyorum. Satılmış olabilir. İran’da birçok şey kaçamak yolla yapıldı. Biraz önce söylediğim gibi, çünkü ihtilal dönemleri çok boşluk bırakır. Bir kırışıklıklar vardır ve henüz oturmamıştır. İran’da bu yeni nizam ne zaman oturur? Yaklaşık 89-90’dan itibaren, savaş bittikten sonra oturmaya başlar. Ondan önce denetim muğlâktır, müphemdir. Kim kimdir? Kimin eli kimin cebindedir? Pek belli değil… Burada Humeyni adına da çok büyük çapta iddialarda bulunacak biri değilim. Yalnız ben de bıraktığı izlenim bu. Tabi ki Humeyni Şiî demeyelim. Caferi’ydi. Ama dar anlamda sekter olmadığı kanaati bende hâsıl olmuştur. Bu mezhep ayrımını açma çabasını gösterdiğini düşünüyorum. Humeyni’den sonra İran daha fazla milliyetçileşti. Fars’ı vurgulamaya başladı. Yani, ben Humeyni’de millilik iddiası gibi özel bir çaba görmüyorum. O anlamda söyledim size. Şiîlikten çok adam İslâm’ın tümüne hitap etmek istiyor. Mesela ihtilali ihraç etmeye çalıştılar. Sünnî dünyaya Şiîliği nasıl ihraç edeceksiniz?

Ama orada Cezayir Devlet Başkanı Ahmed Bin Bella’nın Mısırlı bir gazeteciyle yaptığı bir röportajı var. “Konuşmalar” isimli kitap  1980–81 yıllarında Türkçede yayınladı. Bella’nın orada söylediği güzel bir şey var: “İran, devrimin hedefini bırakıp, Sünnî dünyasına Şiîliği yaymaya çalışırsa, ilk önce ben silahı alır, Irak’la beraber İran’a karşı savaşırım.” O denge durumu hissedilmiş. Humeyni öyle bir politika izlese bile, İran’ın tarih şuurundan gelen bir şey…

Adam’ın kafasının içinde ne olduğunu bilmiyoruz. Yapıp ettiklerine bakarak resmini çıkarmaya çalışıyoruz. Niyetleri Allah bilir. Bunları sezmemiz mümkün değil. Nitekim Humeyni’nin bu tavrına, siyasetine bakarak kim olduğunu bilemeyiz. Hatırlamıyorum. Birisi çıkıp da, “artık şu gayb imam siz olunda, bitsin şu ayrılık, gayrlık” demiş. O da “estafirullah” cevabını vermiş. Öyle bir raddiyeye getirmiş ki, karşısındaki buna cesaret edebiliyor yani. “Şu gayb imam meselesini çözelim de, artık Şiîlik-Sünnîlik kalsın.” Benim aldığım haberlere göre, Humeyni Şiî lafından da hoşlanmıyordu. Caferilik üzerinden gidiyordu. Çünkü Şiîlik geniş bir kavram… Ve Caferilerin asla tasvip etmediği birtakım Şiî itikadlar var.

İsmailiyye var.

Bir sürü şey var. Adlarını saymayı lüzum görmüyorum. Ben bunu bizzat İranlılardan dinledim. Sünnîlik kadar bunlara karşı olduklarını biliyoruz.

Peki, Amerika İran’ı Afganistan veya Irak gibi niye ezmek istemez? Batı’nın gözünde İran’ın farkı nedir sizce?

Bu çok pürüzlü bir mesele… Batı, -burada Amerika’dan ziyade Avrupa’yı kastediyorum- yani Avrupa, tarih şuurunu yaşayan bir millettir. Batı derken, nereler var burada? Bunlar çok müphem kavramlar… Ben evvel emirde Batı derken, İngilizleri, Fransızları, bir ölçüde Almanları ve Rusları düşünüyorum. Bu dünyada öncelikle de İngilizlerde, Almanlarda, İsveçlilerde, Felemenklerde gizliden gizliye yürüyen bir ırk şuuru, -ne kadar inkâr ederlerse etsinler, içten içe yürüyen bir damar var.

En son bir İngiliz televizyonundaki “Biri Bizi Gözetliyor” programına katılan Hintli bir kıza karşı uygulanan ırkçı tavırlar var, biliyorsunuz Hattâ, Hindistan Hükümeti, İngiliz Hükümetine nota bile verdi bu konuda.

Bu basit adamdan aydın dediğimiz kimseye varıncaya yürüyen bir damardır. Şimdi birincisi, Farslıları kendi ırklarından kabul ediyorlar; Ari-Hint Avrupalı… Tip itibariyle ve Farsça bu dil sınıfa giriyor. Bu açıdan bir yakınlık duyuluyor. Bu çok bariz bir şey… Avrupa’nın üstün fikir tarihine baktığınız vakit, Şark’tan ilk incelenen, ele alınan yöre İran kültürüdür. Farsçayı öğreniyorlar. Fars Şiîrine büyük ilgi, sevgi duyuyorlar. Tercüme ediyorlar. Buna hemen arkasından da Sanskritçe gelmektedir. Böyle bir hava var. Buna ek olarak İran’ın Müslümanlık tutumu da, Şiîliğin, orada bir yankısı var… Şiîlik ya da Caferilik, birçok bakımdan Katolikliği çağrıştırıyor.                    

Yapı ve itikadî olarak…

Evet. Yapısı itibariyle… Temelde Müslüman olduklarında şüphe yok. Allah’ın birliği, Hazret-i Peygamber’in kabulü, Hz. Ali’ye olan yakınlık, sevgi şu, bu… Ama mezhebin yapısı itibariyle ve özellikle de “masum imam” itikadı, Katoliklikte din adamının masum olması, ilahî bir karakter taşıması bakımından yansıtıyor. Bunlar çok derin konular… Hint-Avrupa dünyasında çok önemli bir olay, ıstıraba, acıklılığa vurgu yapılmasıdır. Bunu mesela Eski Yunan’da görüyoruz. Yunan tiyatrosunda “trajedya” dediğimiz bir olay var. İslâm’da buna yer yok. Buna karşılık İran buna çok vurgu yapıyor.

Acıdan zevk alma mı diyelim buna?

Acıya bir eğilim var. Meselâ Hz. Hüseyin ve ailesinin şehid edilmesi, İslâm için büyük bir felakettir. Bu hadiseden her Müslüman acı duyar. Ama bunu belli ölçüde duyarsınız. Artık bunu arş-ı alaya çıkarmanın, ortalığı velveleye vermenin bir anlamı yok. Tarihte ne acı olaylar yaşandı… Bu bizi daha derinden yaralar. O ayrı bir mevzu… Ama böylesine mübalağa edilmesinde, ben yine Ari ırk kökenini görüyorum. Ve bu bakımdan da Avrupa’nın belli yörelerinde hep ilgi odağı olmuştur. Yani, Avrupa’nın en çok ilgilendiği iki yöre var: Biri Yunanlı olmuştur. Yunanlı kadar olmasa da diğeri İranlılarla, Perslerle ve onun devamıyla ilgi kurulmuştur. Avrupalılar tarafından İslâm’da en çok işlenen, İran İslâm’ı olmuştur.

Şiîlik olmuştur.

Evet. Dev kavramlar uydurulmuştur: İmamoloji mesela… Bu Kristolojinin bir çeşit paraleli gibi kabul edilmiştir.

Yahudilik ve Şiîlik tarihinden başlayarak bugüne gelirsek, İran ve İsrail’in durumunu anlatır mısınız?

Çok çelişkili bir durum var ortada. Bugün İsrail ile İran arasındaki çekişmenin veya düşmanlığın tarihi kaynağı yok. Yahudilere tarihte çok az toplum destek çıkmıştır. Bunlarında başında Persler geliyor. Yahudileri Babil Tutsaklığı’ndan kurtarmışlardır. Memleketlerine geri götürmüşlerdir ve mabetlerini ikinci kez inşa ettirmelerine cevaz vermişlerdir veya yardım etmişlerdir. M.Ö. 6.yy.daki o hadiseden sonra, İran’la Yahudiler arasında önemli bir temas olmamış ama hiçbir zamanda Yahudiler İran’da rahatsız edilmemişlerdir. Hal böyle olmakla birlikte bugünkü durum çok ters mecraya yönelmiştir. Ve çok yenidir. Yahudilerle İranlılar arasındaki çekişmenin tarihi, benim gördüğüm kadarıyla on yılı aşmaz. İran inkılâbından itibaren diyebiliriz ama Ahmedinecad’ın iktidara gelmesiyle iyice şiddetlendi.

Şiîliğin kuruluşunda Yahudi İbni Sebe’nin tarihi rolü inkâr edilemez. Dediğiniz gibi, son on yıla kadar da Şiîlik ile Yahudiliğin herhangi bir çekişmesi olmadı. Burada kırılmayı şuradan başlatabilir miyiz? Humeyni’nin Osmanlı Devleti’nin misyonunu doldurma isteği farkında olmadan Yahudilerde, Şiîlere karşı bir güvensizlik oluşturmuş olabilir mi?

İran’a karşı güvensizlik şu anlamda: Bu çağdaş medeniyetin, -benim verdiğim adla İngiliz-Yahudi medeniyeti- en önemli gözle görülür düşmanı İslâm medeniyetidir. Karşıtı… Öyle diyelim. Bu İslâm medeniyeti 19.yy.ın başlarında artık sona ermiştir. Canlılığı son bulmuştur. Şimdi Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra başsız kaldı. Bu, “öldü” diye kabul edilmişti. İslâm Devrimi, İngiliz-Yahudi dünyası ve onun çektiği dünya çerçevesinde büyük çalkantılara ve korkulara yol açmıştır.

İran Devrimi diyorsunuz

Evet. 1979-80’i hatırlıyorum. Avrupa hop oturup, hop kalkmıştır. “Ne oluyor? İslâm hortluyor mu?” diye düşündüler. Bu soruya ben de muhatap oldum. O vakit ben, bu soruya tam olarak cevap bulamıyordum. İran’ın böyle bir yükü kaldırabileceğine ihtimal vermedim. Her şeyden önce Caferi olmaları vs. Fakat gel zaman git zaman Humeyni’nin biraz önce açıkladığım tavırlarından hareketle, böyle bir istikamete yöneldikleri zehabı bende de uyanmaya başladı. Ben bunları ortalıkta gezinen haberlerden çıkarıyorum. Onlar, benden de önce bunu istihbaratları sayesinde elde ediyorlar. “Alev bacayı sarmadan biz bunu söndürelim” çabasına giriyorlar. O çabanın bir parçası, İran’a karşı Irak harekâtıdır. O başarıya ulaşamayınca da, doğrudan doğruya “bari biz yapalım”. Bu hep İngilizlerin uyguladıkları yöntemdir. Hatırlayalım. “Osmanlı Devleti’ni yıktık. Bu iş bitti” dediklerinde, burada yeniden bir canlanmayı gördüklerinde “baştan biz bu boğalım” çabasına girdiler. Kimi üzerimize yıktılar: Rumları. Yunan ordusunu üstümüze yönelttiler. Her şeylerini verip üstümüze yürüdüler. Yenildi Yunanlılar. Çekilip gittiler. Benzeri bir şeyi Irak’ı kullanarak İran’a yapmayı istediler. Bu da başarısız oldu. Yalnız bizden farklı olarak İran’la oturup, Lozan anlaşması imzalamadılar. Hiçbir şey yapmadılar. İran’ı yere seremediler. İran’ın işini bitiremediler. Ne Irak ordusunun harekâtıyla ne de o harekâttan sonra İran’ın kazandığı zaferden hareketle İran’ı sıkıştırıp, “biz senin başına Irak’ı musallat ettik. Irak’ı yendin ama biz geleceğiz. Ayağını denk al!” diyemediler. Neden diyemediler? Onu bilemiyoruz tabi. Belki de denediler. İşte 1979 Carter’ın gönderdiği bir kuvvet vardı. Büyük bir rezalet oldu. Çölde düşüp kaldılar. Uzun lafın kısası bunun üzerine fazla spekülasyon yapmayalım. İran’ı dize getiremediler. Bu sorun devam ediyor.

91’den bu zamana kadar baktığımızda, İran’ın Sünnî İslâm Medeniyetini ezmeye çalıştığını ve Batı’yla işbirliği içinde oluşunu göz önüne aldığımızda, getiremediler mi yoksa gerçek mânâda getirmek mi istemediler?

Efendim, söylediğimde bir aykırılık var. Dedim ki, “psikolojik bir eğilim var.” Dedim demesine fakat; bugün bu İngiliz Yahudi medeniyeti ve onun bel kemiğini teşkil eden İngiliz Yahudi emperyalizminin başını Amerika çekiyor. Amerika’nın algılayışı, İngiliz’in algılayışından farklı. Her ne kadar İngiliz’in devamı ise de, her ne kadar ABD’yi kuran ana unsur İngiliz ise, yine de süreç içerisinde Amerika farklı bir takım zihniyet unsurlarını sergilemeye koyulmuştur. Bunun da en önemli belirtisi “tarih bilinci”nin İngiltere’deki gibi derinlere gitmemesidir. Amerika’nın en önemli özelliği uzun  boylu bir tarih bilincine sahip olmamasıdır. Bu cümleden olmak üzere; İran’ın Avrupa zihniyetinde tuttuğu yeri, Amerika tam olarak değerlendiremiyor, anlamlandıramıyor; buna tam olarak sahip değil. Bu bir. İkincisi; bıçak kemiğe dayandı mı, tarihî değerleri İngiliz-Yahudi medeniyeti ayaklar altına alabilir. Avrupa’nın en önemli sütunu olan, bir bakıma Avrupa medeniyetinin ana sütunu durumundaki Almanya’ya yaptıkları ortadadır. Yani, “artık bu benim canıma tak etti” dediği yerde mahvedebilir –dediğim gibi Almanya’yı dümdüz ettiler- ve Almanların bir daha, kendilerini toparlamalarına imkan tanıyacak bütün şartları –bunların başında da eğitim ve öğretim gelmektedir- yok ettiler, bitirdiler. İşte bu anlamda da, İran şimdi fazla geliyor olabilir.

Özellikle Yahudiler açısından diyelim…

Özellikle Yahudiler açısından ama, Anglosaksonlar bakımından da İran bir tehlikedir. Hangisi için daha büyük bir tehlikedir, bunu bilmek için tabi ince bir –kuyumcu- terazisi gerektirir. İkisi açısından da kabul edilebilir bir durumda değil İran.

Demin bir hususu belirttiniz; “Sünnîliğe karşı kullanma” Şu anlamda Sünnîliğe karşı kullanılabilir İran Şiîliği: Türkiye’de İslâm, bütün yediği öldürücü darbelere rağmen, yeniden bir uyanma emaresi gösterirse, öncelik ve özellikle Türkiye’ye karşı bu bir koz olarak kullanılabilir.

İran’ı diyorsunuz?

İran… Ama Türkiye dışında Sünnîliğin gösterebileceği bir tehlike yok. İşte son, efendim 2000’den bu yana, El-Kaide denilen bir…

Yapılanma!…

Bir… Hayalet var. Bir hayalet var; ne olduğunu bilemiyoruz, çıkaramıyoruz. Kimin, neyin nesi, nerden çıkmıştır, kim düzenlemiştir, kim inşâ etmiştir; bir yığın spekülasyon var. Şiîliğin El-Kaide Sünnîliğine karşı silah olarak kullanılmak istendiğini düşünmüyorum açıkçası.

Ama hocam, Irak’ta 1. Körfez Savaşı döneminde –biliyorsunuz- Brezenski nin bir sözü var: “Eğer İran’la anlaşma yapmasaydık, rezil olurduk” diyor 91’de. Yani, İran o garantiyi verdi onlara… İkinci olarak ha kezâ, –siz de belirtiyorsunuz- Afganistan’a da aynı ihaneti yaptı İran… Irak’ta zaten hâlâ yapmaya devam ediyor. İran“Şiîlik politikasını yayarım” filan diye hareket ediyor belki ama, nihayetinde bu küresel Yahudi-İngiliz emperyalizminin işine yarıyor.

Efendim tarihin, teşrihini yaptığımızda ortada çok önemli bir çekişmenin vuku bulduğunu görüyoruz İran’la Türkler arasında… Yani bu dünya’yı paylaşmak için –bu dünya derken, İslâm dünyasını kastediyorum- paylaşmanın, mücadelesini vermiştir her iki taraf. Türk dediğimizde Osmanlı’yı düşüneceğiz, -Selçuklu daha müphem bir durumda- öncelikle Osmanlı’yı düşünelim, öbür tarafta -Türk asıllı olmaları önemli değil- Safevileri düşünelim.

O zaman Türk, Sünnîliği temsile diyor hocam?    

Türk Sünnîliği temsil ediyor, zaten Sünnîliğin dışında, başka bir şekilde düşünemezsiniz Türklüğü… İçimizde Sünnî olmayanların olması önemli değil; yani değiştirmiyor manzarayı. Burada biz bir mezhep veya bir din siyaseti yapmıyoruz, burada tarihî bir tabloyu ortaya çıkarıyoruz. Osmanlı Devleti’nin yapısı, görünüşü, iddiası, Sünnî İslâm üzerine bina edilmiştir. Araplarda –Suudi Arabistan’daki- Selefîlik ölçüsünde değil tabi, o ayrı bir şey. Bu çok inceleme gerektiren bir söz benim bu söylediğim; ama toparlak ve yuvarlak olarak, hâdise bu. Öbür taraftan İran, bana öyle geliyor ki zaten bu ikinsin bu çekişmesinden, birisi Sünnîliği, diğeri Şiîliği tercih etmiş! Çünkü ikisi de Sünnî olsaydı, ikisi de Şiî olsaydı birbirlerinin içlerinde kaybolup gideceklerdi.

Başka bir konuya geçiyorum, sonra tekrar bağlayacağım: Bize, tarihte Farslar kadar benzeyen başka bir toplum gösteremem size. Hani hep derler ya bizim bir takım “çıt kırıldım”lar: “Ah Yunanlılarla ne kadar benzeşiyoruz., dolmalarız var, fasulyemiz var, kahvemiz var” bilmem neyimiz var… Bunların hepsi laf-ı güzaf!.. Gayet tabii Osmanlı’nın çatısı altında, şemsiyesi altında millet olmuşuz 600 yıldır. Bu çok uzun bir süre. Kaç milletin 600 sene ortak tarih var? İran’la biz, bir devletin çatısı altında yaşamamış olmakla birlikte, -çok eskiyi, Selçukluları bir tarafa bırakırsak, yakın tarihlerde, son bin yıl içerisinde diyelim- yaşamamış olmakla birlikte muazzam bir benzerliğimiz var. Gelenekler, görenekler, dünyaya bakış, tiplerimiz… Acem tipiyle, Osmanlı Türk tipini ayırt etmeniz son derece zor, hatta imkânsızdır. Yani bunun en güzel örneği; buraya yaklaşık iki milyon İranlı mülteci geldi, -ben de onarlın en sık yaşadıkları yörede çalışıyorum Laleli’de- adamlar kendi aralarında konuşmadıkları sürece, “işte bu İranlıdır” diye göstermezsiniz. Ancak konuştukları vakit anlıyorsunuz, bu Farslı diyorsunuz. Birçok unsur sayabilirim. Bu bakımdan birçok benzerlik var aramızda. Halkın yaşayışı, devletin resmî ideolojisi Sünnî olmakla birlikte, halk arasında –ne diyeyim- Şiîmsi tavırlar baskındır. Yani tarikatları düşündüğümüz takdirde, işte önemli bir sayıda vatandaşımızın Alevî olması, en önemli unsurumuz olan Türkmenlerin Alevî olduğunu düşünürsek vesaire… Büyük bir itikadî benzerlik de var arada. Bu anlamda, bir ipte iki cambaz oynuyor. İran-Türk ilişkilerini bu zaviyeden görmek lazım: “Bir ipte oynayan iki cambaz olarak.” Ve İran, Osmanlı’nın İslâm’ın çekicisi olma tavrını kıskanmıştır. Biz ne zaman Avrupa’ya İslâm adına sefere çıkmışsak, arkamızdan hançerlemiştir. Yani bunu Hıristiyanlara yardım olsun diye yaptığını sanmıyorum.

Şimdi şunu söyleyeceğim… Bunu Sünnî Direnişçiler de söylüyor; İran için birinci düşman Sünnîlik. Haçlılar, Yahudiler filan sonra geliyor. Amerikan askerlerinden önce Sünnî kadınlara tecavüz eden bunlarmış. Sünnî Direnişçileri yakalayıp Amerikan askerlerine kendi elleriyle teslim ederek “biz sizinle beraberiz” diyorlarmış. Yani Sünnî düşmanlığı artık keskin bir itikadî yapı hâline geldi.

Dediğim gibi bu, Hıristiyanları sevdiklerinden ya da onlara yakınlık hissettiklerinden ziyade, düşünceleri öncelik ve özellikle “Türkleri haklarsak, biz bunu ele geçiririz; zamanla da Şiîliği bütün İslâm Âlemi’ne de yayabiliriz.” Nitekim Osmanlı’dan önce de yaygındı. Mısır’da Batınîler vardı, Lübnan’da vardı. Irak’ta zaten var. Körfez çevresinde vesaire… Kim bunu durduruyor? Osmanlı durduruyor. O bakımdan Osmanlı birinci derecede düşman konumunda. Yani Acemlerde Arap düşmanlığı’nın o kadar sivrileşmiş-keskinleşmiş olduğunu sanmıyorum. Bir tek bir kuyruk acısı var tabi; Araplara yenildiler ve Arapların zoruyla İslâmlaştırıldılar. Bir o var yani Araplara karşı. Ama bu bugün ne kadar hatırlanıyor, ne kadar hayattadır onu bilemiyorum ama bizimle olan çekişmeleri son derece taze ve ortada olan bir durumdur. Bunu Avrupa çok yakından –özellikle İngiliz, Yahudi dünyası- çok yakından biliyor ve bunun üzerine çok oynanıyor. Yani bugün görünen Şiî-Sünnî çekişmesinin özünde, İran-Türk çekişmesi olduğu kanaati bende vardır. İran da unutmayalım çok önemli bir Türk unsuru var…

Azerî Türkleri…

27 milyon Azerî var artı –tam sayısını bilmiyorum ama- iki, iki buçuk milyon da Türkmen var veya benzeri, Türkçe konuşan başka unsurlar var.Ve artı İran, çepeçevre Türklerle sarılmış durumdadır. Orta Asya’da Türkistan var, batısında Osmanlı Türkü var, kuzeyde Azerbaycan var. Bu şekilde çepeçevrelenmiş durumda. Bir tek kapısı Araplara açık, Türk olmayan bir kapı olarak.

Orada da Sünnîler var!..             

Orada da Sünnîler var evet…

Peki hocam, son gelişmelere bakacak olursak, Amerika ve İsrail’in –her şeye rağmen- İran’a saldırma ihtimalleri var mı? İran’a bir saldırı görünüyor mu şu an size göre?

Çok zor bir soru… İran’a bakarken, tehlike algılayışlarının derecesini bilmiyorum. İran “ölümcül” bir tehlike arz ediyorsa saldıracaklardır. Bu kadar gecikmelerin ben anlamlandıramıyorum. İsrail -85’miydi-84’müydü unuttum şimdi- Irak’da bir nükleer santral bombaladı.

81’de bombaladı hocam.

81’miydi o?

Evet.

Niye bunu daha önce yapmadılar? İran için konuşuyorum. Niye bundan daha önce yapmadılar?

Hatta hocam, aksine –biliyorsunuz- Şah’ın başlattığı nükleer santral projelerinden bu yana, İran’ın bu noktaya gelmesinde Amerika’nın da yardımı var.

Muhakkak bir katkısı var da, en azından Humeyni devriminden sonra, tedbir almaları gerekirdi. her şeyden önce şimdi bugün kalkıp bombalasa, ortalığı radyoaktife boğacaktır. İş çığırından çıkmış durumdadır. Manzara çok müphem. Burada bunu önleyen gizli bir takım görüşmeler midir, İran acaba bir aldatıcı gerekçe-bahane olarak mı kullanılıyor? Yani İran esasında kendilerinden yana olup da, bunu bir çeşit…

İslâm Dünyası’na karşı bir “sopa” olarak mı diyorsunuz?..

Evet, bir “sopa” olarak mı göstermek istiyorlar? Doğrudan doğruya düşmanlarıdır, biraz önce saydığım sebeplerden dolayı İslâm Medeniyeti’ni yeniden derleyip toparlayacak bir “öncü” konumuna geliyor da, bu tehlikeyi bertaraf etmek mi istiyorlar? Bu konularda tam bir açıklık kazanamadım ben. Dediğim gibi tabi bunlarda bir şey söylemek için elinizde çok sağlam belgeler olması lazım. E, istihbaratçı değilseniz bu da olmuyor. Her istihbaratçının da elinde olmaz bu. Belki CIA’nın başına otursam size daha açık bir şeyler söyleyebilirim ama bu imkânlardan yoksunum. Tarih olmadı, tarih olsa o zaman istihbarattan çıkıyor ve ortada tarihi belgeler oluyor. Siz de onlara dayanarak fikir yürütürsünüz. Ama ne istihbaratçıyız, ne de henüz bu tarih olmuş bir hâdisedir. O sebeple bu soruya tam olarak bir cevap bulamıyorum ama, biraz da gidiş sanki bir saldırı hazırlığı var izlenimini yaratıyor bende.

Hocam, geçtiğimiz yılın şubat ayında biz bir İran sayısı yapmıştık. Orada “Ahmedî Necad İran için bir değişim noktası olacak mıdır?” diye meseleyi işledik. Onun arkasında da şöyle bir yorumumuz vardı: “İran haçlılarla bütün işbirliğine rağmen –istemese bile- tarihî bir dönüm noktasına geldi. Bunu İran da istemese, Batı da istemese, -hani tarihin kader noktaları vardır ya- bunların her ikisi de ellerinde olmayarak bir savaşa sürüklendiler” diye bir hükmümüz vardı. Ve şöyle de bir tesbitte bulunduk: “Şiîlik savaştıkça Sünnîleşiyor.” Mukteda Es-Sadr’ı biliyorsunuz, savaştıkça Sünnîleşmeye başladı ama bunun önünü kestiler…

Evet, son zamanlarda kestiler.

Yani bu iki kutbun, Batı’nın ve İran’ın istememesine rağmen de olsa, savaşacaklar gibi bir görüntü var. Buyrun…

İran’ın, İslâmlaşma yoluyla ister istemez Sünnîleştiğini görüyoruz. Ahmedî Necat’ın son beyanatlarından da ben bunu hissediyorum. Mesela, Ekvator’da oranın Devlet Başkanı’nın yemin töreninde bu kadar nefret ettiği Saddam Hüseyin’e sahip çıktı. Yani sahip çıktı derken, ben Ahmedî Necat’tan beklediğim karşı görüşleri, suçlamaları bulamadım. Mealen: “Amerika Saddam’ı asmakla birlikte elde etmek istediğini edemeyecek” demeye getiriyor. Değil mi, buna benzer bir şey söylüyor. Hiçbir şekilde “iyi oldu, şöyle namussuzdu, bizi-Şiîleri böyle böyle kesmişti” filan gibi şeylere hiç girmedi. Sadr’ın, idam sırasında oraya maskeli gelmesi-gitmesi doğru mudur, değil midir onu da bilmiyoruz. Yani bu pekâla Batı’ın çıkardığı bir dedikodu da olabilir. Bir dezenformasyon olabilir.

Zaten Sadr’da o kadar ileri politik düşünceye sahip değil… 

İran onu belki de durdurur. Öyle bir şey düşünse yada istese bile “yapma bunu” diye dizginleyebilir. Bilmiyorum. Bir şey söyleyemem. Adamın yüzünü gözünü görmedik.

Babasını asmış olduğundan dolayı Saddam Hüseyin, belki yapmış olabilir…

Tabii yani. Ben ona da hak veririm. Babamı asan adamı elimle asar mıyım, asmaz mıyım?.. Elimle asmam Amerika’nın getirdiği adamı da, gidip kendim vururum.

Peki hocam, Amerika Saddam Hüseyin’i asmakla, Müslümanlara nasıl bir mesaj verdi sizce? 

Şimdi efendim, benim kitabımdan şöyle yanlış bir sonuç çıkarılıyor genel olarak: “Kardeşim” diyorlar, “sen bu İngiliz-Yahudi medeniyetini nerdeyse ilahî bir akıl gibi gösteriyorsun. Her şeyi görüyorlar falan filan” Hayır, öyle bir şey yok. Çok akıllı olduğu muhakkak, bunların ağababaları, “iyi saatte olsunlar”ı, buna hiç şüphe yok. Bir kere felsefî akılları var. Bu bakımdan çok uzun vadeli düşünüyorlar, genişliğine düşünebiliyorlar vesaire… Ama hata yapmıyorlar mı, yapıyorlar. Hataları… Sovyetleri kurdular, ama Stalin’i göremediler. Ve Stalin bir hesap hatasıydı. İran devrimini desteklediler. Ama Humeyni’yi hesaplayamadılar. Humeyni’de onların açısından bir hesap hatasıydı. Bugün de eminim, şu anda görmüyorum çünkü tarih olmadı ve istihbaratçı da değilim, bu bakımdan kesin bir şey söyleyemem ama benim ömrüm vefa etmez, ruhumla konuşursanız 50-60 yıl sonra size söylerim, “bakın şurada şurada şurada hesap hatası yapmışlardır.” Ve bu hesap hatalarının arasına bir ihtimal, Saddam’ın asılması da gelecektir. Bunu göz dağı vermek için yaptılar, şimdi ters sonuç yaratıyor. Benzeri bir olayı, daha küçük bir çapta Menderes’de gördük. Menderes bir gözdağıydı ama o bir kahraman oldu. Efsane halinde getirildi. Siyasetçi asmak çok kötü bir yöntemdir. İnsanlık açsını filan bir tarafa bırakıyorum; siyasî anlamda, bir siyasetçiyi asmak, çok kötü sonuçlar getirir.

Özellikle halk nazarında sevilen bir duruşu olanlar…

Sevilmese bile… Yani o adamın günahı, çok kısa zamanda unutuluyor astığınızda. Asmayın, atın bir köşeye, o sürekli olarak halkın gözünde yine kötü olarak gözükecektir. Burada, dediğim gibi neyi gözettiler, o konuda size açık bir şey söyleyemiyorum, ama ne gözetmişlerse gözetsinler, önemli bir hesap hatası yaptıkları kanaatindeyim. Ve Saddam bir sembol hâline gelecektir, bir bayrak hâline gelecektir. Geliyor da…

Peki hocam, Lübnan ve Filistin meselesi hakkında neler düşünüyorsunuz? Geleceğe yönelik olarak nasıl bir manzara teşkil edebilir orada?

Bana Filistin, İsrail’in elinde bir koz olarak gözüküyor. Yani ilkin denildi ki, bu Irak Harekatı başlarken –hatta Arap aydınlardan da ben bunu dinledim- “heralde” denildi, “Amerika Irak’ı işgal edecek ve arkasından Irak’ta bir Haşemî hükümdarlığı ihdas edecek ve Ürdün’ün bir parçasını, Filistin’e bağlayarak bir Filistin Cumhuriyeti kuracak.” Aklın buyruğu buydu. Yani beni Amerikalıların aklı kılsaydınız, yahut Yahudilerin aklı kılsaydınız, ben bunu yapardım. Benim gibi bir çok kişi de bunu düşünüyordu. Hiçbir şey değiştirmedi Amerika…

Değiştiremedi diyelim yada!.. 

Değiştirebilirdi, yapabilirdi. Yani ben mesela, Haşemî hanedanında- aklı başında bir adam olarak Prens Hasan’ı görüyorum. Prens Hasan’ı Bağdat’a oturtup, “sen kralsın” diyebilirlerdi. Büyük bir dirençle karşılaşır mıydı Irak’da Sünnîler ve Şiîler önünde? Sanmıyorum. Yani Prens Hasan sevilen bir adam. Haşemîler’in –işte- “Peygamber soyundan” gelmesinden ötürü, Şiîlerin de fazla bir tepki göstereceklerini sanmıyorum. Yani bir çok yeri memnun edebilirlerdi. Bunu yapmadılar. Yapamadılar. Bilmiyorum.

Bu da mı bir “hesap hatası”?

Bu nasıl büyük bir hesap hatası? Ve Filistin sorununu kökten halledebilirlerdi bunu yapsalardı. İsrail’den de bir parça verirlerdi. Ama İsrail’in 67’de ele geçirdiği toprakların hiç olmazsa yüzde yetmişi İsrail’de kalırdı. Akabe körfezinde Filistin’e liman verilirdi. Amman baş şehir veyahut da gene Kudüs baş şehir olurdu da Amman en önemli şehir olurdu. Bir hâl yolu bulunabilirdi. Hiç bu istikamete gidilmedi. Bu çok tuhaf bir durum. Irak’ta ne değişti? Hiçbir şey değişmedi. Yani Saddam idaresi altındaki Irak, sadece kötüleşti. Feci bir vaziyete geldi. Bugün Irak halkının büyük biri kısmı, “keşke Saddam idaresinde kalsaydık” diyor. Bu ortada olan bir şey. O bakımdan Irak’a akıl sır ermiyor. Filistin davası, hiçbir zaman bu kadar kötü olmamıştı. Ve bu İsrail’in “neresine yarıyor” ben onu çok merak ediyorum. Nesine yarıyor? Olsa olsa bunu bir çeşit “değnek” olarak kullanıyor Yahudiler. Ama sokaktaki insan rahatsız bundan eminim. Ben hiç İsrail’e gitmedim, temasım da olmadı ama düşündüğüm vakit –tabi basını da takib ediyorum-Haaretz’i filan okuyorum… Sokaktaki adam bundan rahatsız. Huzura eremedi. Ve bir devlet düşünün ki, vatandaşını rahata eriştiremiyor. Bu ne biçim devlet? İsrail’in durumu bu. O bakımdan, Filistin Dâvâsı’nı hâlletmek imkânı varken, hâlletmemenin –bu kadar ısrarla etmemenin- hikmetini ben çıkarmış değilim. Lübnan, aslına bütün Araplardaki karışıklık ve sorunlar Filistin’e bağlanıyor. Filistin’i çözdüğünüz günden itibaren, bölge de çözülecektir. Filistin çok büyük, dehşet bir muamma…

Zaten hocam, Saddam’ın asılması da bir noktada Filistin ve İsrail üzerinden…  

İsrail bütün etrafını güvene bağlamak çabasında.

Saddam’ı “çıban başı olarak” göstermeleri…

“Çıban başı” olarak… Özellikle de İran Savaşı’ndan sonra…

Bush’un bir sözü vardı: “Dünyaya kötü örnek oluyordu, bize karşı direnilebileceğini gösteriyordu” demişti asıldıktan sonra biliyorsunuz.

Şimdi tabii, Bush’un etrafındaki “ağababalar” yani fikir babaları diyeyim, İngiliz Yahudi dünyasında gördüğüm en çapsız kimseler. Bu da çok manidâr bir olay. Şimdi meselâ Kennedy’nin etrafındaki adamlara bakıyorum, Nixon’un etrafındaki insanlara bakıyorum hatta şu Clinton’un etrafındaki adamlara bakıyorum; baktığımızda bundan kat be kat üstün adamlardı… Cheny gibi adam, yani nesini gördü de bunu Başkan yardımcısı yaptı. Yani bunların hepsi danışman niteliğindeki kimselerdi. Ve çok seviyesiz insanlar fikir açısından. Fikir bâbından üstün olan kimselere de itibar etmediler…

Hepsi kaçtı hocam biliyorsunuz!..

Yani itti onları. Bunu “muhafazakârlık” adına yaptıysa, Amerika’da muhafazakârlığın belini bir daha doğrultamayacağı bir uçuruma atmıştır. Yani bundan sonra mutlaka demokrat gelecek ve Amerika’yı müthiş bir aşırılığa götürecek o demokrat.

İkiye ayıracak diyorsunuz…

Ya evet öyle…

Bu geçen seçimlerden sonra, CNN Türk’te bir yorum yapılıyordu, -2004 Kasım’ında- “Amerika tarihinde hiç olmadığı kadar ortadan ikiye ayrıldı” diye… İlginç bir yorumdu. Buyrun hocam…

Aslında tabii, bugünkü Amerika’daki muhafazakârlık hattını ben onaylıyorum. Kendi içindeki bu hâdiseyi. Bu onaylanmayacak gibi değil. Daha sağlam, daha güzel… Benim açımdan tabi, tartışabiliriz.

“Kendimizi Amerikalı’nın yerine koyarsak” şeklinde…

Hatta ben İslâm açısından baktığıma bu bana ehvenîşer gibi geliyor. Yani kalkıp da o kıytırık, “ilericiler” bilmem şucular-buculara oranla, bu adamlar bana daha uygun. Ama dış siyasetine, dünya siyasetine baktığımızda bir felaket senaryosuyla karşı karşıyayız. Ve Amerika, dediğim gibi, iç dünyasında da bundan sonra bunu tam zıddına gidecektir artık. İşte bugün diyelim çocuk aldırma mı yasak, yarın buna izin verilecektir. Bugün Amerika’da işte eşcinsellerin evlenmesi mi önleniyor… Her şey değişecek ve frenleri patlamış bir araba gibi gidecek bu aşamadan sonra. Bu anlamda bu da gene bir komplo, yada o büyük bir hesap hatasıydı. Bunu da göreceğiz.

Hocam şimdi, komployu düzenlese de bir süre sonra düzenleyen de, düzenlediği komplonun tesiri altında kalıyor. Böylece iş çığırından çıkıyor biliyorsunuz…

Efendim o, İngiliz-Yahudi dünyası –dedim ya biraz önce- çok akıllı. Kendi komplolarının kurbanı oluyorlar mı? Belki çok uzun vadede… şimdi şeyi düşünüyorum: Pearl Harbor baskınında Amerika’nın açıkça cevazı vardı.

Kamuoyunu hazırlama açısından…

Hazırlama açısından cevazı vardı… Pekala o dünya kendi insanını göz göre göre yakabiliyor. Tıpkı Ziyâ-ül Hak’ın uçağını düşürdüklerinde büyük elçinin de güme gitmesi gibi… Bu bakımdan, bugün komplo olup-olmadığını –Pearl Harbor’dan sonra ne kadar yıl geçti?- 50-60 yıl sonra belki öğrenilecek. Ama bugünkü açıdan baktığımda iki ihtimal var; ya büyük bir hatadır bu ya da başka bir iştir; “zeminini hazırlama” bakımından… Belki çok aşırı bir sıçramanın zeminini hazırlıyorlar.

İlerde göreceğiz diyorsunuz yani…

Konuşan: Fazıl Duygun-Selçuk Arslan

Kaynak: http://fazilduygun.blogcu.com/teoman-durali-hocayla-roportaj/2731117

Demokrasi ve Hümanizm Batılılara Öldürme Yetkisi Veriyor! (31 Ekim 2007)

“Demokrasi ve Hümanizm Batılılara Öldürme Yetkisi Veriyor!”

İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü profesörü TEOMAN DURALI, gündemi 8sutun için yorumladı. Tartışma yaratan “Çağdaş,Küreselleştirilen Medeniyet” kitabının yazarı DURALI, bir Alman bilim adamının Türklerin zekasıyla ilgili tezlerinden, Papa’nın İslam ile barışı aynı cümlede anmaktan kaçınmasına kadar pekçok konuda görüşlerini sadece 8sutun’a anlattı.
Alman Genetik Araştırma Enstitüsü Direktörü Zekabilimci Volkmar Weiss, Türklerin zeka düzeyinin düşük olduğunu söyledi. Bilimsel bir çerçevede, Türklerin aptal olup olmadıkları tartışıldı..
Öyle budalaca bir iddia ki bu… Benim nutkum tutuluyor, ne cevap vereyim? Aziz Nesin `Halkımızın yüzde 60’ı…’ demişti. İddiada `göçmen Türkler’den bahsediliyor. Bunu
nasıl anlamalı? `Göçmenler böyle ama, hepsi aptal olmayabilir’ şeklinde mi? Hayır. `Türkiye’den kaçıp üstün Avrupa’ya sığınanlar bile bu kadar geri zekalıysa, Türkiye’de yaşayanların halini siz düşünün’ demek istiyor bence. Bu, tüyler ürpertici bir zırva.

Milletlerin, toplulukların zekası şakalara konu olabiliyor. Bilim de toplulukları böyle bir ayrıma tabi tutabilir mi?

Aslında toplumlar bazı dönemlerde zihin ve duygu bakımından geri bir duruma düşebilir. Siyasi tıkanıklıklar, toplumu çözümsüz, çaresiz bırakabilir. Fakat işin esası, eğitimdir. Öğrenme, bilgilenme, görgü kazanma imkanlarını genişleten bir eğitim sistemi, toplumu açar. Bu da güvenli, huzurlu bir yaşama düzeninin tesisine zemin hazırlar.

Volkmar Weiss’in sözleri sizce hakaret kastı taşıyor mu?

Hiç şüphesiz evet. Bunun yanında, medya da bir tür hakaret taşıyıcısı. Türklüğü yerin dibine batırma, maneviyatı bozma girişimlerinin bir uzantısı bu iddialar, manşetler. Aşağılık duygusuna kapılmış insanları bir hedefe yöneltmek, gütmek kolaydır. Hakaret ediyorlar ki, emir de verebilsinler, verdikleri emirler ciddiye alınsın. `Türklükten çık, aptallıktan kurtul’ demeye getiriyorlar. Ama aslında Türklüğün arkasında İslam var. Yani `İslam’ı terket aklın başına gelsin’ diyorlar. Bir de şu var: Genetik bize insanın zekası hakkında kesin bilgiler, veriler sunamıyor.

Siz bir felsefeci olarak IQ testlerine itibar ediyor musunuz?

Hayır, IQ testlerine itibar etmiyorum. Çünkü ben başarısız kalıyorum o testlerde! Şu kadar milyarla bu kadar milyarı çarparsan sonuç ne olur? O soruya cevap veren çocuk aslında bir tür hastadır, bir tür otistiktir. Aslolan ufkun geniş olması, zihinsel açıklık, bununla beraber gönüldeki ferahlıktır. Bu unsurlar, toplumun güzelliğiyle etkileşimlidir.
Bir bilim adamının `Falan millet salaktır’ demesi…
En kolay iş karşındakini `geri zekalı’ diye damgalamaktır. Birine geri zekalı demek edepsizliktir ve ahmakçadır. Edepsizlikle ahmaklık birbirini gerektiren, birbirinden çıkan şeylerdir. Bir de ahmaklar kendilerini çok akıllı sanırlar. Tıpkı korkakların zalim olmaları gibi.
Papa 16. Benedictus, `İslam barışı özendiren yönler içeriyor, ama başka unsurları da var’ dedi. Bu sözle, İslam’ın bir barış dini olmadığını, gündemdeki terör eylemlerine geçit veren bir yapısı olduğunu ima etti. Buna ne dersiniz?
Papa’ya şaştım. Bildiğim kadarıyla felsefe okumuş, hatta ilahiyat felsefesi tahsil etmiş biri. Felsefeci, lafı ağzında inceden inceye tarttıktan sonra konuşan kişidir. Yine de Papa’yı anlamaya çalışalım. Barış nedir? Boyun eğmek mi? Dayağa razı olmak, mücadeleden kaçmak, havlu atmak mı? Öyleyse İslam barış dini değil. Bir Müslüman olarak ben, zalime başkaldırmanın kutsal olduğuna inanıyorum. Gelgelelim, insanlara zulmetmek, azab vermek söz konusuysa, tarihte bunun baş kahramanı Avrupa olmuştur. Sömürgeciliği ve onun annesi olan sermayeciliği icat edip geliştiren Müslümanlar değildi. Terör de Batı medeniyetinin içselleştirdiği bir olgudur. Avrupa ve ABD bir olup İslam topraklarına yüzbinlerce ton bomba yağdırınca o bombalardan bir iki tanesi de sekip kendi evini vuruyor. Avrupa’nın 400 yıllık tarihi, dayanılmaz çirkefliklerle doludur. Papa’ya gelince, bir papanın daha nazik olması gerekir.
İtalya Reform Bakanı Roberto Calderoli, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada, `İslam’ın medeniyet olarak nitelenmekten uzak bir din olduğunu’ iddia etti.
`İslam medeniyet değil’ demek büyük bir şaşkınlık. İslam medeniyetini inkar ederseniz elinizde medeniyet namına hiçbir şey kalmaz. İslam medeniyetinin mirasçıları olarak `İşte bizim mimari şaheserlerimiz, edebiyatımız, şiirlerimiz, musikimiz, ilmimiz, irfanımız…’ diye gösteriş yapacak halimiz yok. Bir İtalyan bakanı saçmalıyor diye kibre kapılmak bize yakışmaz…. Fakat ne diyeyim, insan kör bile olsa bu dünyada İslam medeniyetine dokunabilir, onun kokusunu alır, sesini duyar. Demek ki büsbütün iflas etmiş, duymuyor, görmüyor, koku almıyor, komada o bakan… Bir ceset konuşmuş.
ABD’de Cumhuriyetçi Parti Colorado milletvekili Tom Tancredo, `Gerekirse Kabe’yi bombalarız’ dedi.
Amerika Kabe’yi bombalarsa ne olur?.. Buda heykelleri bombalanmış, yazık olmuş. Kabe tahrip olsa da kıblemiz değişmez. Biz Allah’a ibadet ediyoruz, Kabe’ye tapmıyoruz ki. Ama Papa öldürülürse Katoliklik ayakta duramaz. Biter. İslam’da böyle bir durum yok. İslam’da din kurumsallaşmış değil. Kıbleyi tayin edemiyorsan, hangi yöne dönerek kılarsan kıl namazını, orası Kabe oluyor, kıble oluyor. Bu konu başka yönlerden de tartışılabilir, ama onlar yeterince konuşuldu zaten.
Londra’dan ve daha birçok Avrupa şehrinden kaçıyor Müslümanlar. Çünkü sokaklarda sözlü ve fiili saldırılara uğruyorlar. İş sözleşmeleri, kira kontratları, kredi kartları iptal ediliyor. Camiler yakılıyor…
Londra’daki bombalı saldırıların doğrudan ya da dolaylı bir tuzak olduğunu düşünmeye yatkınım. Batı, terörü, kendi vahşetinin dayanağı haline getirmekte bu kadar hevesli olmasaydı, böyle bir şüphe taşımazdım ama şimdi içimde şüphe var. Blair’e, Bush’a birer sanık gözüyle bakmamız doğal.
Müslümanlar büyük bir baskı altında tutuluyorlar. 2/3’ü Avrupa’dan ayrılmaya hazırlanıyor?
Evet, çünkü Medeniyetin beşiğinde, en ilkel, en vahşi kanunlar işlemeye başladı. Sokaklarda insan öldürüyorlar. Batılılar her konuda haklı görüyorlar kendilerini. Demokrasi ve hümanizm onlara öldürme yetkisi veriyor!
Bu büyük çelişkinin sebebi ne olabilir?
İslam’ı, yok etme arzusundalar. Onlara göre İslam, Batı medeniyetine meydan okumanın adı. Bugünkü medeniyetin temeli iktisattır, kazançtır, kârdır. Bu kârı azaltan, felsefi bakımdan anlamsızlığa mahkum eden veriler İslam’da mevcut. Buna katlanamıyorlar.
İslam’ı hiçbir şekilde kabul edemiyorlar, öyle mi?
Doğrusu, Batılı liderlerin, askerlerin siyasetçilerin, papazların kabul edebileceği bir İslam var. Onu da empoze ediyorlar zaten. Dinlerarası diyalogla, Müslümanların başına bomba yağdırılması ve İslam’a hakaret birarada yürütülüyor bu yüzden. Protestan’la Müslüman arasındaki benzerlikler öne çıkarılıyor. `Şu ilke aynı, bu görüş aynı’ deniyor sonra da `İslam’a ne gerek var’ diyorlar. En başta söylediğimiz söze geri döndük: `İslam’ı terket, aklın başına gelsin’ diyorlar. Bunun bir versiyonu da şudur: `İslam’ı bırak yoksa ölürsün.’
Konuşan: Murat Menteş

Batı İran’ı Ezmek İstemez, Hatta Sever (6 Eylül 2006)

Daha önce “Lübnan bataklık olur” diyerek uyarmıştı. Felsefe profesörü Teoman Duralı şimdi de “Lübnan savaşı İran’a saldırının ön hazırlığı mı” sorusunu yanıtlıyor. “Yahudilerin en çok sevmeleri gereken millet Fars milleti olması lazım” diyen Duralı’nın çarpıcı röportajı

Lübnan’da savaşanın İsrail ile Hizbullah değil de, aslında Amerika ile İsrail olduğu yorumları yapılıyor. Sizce de bu doğru bir tespit mi?

İran olayı çok tuhaf, esrarengiz bir olay. Avrupa  Amerika (ki ikisi aynı şey, ayırmanın âlemi yok) İran’a karşı oldum olası mülayim davranmıştır. Bu belki bir ölçüde Şiilikten ileri geliyor. “Böl- yönet” taktiği var. Avrupa İran’ı hep Osmanlı’nın hançeri gibi görmeye alışmıştır. Ne zaman Osmanlı sefere çıksa, İran onun arkasına düşmüş. Bunu hazırlamaya çalışıyor Avrupa oldum olası. Bu bir. Dini açıdan, ilahiyat bakımından Caferilik çok mu farklıdır, ayrı bir kol mudur? Tartışmaya açık bir şey. Ben buna girmiyorum, girmek de istemiyorum. Bu bizim en önemli kırılma noktamızdır, duyarlı olduğumuz hadisedir.

Ancak siyasi anlamda İslam’a düşman olan emperyalizm hep bu ayrılmayı, farklılığı aleyhimizde kullanmaya çalışmıştır. Bu, görülür, anlaşılır, bizim fazla çalışmayan beyinlerimizin algılayabildiği, idrak edebildiği bir olay. Ama idrak etmediğimiz, görmediğimiz çok önemli bir hadise daha var. Kuzey Avrupalı, İngiliz, Felemenk, Alman, buna Fransız’ı da katabiliriz , -daha önce dediğim gibi Amerika da bunun devamıdır, ayrı bir bahis açmanın âlemi yok- İran’ı Âri ırkından görüyor. Batıda, bütün o aydınlanmacı-insancı nutukların arkasında cılk bir ırk önyargısı vardır ve bunda sağcı-solcu, ilerici-muhafazakâr diye ayrılmazlar. Ben en ilericilerinde, en mangalda kül bırakmayanlarında bile çok kazıdığında, ya da Freud’un deyişiyle bilinçaltları su yüzüne çıktığında, bu vasfı, bu keyfiyeti görüyorum. İran’ı da kendilerinden saymışlardır hep.

Yani?

Bakıyorsun mesela, aydınlanma çağının önde gelen şahsiyetleri, yazarları-çizerleri filan, en çok nereye meyletmişler? İran kültürüne. Bilâkaydüşart İran’a, Farsa büyük bir eğilim olmuştur. Doğuda, kendi dünyalarının dışında, kendilerinin bir adacığı gibi görmüşlerdir İran’ı. Buna tabii Hind’i de katmak lazım, Hind’in Ari kesimini, Dravit ırkından olmayan kesimini. O bakımdan kolay kolay bugün ABD veya başka bir Batılı güç, “İran’ı dümdüz ediyorum” diye yola çıkamaz. Yani İran bir ikinci Afganistan, Irak olmaz.. Güç yetse bile. Kuzeybatının entelektüel kamuoyu, düşünen yazan-çizen kamuoyunda İran’a karşı bir duyarlılık vardır. Yunan’a duydukları eğilimin tıpkısını İran’a da duymuşlardır. İran’ın Hint-Avrupalılığını gösterdiğine inanmışlardır.

Ne anlamda? Nasıl?

Birincisi Şiiliğiyle. Onlara göre Müslümanlık kabaysa, ilkelse, vahşiyse, şuysa buysa, bunu o Âri İran, Şiiliği benimseyerek ve onu bir çeşit milli özellik haline getirerek medenileştirmiş, inceltmiştir. Çağdaş Avrupa’nın önde gelen filozoflarından Corbin mesela, işi gücü bırakıp kendini tamamen buna vermiştir. Ve orada, yani ancak Şiilik kesiminde felsefi değerlerin bulunduğunu ortaya koymuştur. Özellikle Fransa’da çok öne çıkmıştır bu husus. Felsefe insanın en yüksek faaliyetidir. Aklın ışıdığı sahadır, bilimin annesidir vs. Avrupa da genellikle İslam’da felsefenin olmadığını öne sürmüştür. İstisnası ise Şiiliktir, İran’dır. Bütün bunları düşündüğümüzde İran’ın kolay kolay bir saldırı hedefi haline getirilebileceğini sanmıyorum. Ancak

Ancak?

Ancak İsrail İran’ın nükleer silah konusunda çok donandığı bilgisine ulaşır veya zehabına kapılırsa… O zaman başka. Çünkü İsrail’in bir dediği iki edilemez.

Ne olur bu durumda?

Durum değişir. Zaten bana öyle geliyor ki, İran’ı bugünlerde çok sıkıştırıyorlar, “yapma” diyorlar İran’a, “n’olur yapma! Seni incitmek, seni kırmak, hele hele öldürmek hiç istemiyoruz. Biz seni seviyoruz. Fakat bak, bizim can damarımız İsrail, senden çok çekiniyor, kaygılanıyor, bırak bunu! Ne istersen yapacağız, İsrail’i artık kaygılandırma da, bu işi halledelim” Burada doğrudan doğruya İslamla olan bir karşıtlaşmayı görmüyoruz.

İsrail’le İran arasındaki mesele nedir o zaman? O nereye dayanıyor?

Aslında o bir muamma. Çünkü Yahudilerin en çok sevmeleri gereken millet de Fars milleti olması lazım. Adamları Babil esaretinden kurtardılar, götürdüler Kudüs’e yerleştirdiler. Tapınağı yeniden inşa etiler vs. Ama Yahudiler her şeyi unuturlar. Ayrıca, İran, söylemeye gerek yok, büyük bir devlet. Tarihin bugün Çin’den sonra yerli yerinde duran en eski devleti. Yaşayan bir fosil gibi. Bu eskiliğinin, bu büyük medeniyet mirasçılığının marazı depreşti İran’da. “Ben öyle 10., 20. sınıf bir devlet değilim, beni dikkate alacaksınız” diyor. Zaten Humeyni ihtilalinin de arkasında İran milletinin aşağılanmış olmaya tepkisi vardır. Büyük milletleri sürgit aşağılayamazsın. Çok fena silkinirler. Bunu Birinci Dünya Savaşı’nda Versailles anlaşmasından sonra Almanya’nın aldığı tavırda görebiliyoruz. İran da buna bir örnektir. Humeyni büyük bir önder olarak gelmiştir İran’a, milleti Şah zamanındaki ezilmişliğinden çıkarmaya.

Gerçi Şahın da iki dönemi var. Uşaklık ettiği dönem ve “artık yeter” dediği, “artık sizin dümen suyunuzda gitmeyeceğim, kemdi başımın çaresine bakacağım” demeye başladığı, yani “suyunun ısındığı” dönem. Tabii İngiliz-Yahudi emperyalizmi iyi göremedi, onlar da Allahu Taala değil tabii, hesap hatası yapıyorlar, Humeyni’yi Şahın önünü kesmek için, “Şahla birlikte şahlanacak İran” ülküsünün önünü alabilmek için kullandılar. Fakat Humeyni istediklerini vermedi, tam tersi çıktı. Aynı hatayı Stalin’le yapmışlardı. Sovyet olayını elli yıl önce durdurabilirlerdi, Stalin konusunda hesap hatası yaptılar.

Dünyada, Ortadoğu’da temerküz eden bir din savaşından söz ediliyor. Lübnan da son cephe, deniliyor. Şu halde İran bu din savaşında taraf değil mi?

İran olayı doğrudan doğruya İslam’la çatışma olayı değil. Burada başka ince ayrılıklar var. İngiliz-Yahudi dünyasının istemediği bir mücadele var ortada. Bu, bize karşı 1840’lardan itibaren yürütülen savaşa benzemiyor. Biz yok edilmek istendik, tümüyle ortadan kaldırılmak istendik, çünkü İslam’ın çekicisi, lokomotifi, motoruyduk. Bizim arkamızda da bir Ârilik duvarı yoktu.

Gayet net söylüyor Llyod George: “Bu adamlar Orta Asya’dan inmiş bir sürüdür, geldikleri yere geri gönderileceklerdir.” Arapların büyük kültür başarılarını takdir etmelerine rağmen Araplara da sevgi dolu gözlerle bakmıyorlar, bakamıyorlar, çünkü Sami ırkından onlar da. İran’ın ikircikli durumu var. İslam, gerek Müslümanların, gerekse Müslüman olmayanların gözünde Sünnilikle çakıştırılmıştır. Şiilik olayına, Humeyni hadisesine mesela Avrupa çok şaşırmıştır. Ne yapacaklarını bilememişlerdir 1979-80lerde. Nasıl tepki göstereceklerine karar verememişlerdir. Böyle bir hareket, İslam devrimi hareketi diyelim, Türkiye’de, Mısır’da, Sudan’da patlak verseydi, tavırları çok açık olurdu. Ama İran’da ortaya çıkınca, çok şaşırdılar, elleri ayakları dolandı, ne yapacaklarını, nereye koyacaklarını bilemediler. Bugün Batı Asya’da cereyan eden savaşın, evet, biraz önce dediğimiz gibi İslam’a karşı yürütülen bir Haçlı Seferi yönü var, ancak İran’ın durumu burada farklılık arz ediyor. Onu aynı denklemin içine yerleştirmek bizi hesap hatasına götürür.

ABD’nin Ortadoğu’da ve Asya’da peş peşe giriştiği savaşların İran lehine sonuçlar doğurduğu tezi de var zaten. Siz de buna katılıyor musunuz? Nasıl anlamak gerekir bunu?

2001’den, 11 Eylül hadisesinden bu yana Batı Asya’da gelişen her şey İran’ın lehine oldu. Taliban’ın götürülmesi, Saddam’ın indirilmesi… Nerden bakarsan bak, sürekli olarak İran’ın lehine işleyen bir süreç söz konusu. Bana öyle geliyor ki İran kalkıp da “Kardeşim, tamam, ben şartlarlınızı kabul ediyorum, İsrail’le elele kolkola yürüyeceğim, hiçbir sorun çıkarmayacağım” dese, İran’ı ihya edecekler. Mollalar gitsin filan gibi dertleri yok. Herkes yerinde kalacak. Yeter ki şu İsrail’i her ne kerametse tehdit etme, varlık şartını ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, diyorlar.

Fakat İran da bunu yapmak zorunda, çünkü İslam dünyasını önderliğine soyunmuş. Yani bizim bıraktığımız boşluğu doldurmak istiyor. Bu çok zor. Sözüm ona mezhep ayrılığından ötürü İran’ın bunu başarması çok zor bir iş. İran’ın bunu başarabilmek için olağanüstü köklü ve kökten girişimlerde bulunması lazım. Bu nerden geçiyor? İsrail düşmanlığından. Bugün Batı Asya’nın batı yakasında; Filistin’de, Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta İran olağanüstü bir itibar biriktirdi. Müthiş. Bunu Arap yarımadasına da, Mısır’a da yaymak istiyor. Böyle bir siyaseti var. Ben dünya devletiyim, “hadi ABD’yle aşık atıyor olmayayım, ama hiç değilse Çin’le, Rusya’yla aynı yerde görüleyim” diye düşünüyor. Zamanla bunları da geçip ABD’ye karşı ikinci bir kutup oluşturmayı bile kafalarının arkasında bir yerde tasarladıklarına inanıyorum. Bunun için de İslam dünyasını arkasına almaları lazım.

Lübnan’a asker yollamaya hazırlanan Türkiye bütün bu inceliklerin farkında mı peki? Buna göre mi bir pozisyon alıyoruz?

Ortada bir İslam’a karşı çekilmiş kılıç var, bu hadisenin içinde İran da bulunuyor, ama İran denklemde doğal görülebilecek bir unsur değil. Yani bu kitapta İran’a ayrı bir bölüm açılması lazım. İran’ın durumu farklı. Bunu bizde kurmaylar, sivil olsun asker olsun, ne kadar görüyor, görebiliyor, bilmiyorum. İşitmedim. Bugüne kadar şu konuştuklarımızın herhangi bir ipucunu alamadım. Bilindiğini, görüldüğünü de sanmıyorum. O duyarlılık yok bizde. Bizim en az tanıdığımız dünya Avrupa. Hiç tanımıyoruz. Hiç bilmediğimiz bir dünya Avrupa. Psikolojisinden tümüyle habersiziz. Yekpare bir Avrupa yok. Ama parçalarından yansıyan ortaklık varsa, bunu hiçbir biçimde tanımıyoruz. Tanımadığımızdan da sürekli hem kendi kendimizle ilgili, hem de dışarıyla ilgili hatalar yapıyoruz.

Kaynak: http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=4922

Prof. Dr. Teoman Duralı Hocamızla Raportaj (Kasım 2006)

Araştırmacı Yazar Mehmet DERİ’in Değerli Hocamız Teoman DURALI ile yapmış olduğu röportajı bizlerle paylaştığı için teşekkür ediyoruz.

Kasım 2006’da, Sayı: 220, İlkadım Dergisi için Prof. Dr. Teoman Duralı ile
yaptığım röportaj

Yazılarınızda sık sık Çağdaş/ Küresel İngiliz-Yahudi Medeniyetinin temelini oluşturan sermayeciliğin, sömürgeciliğin ve emperyalizmin birbirleriyle payanda, iç içe geçmiş daire gibi olduğunu söylüyorsunuz. Bu bağlamda sermayeciliğin, sömürgeciliğin ve emperyalizmin; kapitalizm ve sekülerizm ile olan ilişkisini tarihî arka plan ve günümüz açısından değerlendirir misiniz?

On altıncı yüzyıl sonlarında Avrupa’nın batısı ile kuzeybatısında yeni bir oluşum baş göstermiştir. Oluşumun merkezi Fransa’ydı. Katolikliğe karşı on ikinci yüzyıldan beri esen yel, artık fırtına boyutlarına erişmekteydi. Tanrıdan el almış ruhban taifesine karşı ruhban olmayan zümre kalkışma halindeydi. Ruhban olmayan, yani laik zümre de asilzade, savaşçı (şövalyeler mesela) toprak zadegânı, fakir fukara zanaatkâr, rençber ile toprak köleleri olmak üzere sınıflara ayrılmıştı. On üçüncü yüzyılda toprağından kopmuş zadegân ile el emeğiyle maişetini temin etmeyen kişilerin oluşturmağa başladığı yeni bir sınıf zuhur eder olmuştur. Bunlara kentsoylu/burjuva denilmiştir. Toprak zadegânının Ortaçağdaki derebeyliği düzenine karşı kentsoyluların arasında bir ideoloji ortaya çıkar olmuştur: Hürriyetçilik (Liberalizm). Hürriyetçilik, on sekizinci yüzyılın ortalarında Felemenk’te, ama bilhassa İngiltere’de yerini yeni bir ideolojiye terk etmiştir: Mali Sermayecilik (finans Kapitalizm). Bunun iki kurucu unsuru olmuştur; toprağını terk eden İngiliz zadegânı ile para işleriyle uğraşan Yahudiler. Bunlar, İngiliz zadegânının teşebbüs gücünü paraları ve bilgileriyle desteklemişlerdir. Bu izdivacın sonucunda ABD doğmuştur. Üretileni pahalandırmadan kâr hadlerini yükseltmek için ele geçirilmiş sömürgelerden, hammaddenin ucuza kapatılması elzem olmuştur. Gelişmeye kapalı bir felsefe sistemi demek olan ideoloji, insanüstü ve doğaötesi bir kudretin inayeti olduğuna inanılan dinin yerini alır olmuştur. 1789 Fransız ihtilali yoluyla ideoloji ve onun siyasi ile iktisadi düzenleri İngiltere’den Fransa üzerinden Avrupa’ya sokulmuştur. 1787-88’den itibaren de ABD’de boy göstermiştir. Sömürgeciliğin ve onun dünya çapındaki silah ve öğretim yolu ile yaygınlaştırılışının (emperyalizm) günümüzde aldığı biçim “küreselleşmedir”. Bu bağlamda; sermayecilik, sömürgecilik, emperyalizm ve küreselleşme daire daire iç içedirler ve birbirlerinden beslenip birbirlerinin destekçisidirler. Sermayecilik ideolojisinin dayanağı ise emperyalizmdir. Küreselleşme, emperyalizmin bir görünüşüdür, cephesidir. Bütün bunlar benim, Çağdaş İngiliz – Yahudi Medeniyeti diye isimlendirdiğim ideolojinin en önemli boyutlarını oluşturur.

“Çağdaş/ Küresel İngiliz Yahudi Medeniyetinin amacı düşünmeyen, merkezin emrini yerine getiren, vicdandan mahrum kimseler oluşturmak. Bütün bunları da hafızamızı silerek bizleri kimliksiz ve düşüncesiz bırakmak; dolayısıyla direnme gücümüzü yok etmek için yapıyor” diyorsunuz. O halde hafızamızı, yeniden ve doğru bir şekilde inşa etmek, kendi temel dinamiklerimizle düşünebilmek, aslî kimliğimizi bulmak ve direnme gücümüzü kazanmak için neler yapmalıyız? Bu konuda bizlere ne gibi görevler düşmektedir?

Her şeyin başı öğretim ve öğrenimdir. Aileden başlaması elzem olan Müslümanlık terbiyesi, okulda öğretimle devam etmelidir. Bu öğretimin en önemli kısmı, eski yazımızın ve buna muvazi klasik dilimizin (Osmanlı Türkçesinin) doğru düzgün öğretilmesidir. Matematik ile doğa bilimlerinin yanı sıra sağlam, İslam ağırlıklı milli tarih, dört başı mamur (divan edebiyatı) edebiyat ile Türkçe dilbilgisi, zengin söz dağarcığı (Türkçenin tekrar İslamlaş/tırıl/ması) ile hem nazariye hem de uygulama yoluyla dini ve ahlaki değerler kazandırılmalıdır. Bu söylediklerim, ilköğrenim sıralarından başlayarak ortaöğretimin sonuna değin sürmelidir. Böylece kaybettiğimiz hafızamızı tekrar kazanma imkânını elde edebiliriz. Eğitim-öğretim-öğrenim büyük değişim ile dönüşümün devindiricisidir (dinamo). Gerek orta gerekse yükseköğretimde İngilizce öğretilmeli, üstelik yoğun bir biçimde. Bununla birlikte, ecnebi dilde öğretim yapılmamalı. Basın-yayın, reklâm ile müstehcenlik furyalarının önü kesilmelidir.

“Küreselleşme bütün insanları tek bir biçimde giyinmeye, yemeye, içmeye, yaşamaya ve düşünmeye zorlamaktadır. Küreselleşmeye göre her insan, üniforma giymiş gibi ‘tek tip’ olmalıdır” gibi haklı ve de doğru bir tespitiniz var. Buna göre çağdaş/küresel medeniyetin tek tipçi anlayışı ile İslam’ın çoğulcu anlayışını mukayese eder misiniz?

Cinayet, hırsızlık, zina ve benzeri kamu suçu işlemek, sömürmek, suiistimalde bulunmak, çıplaklık/müstehcenlik, domuz eti yemek, alenen oruç bozmak türünden İslâm şeriatının “kamu”yu ilgilendiren yasaklarını çiğnemeyen tasarruflarda bulunulmadıkça, İslam medeniyeti dairesinde yer almış tek tek kültürler, âdet, gelenek ve göreneklerini sürdürmüşlerdir. Bunlar arasındaki çeşitlilik, renklilik dikkate şayandır, zenginliğin bir göstergesidir.

Hocam muhterem şahsınızın “Çağdaş Küresel Medeniyet” isimli çalışmanız var, bu çalışmanız Türkiye Yazarlar Birliği tarafından araştırma-inceleme ödülü almıştı. Bu çalışmanızı hangi ihtiyaç doğurdu ve bu çalışmanızla arzuladığınız hedef/ hedeflere ulaşabildiniz mi?

Sadece şu yahut bu toplumdan ibaret değil; artık, bütün insanlığı, bu arada kendi hayatımızı baştan aşağıya belirleyen çağımız medeniyetinin adı yok. Bilmenin ilk vazgeçilmez şartı, bilinmek istenenin adıdır. Çağdaş medeniyetin adı, aslı, esası nedir; nereden gelir, nereden kaynaklanır? Onu belirleyen kültürel, tarihi ile iktisadi boyutlar nelerdir? Bu sorulara felsefece sağlamlığı ve temellendirilmişliği temin olunmuş cevaplar bulmaktan daha acil, daha hayati bir ihtiyaç olabilir mi? İşte, bahse mevzu olan kitap, bu ihtiyaçtan hâsıl oldu.

Çağımız Müslümanlarının İslam eksenli bir medeniyetin yeniden inşası için hazır olduğu söylenebilir mi? Eğer hazır değilse, mevcut hazırlıklar için temel kriterlerimiz neler olmalıdır?

Hazır değil. Milli olsun yahut olmasın mahalli ve mevzi kültürler üstü bir kültür âlemi demek olan medeniyetin, bağrından yükseldiği, temel belirlenimlerini kendisinden devşirdiği bir odak vardır. O odak, medeniyetin merkez kültürüdür. Miladi 1200’lerin ortalarından itibaren İslam medeniyetinin merkez kültürü konumunu Türkler; Araplar ve İranlılarla paylaşmağa başlamışlardır. Günümüzde yeniden yapılanıp tersim olunacak İslam medeniyetini taşımağa hazır bir merkez, kültür şu an ufukta gözükmüyor. Ayrıca medeniyetin ‘mimari’sini gösterir şablondan, yani felsefe-bilim sisteminden tümüyle yoksunuz. Mesela yine, klasik İslam medeniyetinin ‘mimarbaşı’ (merkez mütefekkiri) Gazali’ydi. İşte böyle bir mütefekkir ve onun sisteminden mahrumuz. Din olarak Müslümanlık, “adalet” ve “ahde vefa” esaslarını vazeder. Dinden nemasını alan medeniyet de aynı şekilde “adalet” ile “ahde vefa”yı baş tacı etmiştir. Bundan böyle de etmelidir. Bu ne demek? Sömürünün, kötüye kullanmanın yasak olmasıdır. Helal olan, alın teriyle edinilmiş gelirdir. Sömürüyü kendine merkez kılmış malî sermayecilikle İslam’ın bağdaşması imkânsızdır.

İslam’ın öngördüğü medeniyet paradigması ile Çağdaş/ Küresel İngiliz Yahudi medeniyetin öngördüğü medeniyet paradigması arasındaki belli başlı farklar/ farklılıklar nelerdir?

Maneviyatın ve onun kurumlaşmış hali olan dinin, insan elinden çıkma maddeci/maddiyatçı ideolojinin yerine ikame edilmesi. Hak ve adalet düsturunun esas alınması, Allaha ve diğer insanlara karşı ödevleri bakımından insanın birey olması, buna karşılık siyaset ile iktisatta toplumculuk dayanışmacılık.
Allah’a kul olan insan bireyi, mantıkça, kul olan başka bir insan bireyinin kölesi olamaz.
Allah ile her birey birebir karşı karşıya, yan yana, iç içedir. Araya bir başka var olan giremez. Müslümanca yaşamak, aşırılıklardan kaçınıp orta yolun yolcusu olmayı gerektirir.
Kişiler, menkul ile gayrimenkul cinsinden emek mahsulü mal-mülk sahibi olabilmelerine karşılık, zekât, öşür ve benzeri vergilerle, tekelleşme ile aşırı zenginliğe çıkan yol önlenir. Emek bir ibadet türüdür. Meşru miras hakkı dışında emek dışı gelir, haramdır. İnsanlara hizmet etmeyen yahut edemeyen işe yaramazların dahi insanca yaşama hakkı olmakla birlikte, üstün hizmet erbabının itibarı ile maddi refah seviyesini paylaşamazlar. Seviyenin tek ölçüsü, “ihlâs”tır. Eşitlik, bir tek, hukukta kanun karşısında olur. İsraf, şımarıklık, kibir, edepsizlik kötü olup mutlaka kaçınılması gereken durum ve tavırlardır. Bunlara yol açacak, sermayecilik (kapitalizm) türünden iktisat düzenleri eksenin bir ucunda sefilliğe, öbüründeyse sefihliğe zemin hazırlar. Her iki uç, insanlık için felakettir.
Toplumun terbiyece, edepçe, namus ile şerefçe; ilim, irfan, bilgi ile görgü bakımından en mümtaz, seçkin zümresi ulema şurasıdır. O, kamuyu ilgilendiren kararların, kanunların son onay makamı, danışma meclisidir. Bir çeşit senatodur.
İşlerin en müşkülü ahlaklı yaşamadır. Ahlak din kaynaklıdır. Kişiyi, ahlakî yaşamaya alıştıracak yol yordam ise ibadettir. Eğitimin, talim ve terbiyenin esasında ve özünde ibadet bulunur.
Din, yaşatır; hayata hizmet eder. Tersine, hayat, dine hizmet edemez. Bu anlamda din, doğrudan siyasetin aracı olarak kullanılamaz; beşerî ideoloji kılığına sokulamaz. Kutsal din adamları sınıfı İslam’la kabili telif değildir. Seçkin ulema zümresi de, kutsal din adamları sınıfı sayılmaz. Allah karşısında bütün insanlar kuldur. Kul üstü insan olamaz. Üstün ile alçak şeklinde ırk, kavim, dil ve cinsiyet ayırımı yapılamaz. Meslekler cihetinden farklılıklar var olmakla birlikte, sınıf farkı olmaz.

“Avrupalı sömürgeci ülkeler, gittikleri yerleri sömürgeleştirirken sadece o yerlerin maddî kaynaklarına el atmakla kalmamışlar, aynı zamanda Hıristiyanlığı da sömürdükleri ülkelere taşımışlardır. Ve yine Avrupalılar; alışkanlıklarını, kültürlerini, zevklerini ve dillerini de sömürdükleri ülkelere taşımışlardır” diyorsunuz. Bu bağlamda, Avrupa’daki sömürgeci/ emperyalist/kolonyalist hareketlerin; Hıristiyan misyonerliğinin altyapısının oluşmasında ve dünyaya yayılması/yaygınlaştırılmasındaki rolü nedir?

Hıristiyanlık, sömürgeciliğe, emperyalizme yarasın diye ortaya çıkmadı. Tersine, Müslümanlık gibi, saf/tahrif edilmemiş Hıristiyanlık da sömürü ve sömürgeciliğe tümüyle karşıdır. Hz. İsa’nın bildirdikleri, dediklerimin delilidirler. Ne var ki Hıristiyanlık tarihi seyrinde, Batı Avrupa’da, bu arada İngiliz’in elinde inhiraf ettirilip tahrip olmuştur. İşte şu saptırılmış/tahrif edilmiş Yeniçağ Batı Avrupa Hıristiyanlığı, sömürgecilik ile emperyalizmin akıncısı rolüne soyun/durul/muştur. Hıristiyanlaştırılmak suretiyle yerli halklar, boyunduruk altına alınmağa hazır hale getirilmişlerdir. Sürecin başını çeken eğitim ve öğretim olmuştur. Kilise, okul; papaz/keşiş de öğretmendir aynı zamanda. Hıristiyan şeriatı İngiliz’in, Felemenklinin, İsveçlinin, Fransız’ın, İspanyol’un, İtalyan’ın, Portekizlinin kültür çerçevelerinde tedris olunmuştur. Bununla ilgili örnekleri “Çağdaş Küresel Medeniyet” adlı kitabımda ayrıntılı olarak veriyorum.

AB’ye girişimizle birlikte ayağımızın altındaki tabure çekilecek ve idamımız infaz edilecek. Bizi AB’ye ancak bölerek alabilirler. Elden geldiğince çok parçaya bölüp ardından AB’ye alacaklar.” diyorsunuz. AB’nin ülkemizi bölmek için oluşturacağı senaryolar hakkında okuyucularımızı bilgilendirir misiniz? Bu bölünmeye karşı bizlere düşen görevler ve almamız gereken tedbirler nelerdir?

Bölünmemizi canla başla savunan, emperyalizme kendilerini satmamış olduklarına inanan kimi gafil ahmaklarımız, kurulacağını umdukları milli devletin de on parçaya bölündüğünü gördüklerinde gaflet uykusundan uyanacaklar. Ama artık iş işten geçmiş olacak. Örnek mi? Pek çok örnek var. Osmanlı Devletini yıkanlar, sözgelişi birleşik bir Arap devletine mi kavuşmuşlardır? Nerede gezer? Yugoslavya, Sovyetler Birliği, Hindistan… Say sayabildiğin kadar. Sırada kapı komşumuz Suriye, İran; Nijerya ile Endonezya var. İş, bir kere bölünmekte kalmıyor. Bölünenler de bölünüyor. Ta nereye dek? Herhalde aşirete, kabileye dek. Belki onları da akraba taallûkata kadar bölecekler. Milletler, toplumlar, devletler parçalandıkça sömürü de kolaylaşır. İşte, bugün bizlere kıyasıya bir biçimde dayatılan formların anlamı da, bu bölünmeyi kolaylaştırmayı amaçlamaktadır. Lahmacun ve kokoreç yemeyeceksin, diyerek, Noel’inden paskalyasına kadar kendi formlarını iyice yerleştirecekler. Bu işin bir ayağı da içeriden yürütülüyor. Peygambersiz Müslümanlık gibi saçmalıklarla, geçmişteki kimliğimize dair ne kadar dayanak noktamız varsa elimizden alınmaya çalışılıyor. Yukarıdan birileri de bu süreci hızlandırmaya çalışıyor.
Türkiye’yi, şu anki mevcut durumuyla, keyfince boyunduruk altına alıp sömürmek, koca bir somun ekmeği bir lokma halinde yutmak gibi bir şey. Hâlbuki bölüp parçalayarak bunu ne kadar da kolay becerebilirler. İşte örnek, Yugoslavya; Sovyetlerden koparılmış Gürcistan. Bölünmeğe, parçalanmağa bir türlü doyamıyorlar.
Bir nebzesi dahi kalmış olsa; insaf, izan, şeref ve haysiyet sahibi her bir kişi, ülkesinin, vatanının bölünmesine, parçalanmasına karşı var gücüyle çıkmak, savaşmak mecburiyetindedir. Bu, doğmuş doğmamış çocuklarımıza, torunlarımıza, bilcümle gelecek nesillerimize karşı boynumuzun borcumuzdur. Ecdadımıza da kan ve can borcumuzdur.

Son olarak neler söylemek istersiniz.

İnsanlık, dinin yanlış anlaşılması ile dünyevi çıkarlar uğruna kötüye kullanılmasından çok çekmiştir. Bu suiistimale tepki olarak ortaya çıkmış ve dini gündemden düşürmüş, dine cephe almış olan Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş Küresel İngiliz-Yahudi medeniyetlerinin yol açtıkları vahşetten de bir o kadar acılara katlanmıştır. Yirminci yüzyıl bildirdiğimizin en açık ve seçik kanıtını sunmaktadır. Hakikat “tek”tir. Hakikate götüren itikat ile ibadet yollarıysa çok çeşitlidir. Kimi dolambaçlı, dönemeçlidir; kimisiyse düz otoyoldur. Dârül-İslam’da hepsi ve her biri hoş görülür.

HAYATI:
1947 yılında Kozlu/Zonguldak’ta dünyaya geldi. İlköğrenimini Zonguldak’ta, ortaöğrenimini ise TED Ankara Koleji’nde tamamladı. Daha sonra girdiği İstanbul Üniversitesi’nde lisans (1973), lisansüstü ve doktora (1977) derecelerinde biyoloji ve felsefe öğrenimleri gördü. 1975’te asistan, 1982’de doçent, 1988’de ise profesör oldu. Hocamız, Dünya Bilim Tarihinde Biyoloji Felsefesi üzerine ilk eser veren saygın bir bilim adamıdır, hem biyolojiden hem de felsefeden iki(2) doktora sahibidir. 1988’den bu yana İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Felsefe Tarihi Ana Bilim Dalı Başkanı olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

KİTAPLARI
1. “CANLILAR SORUNUNA GİRİŞ / Biyoloji Felsefesiyle İlgili Araştırma”, 1. baskı: İst. Üniv. Ed.F. Yayımları: 3102, İstanbul, 1983; 2.baskı: Remzi Kitabevi, İstanbul, 1982 (87-34-Y-0030-0013. Temel dizi: 16).
2. “BİYOLOJİ FELSEFESİ / Canlı ve Kültür Sorunlarını Araştırma Alanı”; Akçağ Yayımları (81), Ankara, 1992. (ISBN: 975-7568-85-6. İnceleme-Araştırma: 19).
3. “ARİSTOTELESte BİLİM ve CANLILAR SORUNU”; Çantay Kitabevi, İstanbul, 1995 (ISBN 975-7206-01-6).
4. “YENİÇAĞ AVRUPA MEDENİYETİNDEN ÇAĞDAŞ İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNE”; İz Yayımcılık, İstanbul, 1996 ISBN 975-355-206-8).
5. “A NEW SYSTEM of PHILOSOPHY-SCIENCE from the BIOLOGICAL STANDPOINT”; Peter Lang (Europäischer Verlag der Wissenschaften), Frankfurt/Main – Berlin – Bern – New York – Paris – Wien, 1996 (ISBN 3-631-492154; US-ISBN o-8204-3152-4).
6. “GILGAMIŞ DESTANI” (Giriş ile Tercüme: Teoman Duralı); Çantay Kitabevi, İstanbul, 1998.
7. “FELSEFE-BİLİMe GİRİŞ”; Çantay Kitabevi, İstanbul, 1998 (ISBN 975-7206-202)
8. “ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET/ Anlamı/ Gelişimi/ Konumu”; Dergâh Yayımları, İstanbul, 2000.
9. “TEOMAN DURALI’YLA ÜÇ KONU/ŞMA / Bilim – Felsefe – Evrim Teorisi”; İstanbul Yayımları, İstanbul, 2002.
10. “SORUN NEDİR?”; Dergâh (ISBN 975-995-033-2), İstanbul, 2006.
11. “FELSEFE-BİLİM NEDİR?”; Dergâh (ISBN 975-995-026-X), İstanbul, 2006

Konuşan. Mehmet Deri

Kaynak: http://www.sosyalbilgiler.gen.tr/prof-dr-teoman-durali-hocamizla-raportaj/

Prof. Dr. Teoman Duralı ile “Medeniyet Tartışması” Üzerine… “Cihanşümul Zulüm Var” (Ocak 2009)

Efendim, mülakatımızı geniş bir soru ile başlatalım izin verirseniz. Sovyetler’in dağılışı liberal kapitalist dünyada kendi durdukları noktanın zaferi gibi değerlendirildi. Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” makalesi bu döneme rastlıyor. Bunun ardından NATO’nun yeni misyonu çerçevesinde yeni düşman arayışı başladı. Köktendinci İslâm’ın Batı değerlerine meydan okuyan yeni düşman olduğu ifade edildi. Bu arada da Huntington “Medeniyetler Çatışması” çıkışını yaptı. Böyle bir çatışmayı reddedenler oldu, 11 Eylül saldırıları ve Afganistan savaşını bu çerçevede ele alanlar oldu. Sonra küreselleşme – medeniyet ilişkilerinden söz ediliyor. Sizin baktığınız noktadan nasıl görülüyor olan biten?

Çağdaş medeniyetin temel ideolojisi “mali sermayecilik” tir. Bunun atlanmaması gerekir, çünkü bütün kapıları açacak olan anahtar kavram odur. Bu, yaklaşık olarak 1600 lerin ortalarından beri oluşup gelmekte olan bir süreçtir. Bu süreç içerisinde sermayenin bağımsızlaşması olayı vardır. Başka bir deyişle sermaye sahibinin atılımlarını ketleyecek bir merciin olmamasıdır. Çok kaba hatlarıyla anlatıyorum. O dönemlerde sermayeciliğe sınır koyabilecek merci din olunca dinin gündemden çıkarılması zarureti ortaya çıkmıştır. Bu hareket ilk önce Fransa’da belirmiş, İngiltere daha değişik bir yol izlemiş ve dini gündemden çıkarmaktansa dini kendi izlerine koşmayı yeğlemiştir. Sonra Anglikan kilisesinin kurulduğunu görüyoruz. Kilise bir bakıma devletin ve devleti yöneten çıkar öbeklerinin menfaatlerini meşrulaştırıcı bir müessese olmuştur. Hristiyanlık, Katoliklik devlet üstünde ve devlete hakim olma iddiasında iken bu ortadan kaldırılmış, din devletin çıkar öbeklerinin emrine girmiştir. Fransa’da ise 1789 ihtilâliyle devlet ve din tamamen birbirinden ayrılmış ve din kendisine hasredilmiş, bir köşeye itilmiştir. Aynen ortaçağda Yahudilerin küçük mahallelere, gettolara sıkıştırılması gibi.

Sermayeciliğin temelinde dünya hayatı vardır ve bu dünya hayatı da rahatlığa ve kazanca dayanır. “Ben rahat ettikten ve kazandıktan sonra başka bir şeye ihtiyacım yok” anlayışı vardır. Sermayeciliğin temel anlayışı budur. Bu gelişmelerin altında oluşan dünya görüşünün adı da “pozitivizm” dir. Pozitivizme göre evrenin her parçası fizik yasalarına göre çalışır. Fizik yasaları da açıktır. Makine örneğin çalışır, gizlisi kapalısı esrarengiz bir tarafı yoktur. Sebep-sonuç bağlantılarına ve akıl yürütme silsilelerine uygun işler. Böylelikle sermayecilik pozitivizmden bu anlayışı da alarak bu hayatın dışında bir hayatın varlığı ya da yokluğunu düşünmez. Buna da bilinmemezlik (agnostisizm) deniyor. Sermayecilik açık açık “ben Tanrıyı “tanıyorum” da “tanımıyorum” da demiyor. “Bu benim işim değildir” diyor, “isteyen tanır, istemeyen tanımaz ama benim yolumda Tanrı filan yoktur, kazanç vardır” şeklinde bakıyor.

Maliyeti alabildiğine düşürüp satış ile maliyet arasındaki mesafeyi açıp kâr haddini yükseltmek en büyük hedeftir. Maliyeti düşürmenin yolu ise işlediğimiz maddeyi çok ucuza, mümkünse bedavaya elde etmektir. Burada maddenin kendisi ve maddeyi ortaya koyacak insanlar vardır. Bu insanlar eğer benim gibi iseler onların maliyeti yüksek olur. Eğer onlarla aynı memlekette yaşıyorsam asgari onlara bazı hakları vermem gerekir. Halbuki kültürce, tipce bana benzemeyen, benim gibi olmayan insanlara işlerimi yaptırabilirim. Zaten bu anlamda ben onlara insan gözüyle de bakmıyorum. Onlar bir çeşit hayvanla insan arası bir yerdedirler. İşte burada da pozitivizm gibi sermayeciliğin işine yarayan çok önemli etken “evrimciliğin” devreye girdiğini görüyoruz. Türlerin birbirine dönüşüp dönüşmediğibilimsel alarak başka birşeydir ama onun ideoloji haline getirilip sermayeciliğe eklemlenmiş hali başka bir hadisedir.

Bunları iyi görmek gerekir.

Kısacası bu yaratıkları veya insanları kendi hedeflerim doğrultusunda kullanırım. Topraklarını da kendime bağlarım, benim mülküm olur, dolayısıyla maliyet yükünden kurtulmuş olurum. Boğaz tokluğuna çalıştırdığım bu adamlar bana hiçbir şekilde karışmazlar, ülkeme gelmezler, elde edilmiş ülkede benimle birlikte yaşayamazlar, insansalar bile ayrı sınıflardır.

Sömürgeciliğin bu safhasından sonra zamanla mamul malların satışında pazar sorunu ortaya çıkmıştır. Ben bu malları üç beş yere satıyorum ama orası da doyuyor, yeni satış merkezleri lâzım. Önce malı temin ettiğim ülke ve insanları pazara dönüştürmem gerekiyor. Durduk yerde de adam bu malı almaz. Malı alması için siz onlarda o mala ihtiyaç uyandıracaksınız. Bu bir kültür işidir. Elektriği olmayan bir insan ampüle ihtiyaç duymayacaktır. Yolları inşa edilmemiş ise araba kullanamaz. Onun için o insanlara bir alt yapı ve öğretim götürmem gerekir. Onun öğretimi arttıkça bu sefer kendi durumunu sorgulamaya başlıyor. İngiltere’nin 1800’lerin başında köleliği kaldırması yine Amerika’nın kuzey eyaletlerinde köleliğin kaldırılması boşuna olmadı, büyük bir basınç vardı artık. İnsanlar eğitildikçe başkaldırmaya başladılar.

Bunun üzerine “insangücü işime yaramıyor” fikri uyandıkça başka yollar denemeye başlanıyor. Fen, sanayiye dönüştürülüp insanın imal ettiği şeyleri makineler imal etmeye başlıyor. Buna karşılık benim önce imal ettirici olarak kullandığım insanları bu sefer pazar olarak değerlendirmem gerekiyor. Önce eğitmiştim şimdi de malları kendileri üretecekleri seviyeye getirmem lazım. Onlar benim mallarımı ürettikçe ben farklı şeyleri üretmeye çalışacağım. Yeni malları tükettirmek için de yeni eğitimler gerekmektedir. Böyle sarmal bir hadise yürümektedir. Dairenin bir yanında üretim bir yanında tüketim vardır. Tabi asıl maksat tüketimdir. Tüketimi kamçılamak için üreteceğim, ürettikçe de kazanacağım. Bu adamları eğitmem benim istediğim doğrultuda olacak ki ürettiğim malları satın alabilsinler.

Sermayeciliğin payandası olan emperyalizmin en önemli unsuru eğitim-öğretimdir. Bir ülkeye topla tüfekle girmek yerine istilanın çok çeşitli boyutları geliştirilmiştir ve boyutların ilk maddesi de eğitimdir. Okul açıyorum, dilimi öğretiyorum, onu dininin, geleneklerinin, çağın gerisinde kaldığına, değer yargılarının çağdışı ilkel olduğuna inandırmaya başlıyorum. Öyle ki bu yeni sömürgecilikte insanlar kendilerine empoze edilen hayat tarzından başka bir yaşama şekli olmadığına inanmaya ve bu yeni değerleri savunmaya başlıyorlar. Böylelikle sömürgecilik emperyalizmi doğuruyor, emperyalizm de hakim olan gücün kültürünü büyük bir sahaya yaymaya başlıyor.

Sadede gelelim, kısacası küreselleşme dediğimiz olay yeni birşey değildir. Çağdaş medeniyetin ortaya çıkmasından bu yana sürüp gelen bir süreçtir. Sermayecilik, sömürgecilik, emperyalizm ve küreselleşme daire daire içiçedirler. Birbirlerini şart koşarlar.

Dünyada sermayeciliğin bu gelişimine ve onun arkasında yer alan maddeci mekanisist, pozitivist dünya görüşüne karşı tepkiler uyanmaya başlamıştır. Nerede? Sermayeciliğin ortaya çıktığı kıtada başka ülkelerden. Sermayecilik İngiltere’de ortaya çıkıyor ve İngiltere bütün dünyanın hakimi olmaya başlıyor. Amerika’yı İngiltere’nin devamı olarak görmek lâzım. Tepkiler önce Almanya’da idealizm, romantizm şeklinde kendini gösteriyor. Hayatın sadece maddeden ibaret olmadığını, bir mânânın bulunduğunu ve insanın esas değerinin manevi yapısında olduğunu öne süren bir anlayış gelişiyor. Bu anlayışın sonra aşırı siyasi ucu İtalya’da Faşizm, Almanya’da Milli Toplumculuk, Nasyonel Sosyalizm olarak ortaya çıkıyor.

Zannederim Komünizme geldik. Komünizmin kapitalizmle karşı karşıya gelişini ve sonra devreden çıkışını, iki farklı medeniyetin çatışması ve birinin galibiyeti gibi mi değerlendirmek gerekiyor?

Aslında komünizmi toplumculuğu ve sosyalizmimeydana getiren de sermayeciliğin mimarbaşılarıdır. Bir çeşit kendi görüşlerine seçenek yaratmışlardır. Bu teorisyenlerin en önemli özelliği gerçekten uzak görüşlü olmalarıdır. Muhtemel tepkilerin önünü alabilmek için görünürde tepkiler yaratmışlardır. Sosyalizm paradigması itibariyle kapitalizmden farklı değildir, görünüşte öyledir. Temel yapısındaki maddeci, mekanisist ve pozitivist öğeler sermayecilikten hiç de farklı değildir. Sadece buz dağının tepesi farklı görünüyor. Burada mesaj şu; Sen bu sistemi beğenmediysen bak işte farklı bir alternatif var karşında, onu deneyebilirsin.

Ama bu mimarbaşıları, filozof, ideologlar herşeyi elden geldiğince hesaplamaya çalışsalar da Allah olmadıklarına göre herşeyi göremiyorlar. Nitekim meselâ Stalin’in geleceğini hesaplayamamışlardır. Bu onlara büyük bir meydan okuma olmuştur. Başka böyle bir çok olay gösterilebilir. Hesaplayamadıkları ve onları en çok şaşırtan gelişme milli toplumculuk olmuştu. Ancak büyük çabalarla bertaraf edilmiştir.

Meselâ Sovyetlerin çöküşü ilk önce bütün dünyayı sarsmış göründü. Aynen 11 Eylül olayı gibi önümüzde cereyan etti, televizyonlarda seyrettik. Fakat beklenmedik, çığır açıcı bir olay değildi. Asıl büyük gelişme Avrupa’nın kendi içindeki hesaplaşma yani ikinci dünya savaşıdır. İkinci dünya harbinin bitişiyle birlikte zarlar atılmıştı. Dünya ingiliz-Yahudi medeniyetinin ve onun temel dinamosu olan sermayeciliğin eline geçmiştir. Bu hakimiyetin tesisini Stalin’in varlığı biraz geciktirdi ama sonra yollar açıldı.

İngiliz-Yahudi Medeniyetinin komünizmi âlet olarak kullanmaya ihtiyacı kalmadığı için Sovyetler çökmüştür. “Sen işini gördün” dediler, düğmeye bastılar ve Sovyetler tarih sahnesinden çekildi. Bir devlet tek kurşun atılmadan batmaz ki. Ne kadar kötü durumda devletler var dünyada. Sovyetlerin arkasında yetişmiş insan gücü, sanayi, hammaddesi vardı. Sonra battıysa masada bir taraf olarak hâlâ duruyor. Sistem olarak battı ama devlet olarak duruyor. Bütün bunlar aldatmacadır. Bunlar belirli bir merkezin denetimi altında cereyan eden hadiselerdir. Fukuyama tabii o medeniyeti yönlendiren iç teşkilatın sözcüsüdür.

Mesela Hegel- Marks karışımı bir üslûpla Fukuyama neredeyse meydan okuyor: Liberal demokrasinin çözemediği ve başka bir medeniyetin çözebileceği bir insani sorun var mı, diye. Haklı mı Fukuyama? Liberal demokrasi insanoğlunun bütün meselelerini çözen sorunsuz bir medeniyet mi, ya da bu iddiada başka bir medeniyet çizgisi yok mu, olamaz mı?

Dikensiz gül bahçesinde yol alınırken çok eski ve köklü bir medeniyetin filiz sürmeye başladığı görüldü. Yıkıldığı sanılan, artık yerle bir olduğu düşünülen İslâm medeniyetinin oradan buradan kendini göstermeye başlamasıydı. Bu özellikle 75’den sonra farkedilen bir durumdur. Hem İslam coğrafyasının kendisinde hem de bu coğrafyanın dışında bir takım ülkelerde İslâm kendisini bellli etmeye başlamıştır. Önce din olarak kendisini göstermiştir. İslâm Medeniyeti ile dini bir ve aynı şey değildir. Her ne kadar o medeniyet dinden çıkıyorsa da.

75’lerden sonra İslâm toplumlarının yeni bir medeniyet modelini yaratma çabalarının belirmesi hatta daha doğrusu kımıldamaya başlaması çağdaş medeniyetin güç merkezlerini irkiltmiştir. Bu tehlikeyi nasıl bertaraf edebiliriz sorusunun cevabını 75’den 90’a kadar 15 yıl aramışlar ve 90 dan itibaren uygulamaya koymuşlardır.

Hakim medeniyetin en korktuğu şey nedir?

Kitabı Mukaddeste çok güzel bir ibare vardır; “İnsan yalnızca ekmekle yaşamaz”. Bu medeniyet insanın yalnızca ekmekle, bedenin ihtiyaçlarını karşılamakla yaşayamayacağı gerçeğini görmedi, görmek istemedi. İnsanı sadece biyolojik varlık haline getirdiğinizde onu sürekli yönlendirebilirsiniz, direnme gücünü kaldırabilirsiniz ve istediğiniz kalıba sokarsınız. Ne zaman beşer, yani salt biyolojik varlık, insana dönüşür, orada bir direnme ortaya çıkar. Bu mukavemetle sömürünün frekansı düşer. İstediğiniz gibi sömüremezsiniz. Sömürü beraberinde eşitsizliği getiriyor. Her ne kadar hayat seviyesi şöyle yükseldi deniyorsa da bu küçük bir mutlu azınlık için öyledir ama çok büyük bir kitle için tersidir. Bu sadece Kalküta’da, Bombay’da, Nairobi’de, Manila’da böyle değildir. Bu korkunç toplumsal adaletsizlik Madrit’te, New York’ta, Paris’te de böyledir. Sadece mahiyeti farklıdır. İşte bu yapıya oluşan tepki birikiminin massedilmesi, emniyet sübabının açılması için bir ümit pompalanır. “Sen şunları yaparsan böyle bir hayat seviyesine ulaşırsın” deniliyor. Reklamların maksadı budur. İnsanlar sürekli uyuşturuluyorlar. Ve diğer uyuşturuculardan insan uyanır, ayılır ama böyle bir uyuşturucudan ayılmaz çünkü kendisini uyanık zanneder. Hakim medeniyetin içinde dünya çapında olağanüstü bir propaganda -siyasi, ticari, kültüre yönelik- savaşı yaşanıyor. Bu propaganda bombardımanı altında insanlar kendilerine dayatılan hayattan başka bir yaşama seçeneği yoktur şeklinde düşünmeğe sevkediliyorlar. İşte bu zihniyete sahip olanlar zokayı yutmuş oluyorlar. Hakim medeniyetin en korktuğu şey zokayı yutmayan, başkaldıran insanların, adaletsizliği bertaraf etmeye yönelik bir kavram olan İslâm dinindeki “cihat” anlayışını uygulamaya koymalarıdır.

Huntington’ın tezine gelirsek, uzun bir geçmişi olan ve birbirine rakip gibi duran İslam- Batı ilişkisinin bugünkü, yarınki seyri üzerine neler söylenebilir? Diyalog, uzlaşma, rekabet, çatışma gibi ifadelerden hangisi tanımlayabilir bu ilişkiyi? Yoksa başka bir tanımlama mı uygun olur size göre?

Bugün için bir İslâm Medeniyeti yok. Geçmişte vardı. Onu canlandırmak mümkün değil. O öldü. Ancak onun miras bıraktığı bazı değerleri ele alıp oradan yeni durumları da görerek bir medeniyet inşa etmelidir.

O medeniyet çöktü ama o medeniyetin kurulmasında en etkili âmil olan din duruyor diyebilir miyiz?

Tabi din duruyor. Yeni medeniyet de ilhamını dinden alacak. Buna izin vermeyecekleri anlaşıldı. Futbol diliyle söylecek olursak ofsayta düşmeyecek, kontrpiyede kalmayacaklar. Bu çok belli oldu.

11 Eylül’de mi belli oldu?

Bana 11 Eylülkendilerinin hazırladığı bir mizansen gibi geliyor. Usame burada neydi, rol mü almıştı, hiç mi haberi yoktu, taşeron muydu yoksa bir ajan mıydı bunları bilmiyoruz. Ama 11 Eylül’ün onun beyninden çıkmadığı muhakkak. O burada az veya çok bir rol almış olabilir.

11 Eylül bir gerekçe sunmuştur, tıpkı Pearl Harbor’da Japon baskınının savaşa gerekçe sunması gibi. Amerika’nın baskından haberi vardı. 2. Dünya harbinde kullanacağı önemli uçak gemilerini çekti ve battal gemileri geride bıraktı ve birkaç bin personeliyle onlar batırıldı. Kendi kamuoyunu ikna etmek için bu yeterli bir gerekçe oldu. 11 Eylül’ü ikinci Pearl Harbor olarak görüyorum. Bu yolla yeni filizlenebilecek, inşa projeleri ortaya konulan medeniyet arayışlarını ortadan kaldıracak. Burada çatışmanın Huntington’ın dediği gibi şiddetli olması gerekmiyor çünkü karşılarında henüz ete kemiğe bürünmüş bir güç yok. Bugün isyan eden adamlar bile isyanlarını yöntemleştirip devrime dönüştüremiyorlar. Sadece isyan, münferit başkaldırmalar var.

11 Eylül ve Afganistan savaşı sürecinde belki Fukuyama’nın söyleminden yola çıkarak şöyle bir kanaat serdediliyor: İslâm’ın bir meydan okuması olabilir ama, liberal kapitalist uygarlığın küresel yükselişi karşısında bunun hiçbir şansı yok. Afganistan da bunun ilk örneği… gibi… Bu son gelişmeleri, medeniyet planında bir mutlak galibiyet-mağlubiyet vakıası olarak mı görmek gerekiyor?

Hayır. Bu savaş burada bitti mi denirse, bitmemiştir. Bu daha doğrusu savaş değil muharebelerdir. 20. Yüzyıl muharebeler çağı olmuştur. Afganistan örneği bu zincirin son halkasıdır ama devam edecektir. Mevziî muharebeler ortaya çıkacaktır ve bu mahalli muharebelerle halihazır medeniyet mağlup olur mu denirse ben bunu öngöremiyorum. Hepsinden galip çıkacaklarını bilmemize rağmen muharebelerin devam edeceği ortadadır.

Hakim medeniyet bu çatışmalardan ilânihaye galip çıkar mı?

Alternatif medeniyet arayışları bir inşa durumuna gelmedikçe galip çıkması mümkün değildir. Çünkü hiçbir zaman çeteciler orduları yenememiştir. Çeteler ne zaman ordu haline gelirse o zaman meydan okuyabilirler. Çete savaşı yapanlarla ordunun elindeki aletleri kıyaslamak mümkün değil. Yani bu durum Muhammed Ali Clay ile verem hastası birinin boks maçına benziyor. Hasta adam Muhammet Ali’nin yumruğunun rüzgârından yıkılır.

Dünyanın geldiği bir diğer nokta var ki orada olağanüstü bir açmaz karşımıza çıkıyor. Sanayileşmeye dayalı bu medeniyet insanlığı çöküşe götürüyor ama oradan da dönemiyorsunuz. Mesela yeşilciler atom çalışmaları gibi bir çok şeye karşılar. Bu durumda ne yapacağız, elektrikten vazgeçip kandile dönebilecek miyiz? Bu medeniyet modeline karşı bir model geliştirilirken en önce düşünülmesi gereken husus budur. Bu ikilemden çıkamadığımız müddetçe inşa edeceğiniz medeniyetin geçerliliği olma, projede kalır. Meselâ artık dünyadan çıkma insanlık için kaçınılmaz bir ihtiyaç olmuştur. En azından güneş sistemine gidip oralarda yerleşmek için projeler üretmek gerekiyor. Bunun için çok yüksek seviyede fenne ve bilimsel çalışmalara ihtiyaç vardır. “Efendim dünya batıyor kurtarmak için yeni bir medeniyet yaratmak lazım” lafını yattığımız yerden söylüyorsak bu yetmiyor. Bu medeniyeti meydana getirecek unsurların halihazır medeniyetin söylediklerine alternatif teşkil etmesi ve kendi içerisinde uyumlu olması gerekir.

İslâm dünyasında bu dinamizmi görüyor musunuz?

Görmüyorum. Yine bu dinamizm Avrupa’nın ve Amerika’nın kendi içinde var. Bir ihtimalde, İslâm’ın o coğrafyada yayılıp din olarak halihazır medeniyete bünyesinde alternatif seçenek barındırdığının anlaşılmasıdır.

Bizim insan kaynaklarımızda öyle bir ümidi görmüyor musunuz?

Ümit dini bir terim. Ümitsizlik şirk koşmak gibi telakki ediliyor. Ona girmek istemiyorum. Görünen köy kılavuz istemez. Bizim insan malzemesinde böyle bir atılımın emaresini hissetmiyorum. Belki de vardır ama ben algılayamıyorum.

İslâm dünyasında hatta Avrupa ve Amerika’nın dışındaki dünyada böyle bir atılıma en yatkın olacak ülke Türkiye’dir.

Bir sorum da oydu; yeri geldiği için soruyorum. Türkiye’de Batı Medeniyetinin etkileri var ama mirasından tamamen soyutlanmamış, tarihiyle ve diniyle bağlantısı olan bir yönü de var. İslâm dünyasında Türkiye’nin yerini nerede görüyorsunuz?

Çok önemli bir yerde görüyorum ama onlar benim kadar gördüklerinden her türlü tedbiri alıp bastırıyorlar. Şuurumuzun, hafızamızın canlanmaması için her şeyi yapıyorlar. O bakımdan bizim işimiz herkesten daha zor. Meselâ eğitim öğretimin şuurlu yapılmasını önleyecek tedbirleri sektirmeden aldıklarını hepimiz görüyoruz.

Son bir soru: İslâm’ın insanlık için anlamı ile, müslümanların reel durumu arasındaki ilişkiyi sağlıklı buluyor musunuz? İslâm etrafında bir medeniyet yükselişi için Müslümanların üzerine düşenne gibi sorumluluklardan söz edilebilir?

İslâm herşeyden önce zulme bir başkaldırıdır. İslâm’ı bana özetle deseler ben İslâm’ı “adalet”le özetlerim. Adalet nedir? Basitçe tarifi “bir şeyin lâyık olduğu yeri bulmasıdır”; dinin temeli budur. Kainatta hiçbir şey tesadüfen değilse hayatı düzenlemenin de tesadüfen olmaması gerekir. Bugünkü düzende bu medeniyet çerçevesinde varolanlar lâyık oldukları yerlerde değillerdir. Sonuçta cihanşûmul bir zulüm vardır. Zulmü biz hep işkence olarak anlarız ama esas zulûm lâyık olanların hakettikleri yerde olmamaları, lâyık olmayanların da hak etmedikleri yerde olmalarıdır. Herkesin insanca yaşama hakkı vardır İslâm’da. Kul hakkı yememek buradan gelir.

İslâm etrafında bir medeniyet yükselişi gerçekleştirilecekse müslümanların “adalet” ile hareket etmeleri gerekir.

Altınoluk Röportaj
2002 – Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 009

Kaynak: http://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d191s009m1

Çağdaşlıktan Kasıt İngiliz-Yahudi Medeniyeti’dir (19 Aralık 2012)

Ükemizde bir felsefe geleneğinin olmadığından bahsedilir ve bunun suçu da Osmanlı’ya yüklenir. Bu görüşler doğru mudur?

Türk tarihinin hangi döneminde Türk tanımı verebileceğimiz bir felsefe kurumlaşmasının ortaya çıktığını sormak lâzım. Osmanlı’da yoktu da Selçuklu’da mı vardı? Karahanlı’da mı vardı? Harezmiler’de mi vardı? Türk tarihinin tuhaf bir yönü, ilgi çekici bir tarafı, tek tek kişilerin temayüz etmemiş olmasıdır. Devlet adamları ve askerler dışında bizde kendisini gösterebilmiş kişiler çok azdır. Bu kişiler de İslâm medeniyetinin çorbasında pişmişlerdir. Mevlânâ gibi, İbn-i Sîna gibi, Mâturîdî gibi, Yesevî gibi kimseler çoğunlukla Arapça veya Farsça yazmışlar ve düşünceleri de Türk diyebileceğimiz bir farklılık ve özgünlük göstermemiştir. Bu, Türk tarihinin bir tuhaflığı mı tam bilemiyorum, genelde İslâm’a giren milletler İslâm medeniyetinin içerisinde erimiş demiyeyim de onunla hemhal olmuşlar, bütünleşmişlerdir.

Fars kültürü için de bunu söyleyebilir misiniz?

Haklısınız. Fars kültürü dediğimiz ama İslâm’ın içerisinde de temayüz etmiş bir olay var. Farslar; geleneksel deyişimizle söylersek Acemler, çok farklı bir boyutta tarihin en önemli edebiyat geleneğini yaratmışlar. Ve Farsça, Türkçe’den farklı olarak İslâm medeniyeti içerisinde dil varlığını öne çıkarabilmiştir. Türkçe geri plana çekilmiştir. Tabii ki Farsça’nın gücü, Türkçe’nin güçsüzlüğü sözkonusu değil burada, bence Türk’ün zihniyetine bakmak gerekiyor. Biz kendi isteğimizle İslâm’a girmişiz. Yine ‘çağdaş’ dediklerimizin iddia ettikleri gibi kılıç zoruyla değil. Talas Muharebesi çok ilgi çekici bir hadisedir ve Türkler kendilerini kovalayan tarihi düşmanı Çinliler’den kaçarken -kaçıyorlardı, açıkçası bu- İslâm ordusuyla karşılaşıyorlar Talas Vadisi’nde. Savaşmıyorlar, İslâm ordusuna iltihak ediyorlar. İslâm ordusunun da merkezini Araplar teşkil ediyordı. Onlarla birlikte Çinliler’e karşı savaşıyorlar. Bazı tevatüre göre günde bin-ikibin Türk, Müslümanlığa geçmiş. Arap komutanı o kadar hayret ediyor ki ellerini kaldırarak “Türkî iman” diye haykırıyor. Daha sonra bu Farsça’ya “Türkoman” diye geçmiş. Ordan da bizim dilimize Türkmen diye geçiyor. Türkler İslâm’a canhıraş bir biçimde iltihak ediyorlar, intisab ediyorlar. Ve ölesiye seviyorlar, ölesiye bağlanıyorlar İslâm’a. Meydana getirdikleri eserlere kendi özgün damgalarını vurma gereği bile duymuyorlar. Türk düşüncesi diye bir düşüncenin çıkmamış olmasını ona bağlıyoruz. Türk var. İslâm düşünce tarihinde Türk soyundan gelen filozoflar var. Fârâbî meselâ. Ama İslâm hamurunda yoğruluyorlar; “ben ayrıyım-gayrıyım, şuyum, buyum” demek ihtiyacı duymuyorlar. Türkler burada bir istisna değil. Esasında İslâm’a katılmış topluluklarda derece farkı olmakla birlikte böyle bir tavır görüyoruz.

İslâmiyet’e giren topluluklar, kendi milli kimliklerini aşıp, İslâm potası içinde eriyor diyebilir miyiz?

Elbette. Kavim anlayışı, boy görüşü İslâm’da eriyip gidiyor. Biz seksen yıldır dünyaya Avrupa’nın dürbünleriyle baktığımız için sürekli bunun acısını çekiyoruz, bunun kompleksini yaşıyoruz. Ve kendi kendimize birşeyler uyduruyoruz. Folklorik birtakım kahramanları alıyoruz filozof ilân ediyoruz, bilim adamı ilàn ediyoruz. Bizim kendimize has bir düşünce geleneğimiz var, ama bu bir bütün olarak İslâm dünyasıdır. Daha düne kadar bundan ayrılmak, bundan farklı bir şey söyleme ihtiyacı duyulmamış. Bir ortak dil var ortada. Arapça’da insanlar bildirişiyorlar. Adam Endülüs’ten kalkıyor; belki Berberîce’dirdir, Moritanya dilidir, yahut Malice’dir, neyse. Ama adam bütün felsefî meramını Arapça ifade ediyor. İbn-i Arabî kalkıyor geliyor, Şam’da meramını ifade ediyor, Konya’ya geliyor, hacca gidiyor. Korkunç bir coğrafî genişlikte, bir lisanla her şeyi dile getirebiliyorsunuz. Bu şartlarda kalkıp ayrı olmak ihtiyacını kimse hissetmiyor. Gazâlî İslâm felsefesinin anıtı, en büyük adamı. O da Arapça yazıyor. Aslen Fars’tır. Suhreverdî aynı şekilde Fars’tır. Ama İran edebiyatının kendisi bir yoldan Farsça devam ediyor, tek farkı bu. İran felsefesi de yok ona bakarsanız, Arap felsefesi de yok. Ne olacak şimdi? Bilmiyorum onlar da bizimkiler gibi aynı komplekse kapılırlar mı. Yani arkamızda çok yüklü müthiş bir felsefe geleneği var, bilim geleneği var. İslam felsefesidir bu, İslam geleneğidir. Zaten Türk diye bir iddiamız olmadı ki hiç. 75-76 yıllık bir hastalık, bir maraz olarak ortaya çıktı bu. O sebeple felsefe geçmişimiz, felsefe geleneğimiz yahut daha geniş tutarsak düşünce arkaplanımız yoktur demek tek kelimeyle gülünçtür.

Cumhuriyet, bir “Türk aydınlanması” olarak kabul ediliyor.

Doğrusu, Cumhuriyet’in bir “Türk Aydınlanması” olduğu fikrine katılmıyorum.

Felsefî düşünceye Cumhuriyet’in bir katkısı olmuş mudur?

Hiçbir katkısı olmamıştır. Felsefeyi bir yana bırakalım, Cumhuriyet döneminin Türk varlığına katmış olduğu hiçbir değer görmüyorum. Bazıları barajlardan, yollardan, demiryollarından şundan bundan bahsederler, bunlar da bana gülünç, lâf-u güzaf olarak gözükür çünkü bütün bu yapılıp edilenler, zaten küresel sermayeciliğin zorunlu tuttuğu şeylerdir. Bu yolları Afganistan’a da inşa ettiler. Malezya’da daha iyileri var. Çok yakından tanıdığım bildiğim bir ülke. Endonezya’da var, Gabon’da var. Arjantin’de, Brezilya’da, Peru’da nereye giderseniz bunlar var. Sizin kendi dehanızın ürünü değil ki bu. Parasını da o getiriyor, bilirkişisini de o getiriyor, “Know-How”ı ondan, her şeyini o getiriyor.

‘Yeniçağ Avrupa Medeniyetinden Çağdaş İngiliz Yahudi Medeniyetine’ başlığı ile bir kitabınız yayınlanmıştı. Çağdaş medeniyet deren medeniyeti bir ‘İngiliz-Yahudi Medeniyeti’ olarak mı anlamalıyız?

Öncelikle, “Çağdaşlık”la İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin kastedildiğini söylemeliyim. Yine büyük bir kavram karışıklığına bizi götüren sözlerin başında, içine girmek istediğimiz taptığımız secdeye vardığımız medeniyetle ilgili başlık veya ad gelmektedir. Buna Avrupa Medeniyeti diyoruz, Batı Medeniyeti diyoruz, Çağdaş Medeniyet diyoruz… Bugünlerde yeni bir kavram daha üretildi; Küresel yahut global medeniyet. Nedir bu? Nerede doğdu, nerede büyüdü ve nasıl gelişti? Çok kısa olarak buna baktığımızda Ortaçağ -Hristiyan Medeniyeti’ne tepki olarak doğup gelişmiş bulunan Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti’ni görüyoruz. Çok uzun bir başlık oldu ama böyle. Batı Avrupa, Fransa, Felemenk, İngiltere mihverinde gelişmiş olan bir medeniyettir bu Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti. Buna katılan ve omuz veren başka kültürler de var. İtalyan kültürü var, Alman kültürü var, zamanla İskandinavya’dan İsveç katılmıştır. Bu medeniyetin en bariz vasfı, tarihte ilk defa dine dayanmadığını iddia etmesidir. Bütün medeniyetler, bütün kültürler din kaynakladır. En eski kültürlerden başlayalım; bütün gelişmiş, medeniyetleşmiş kültürlere varıncaya kadar hepsi din kaynaklıdır. İlk defa “ben ilhamımı dinden almıyorum, dinden hareket etmiyorum” diyen ve esasında dînî bir terim olan aklı din dışına çıkararak onu temele alan bu Yeniçağ Dindışı Avrupa Medeniyeti olmuştur. Batı Avrupa Medeniyeti dine karşı aklın ürünü olduğunu iddia ettiği bir sistemi çıkarmıştır ki bu sisteme felsefe diyoruz. Felsefe hattı zatında dine karşı olmamasına, aksine dinle çok yakın bir irtibatı olmasına rağmen Yeniçağ’da aşağı yukarı 1500’lerin ortalarından itibaren dine karşı bir sav olarak geliştirilmiştir.

Felsefe neden dine karşı bir disiplin olarak benimsenmiş olabilir?

Her şeyden önce felsefenin dinden beslendiğini kabul etmeliyiz. Çünkü aklın bir ucu Allah’a uzanır, öbür ucu insandadır. Allah’a uzanan ucu kesmek ve aklı aslında bir transformatörken bir dinamo haline sokmak, tamamen Yeniçağ Dindışı Medeniyeti’nin işidir, tabloyu çok kabaca çizersek. Bu medeniyetin geliştirdiği felsefenin bağrında doğa bilimleri gelişmiştir. Eskiçağ’ın doğa biliminden, Aristotelesçi organik doğa biliminden tamamiyle farklı, mekanik bir doğa bilimi çıkmıştır. Bu mekanik doğa biliminin sadece doğanın cansızlar kesiminde geçerliliğini kabul etmeyip hayatın ve dünyanın bütün kesimlerine yaymak suretiyle Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti, mekanizmi esas almıştır. Hayatın mekanik olduğunu iddia etmiştir. Ve buradan, bir dünya tasavvuru çıkmıştır karşımıza. Bu dünya tasavvurunun adı “maddecilik mekanisizm”dir. Bu mekanisizm, maddecilik mekanisizminin uzantısı, türevi de pozitivizmdir. Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti’nin en seçkin kültürlerinden birisi İngiliz kültürüdür. Çünkü Ortaçağ boyunca Avrupa’da iki merkeziyetçi güçlü devlet var. Birisi Fransa, öbürü İngiltere. Ve Ortaçağ Hristiyan Avrupa Medeniyeti’nden Yeniçağ Medeniyeti’ne geçtiğimizde iki kültür kendisini çok belirgin biçimde kendini gösteriyor. Bunlardan biri Fransız, öbürü de İngiliz kültürüdür. Yeniçağ Medeniyeti önemli ölçüde Fransız kültürüne dayanırken şimdi İngiliz kültürü öne geçmeye başlıyor. Çünkü İngiliz kültürü Ortaçağ boyunca Avrupa’da geliştiğini gördüğümüz ticaret geleneğini “mal-para” takasından çıkarıp “para-para” takasına dönüştürmeye muvaffak oluyor. Para, sun’î bir birimdir. Tabii hiçbir yönü yok. Onu hayatın merkezine çekerek bütün işlemleri bunun etrafında döndürmek suretiyle İngiliz kültürü yepyeni bir tablo çıkarmaya başlıyor karşımıza.

Para merkezli bir tablo diyebilir miyiz ?

Aynen söylediğiniz gibi, para merkezli bir tablo. Bu parayı karşılayan, bu paranın mütekabili olan malların edinilmesi, malların işlenmesi ve mâmûl olarak tekrar paraya tahvili bir devr-i dâim haline geliyor. Ucuza edinilmesi için İngilizler atak yapıyorlar. Ve kendilerinin dışında birtakım ülkeleri ele geçiriyorlar. Toprak genişlemesi, devlet büyümesi maksadıyla değil. Bütün eski devletlerde gördüğümüz buydu. “Toprağımı genişleteceğim, devletimi büyüteceğim. Devletime kattığım bütün topraklar devletin vatanıdır”. Bunun da en son ve bariz örneğini Osmanlı’da görüyoruz. Osmanlı’nın tüm parçaları vatanın parçasıdır. Ama burada öyle değil. Ele geçirilen topraklar ve onun üstünde yaşayan insanlar aşağılık yaratıklardır. “Benim yaşadığım yer, benim yaşamam merkezdir, ben üstünüm”. Bu anlayış, İngilizler’in neşet ettiği Germen anlayışının bir devamıdır. Aşiretçilik devam ediyor, kan bağı devam ediyor, benim kandaşım önemlidir. Latin dünyasında, Roma’da İmparatorluk devleti, “ülkü devleti”dir. Bunun bânisi Fransa’dır. Fransız vatanında doğan herkes Fransız’dır. İster siyah, ister beyaz olsun, ne olursa olsun… Fransızca konuşuyorsa, Fransız kültürünün parçasıdır, Fransız’dır. Böyle değil Germen dünyasında. Orası soy esaslıdır. İsrail’in anlayışına benziyor.

İngiliz Medeniyeti’ni çok güzel izah ettiniz. Yahudilik bu medeniyete nasıl dahil oldu ?

Yahudi, Avrupa’da kovalanan, itilip kakılan bir unsur. Çünkü Avrupa Roma’nın çöküşünden itibaren Germenler’in boyunduruğuna giriyor. Tüm Avrupa ülkelerinin yönetici kesimi, asilzadeler, soylular Germen kökenlidir. Bakın bütün hanedanlar Germen kökenlidir. Ve onların indinde Yahudi iki türlü kötüdür. Dînî anlamda Hz. İsa’yı ele verdiler, gammazladılar diye kötüdür (öyle mi, değil mi bilmiyoruz ama öyle hikaye ediliyor), iki kendi soylarından olmadığından, Yahudi’yi pis işlere koşmuşlar kendilerince. Bu ticarettir. Savaşçı için çok aşağılayıcı bir şeydir. Yahudi ticaret yoluyla zenginleştikçe kovalamışlar. Ne zaman ki belli bir boyutun üstüne çıkmış o zaman da pogromlar (kargaşa) olmuş kovalamışlar, kesmişler falan filân. Yahudi’nin kaçtığı iki yer var. Birisi Felemenk, öbürü İngiltere. Özellikle 1492’den itibaren İspanya’dan kovulan Yahudiler Felemenk üzerinden İngiltereye gidiyorlar ve beraberlerinde taşıyabildikleri kadar parayı götürüyorlar ama daha önemlisi para kazanma yöntemini götürüyorlar. İngiliz’in girişimciliğini para ile desteklemişlerdir. Ve bir çeşit yaşam ortaklığı ortaya çıkıyor. Yahudi ile İngiliz’in birbirlerini sevmeleri sözkonusu değil. Ama bir yaşam ortaklığı, çıkar üzerine kurulu bir birliktelik ortaya çıkıyor. Mukavele birlikteliği. Dayanışma değil, uzlaşma yöntemiyle çıkıyor ve bu birlikteliğin ürünü olarak para iktisadı ve onun idelolojisi olan sermayecilik-kapitalizm karşımıza çıkıyor. Sermayeciliğin ilk laboratuvarı Amerika oluyor. Hür sermayeciliğin ürünü olarak tesis olunuyor Amerika, 1750’lerden itibaren.

Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin anladığımız kadarıyla bir dünya tasavvuru var. Bir ideolojisi var mı?

Var. İdeoloji kapalı devre çalışan bir felsefe sistemidir. Felsefe sistemleri ilkece açıktır. Son doğru yoktur felsefe sistemlerinde. Bir doğruya erişirsiniz, o doğru yarın öbür gün eleştiri yoluyla başka bir doğruyu doğurur. Belli bir doğruyu “bu son hakikattir” diye kabul ederseniz ve “bunun dışında hiçbir hakikat yoktur artık” derseniz, o bir dogmadır. Dogmalardan örülmüş sistemlere öğreti diyoruz. Öğretilerin gündelik hayata, siyasete, iktisada uygulanışlarıyla da ideolojileri elde ediyoruz. Fikirlerden örülmüş bir şebeke demektir ideoloji. “İde”den geliyor. Fikir de zaten felsefenin ana konusu, nirengi noktasıdır. Yeniçağ dini dışarı atınca, onun yerine ideolojiyi ikâme etmiştir. İkâme olan ilk ideoloji hür sermayeciliktir. Bütün müteakip ideolojiler ya onun yavrularıdır ya da buna tepki olarak doğmuş ideolojilerdir. Yavruları arasında komünizmi sayabiliriz, tepki olarak doğanlar ise faşizm ve millî nasyonalizmdir.

Liberalizm, zaten kendisi.

Evet. Söylediğiniz gibi, kendisi o zaten. Çünkü sermayecilikte siz belli bir yaşama tavrına mecbur değilsiniz. Şurada bir dere akıyor diyelim. Siz derenin sol tarafında bir ev kuruyorsunuz, ben sağ tarafında bir ev kuruyorum. Ve bizim kendi toprağımızdan çıkmamız için bir köprüye ihtiyacımız var, derenin üstünde. Ben size, “Yalçın Bey bu köprüyü ben tek başıma inşa edemiyeceğim, bana el verir misiniz? Bakın sizin de işinize yarar. Birlikte biz şu köprüyü inşa ederek pazara varabiliriz, şehre çıkabiliriz” diyorum. “Peki” diyorsunuz siz de. Oturuyoruz, köprüyü nasıl yapacağımızı tasarlıyoruz. Sonunda da bir anlaşmaya varıyoruz ve köprüyü inşa ediyoruz. Bizim anlaşmamız köprünün inşaatına kadar, sonra ayrılıyoruz. Çıkarlarımız gerektiriyorsa beraberliğimiz devam edebilir.

Yeni şeyler yapabiliriz.

Yapabiliriz. Bütün işlerimiz mukaveleye bağlı. Hürlük buradan ileri geliyor. Yani ben sizinle dayanışma zorunda değilim. Nereden kaynaklanarak zorunda değilim? Bir ülküden, bir inançtan, bir imandan hareketle zorunlu değilim. Menfaatim gerektiriyorsa, sizin de menfaatiniz gerektiriyorsa menfaatlerimizin izdivacını sağlayabiliriz ve menfaatlerimiz gerektirdiği sürece o izdivacı da sürdürebiliriz. Menfaatlerimiz bitti an siz Çin’e ben Maçin’e. Artık bizi birbirimize bağlı tutacak başka bir şey yok. Bu anlamda hürüz. Menfaatlerimiz gerektiriyorsa başkalarının hürriyetini de baskı altına alabiliriz.

Güçlü olan yaşar. “Doğal selection”dan, bir anlamda “Ticarî selection”a.

Tam olarak öyle. Yani, en uygun düşenin, en güçlü olanın ayakta kalması ilkesi. Tabii en güçlü demiyor, ortamına en uygun olanı diyor. Bunu en güçlüye tahvil edeni ise Herbert Spencer’dır. En güçlü olan hayatta kalır. Dünya bir çatışmalar, sürtüşmeler dünyasıdır. Menfaatlerin gerektirmesi sonucunda oluşturulan devlet bu çatışmayı düzenler, koordine eder. Thomas Hobbes’un düşüncesi de budur. Eğer bu devleti kurmazsan, insan insanın kurdudur. Yani fıtraten biz uyuşmayız. Fıtraten biz birbirimizin gözünü oyarız. Bizi birleştiren şey, çıkarlarımınız yakınlığı, çatıştıran da çıkarlarımızın çatışmasıdır. Sermayeciliğin arkasında yatan felsefî ana görüş kısaca bu. Bunu tabi geliştirmek mümkün.

Konuşan: Yalçın Çetinkaya

Kaynak: http://www.yenisafak.com/arsiv/1999/aralik/12/gundem/gund5.html

Medeniyetler İttifakı, Emperyalizmin Yeni Adıdır (Şubat 2012)

Prof.Dr. Teoman DURALI ile Söyleşi

Felsefe alanında birçok önemli çalışmaya imza atan Prof. Dr. Teoman Duralı ile Türk aydınının kafasını karıştıran kavramlar konuşuldu. Dilin önemine dikkat çeken Duralı “Eğer siz hafızanızı silmişseniz artık düşünme kabiliyetinizi kaybetmişsiniz demektir. Bu da kendini dilde gösteriyor” diyor.

—————————–

Medeniyet, sekülerizm ve modernleşme vb kavramlar sık tartışılıyor Türkiye’de. Önce bu üç kavramdan yola çıkarak ve bu kavramlar bağlamında şöyle sorayım. Türkiye’de bu kavramlar doğru cepheden tartışılıyor mu?

Hayır tartışılmıyor. Birincisi kavramların ne anlama geldiği bilinmiyor. Herkes kendi keyfine göre kullanıyor bu kavramları. Sonuçta bir sağırlar sohbeti var. Ve neticede bir şey ortaya çıkmıyor. Çıkmadığının da açık göstergesi zihince maneviyat yönünden yerimizde sayıyor olmamızdır. Kültür varlığımız da son 85 yıldır ortaya anlamlı hiçbir şey konulmadı. Başkaları ne ortaya koymuşsa o taklit ediliyor. Bunun da açık belgesi dildir. Herhalde Türkçe kadar yeryüzünde karman çorman hale gelmiş bir başka dil yoktur.

Terimler, olduğu gibi ecnebi dillerden alınıyor. Bu terimler, ne anlama geldiği düşünülmeden uluorta kullanılıyor. İşte modernizim de böyledir. Siyasete baktığınızda aynı tabloyla karşılaşıyorsunuz. Bu kargaşa sarhoşlara bile mal edilemeyecek derecede fecaat arz ediyor.

Bu kargaşanın sebebi dil mi?

Düşünememektir. Dil de düşünmeden bağımsız değildir. Kültürümüzün katledilmesinin açık belgesi yazının değişmesidir. Bizim, içinden çıktığımız medeniyet camiasını reddetmemiz, bizi açıkta bıraktı. Cumhuriyet’in başlarından beri bu kargaşa devam ediyor. Bir takım elbiseleri “bu bize uyar mı uymaz mı” sorusu sorulmadan aldılar. Bir bakıyorsun aniden bir dönüş oluyor 1928’lerde. Bu sefer sermayeciliğe geçiliyor. Böyle bir kargaşa var. Batı, gözlerinde canlanıyor ve oralara biat ediyorlar. Demokrat Parti zamanında bir Müslüman ülkenin aleyhinde Birleşmiş Milletler’de Fransa için oy veriyoruz.

Burada bir bilinçten söz edebilir miyiz?

Bunu bize yaptıranlarda bir bilinç var ama bizde bir bilinç olduğu söylenemez. Eğer siz hafızanızı silmişseniz artık düşünme

kabiliyetinizi kaybetmişsiniz demektir. Bu da kendini dilde gösteriyor. Hatırlamalarımız, bütün düşünmeler gibi kelime üstündedir. Kelimeleri değiştirdiğiniz zaman uygun bir kalıp bulamıyorsunuz. Biz bir defa aslımıza ihanet ettik, bu ihanet sürer gider artık. İhanet ettiğiniz zaman ihanetin durması mümkün değil. Bir defa kabahat işlendiğinde kabahat işleme mekanizması artık yürürlüğe girer. Hiç bir dala yapışamıyoruz, her dal elimizde kalıyor.

Şu sıralar medeniyet kavramı da tartışılıyor. Medeniyet, insanın sırtını dayayabileceği sağlam bir duvar mıdır? Biz Türkleri anlamak için medeniyet mi yoksa kültür kavramı mı daha elverişli?

Her toplum ister istemez bir kültüre bağlıdır. İnsanın yaşaması için doğadan aldığı malzemeleri işleyip mamul maddeye dönüştürür. Bunu yapma hüneri kültürdür. Aklınıza ne geliyorsa her şeyimiz bir kültür şartlarına göredir. Benzer kültürler, kültür topluluğu çatısı altında toplanır. Bu benzer kültürlerin çatısına medeniyet diyoruz. Medeniyet değiştirirken kültürünü de değiştiriyorsunuz. Türkler, İslam’dan önce başka bir medeniyet camiasındaydılar. Daha öncesinde de medeniyetleri yoktu. Kültür şarttır, kültür olmadan medeniyet olmaz. Ama medeniyetsiz kültür mümkündür. Medeniyetin ortaya çıkmasında en önemli etken o topluluğun devlet kurma olayıdır. Ama şu bir gerçek; medeniyetleşmiş kültürler daha çabuk değişir. Bir kültürün değişme hızı tabiattan kopuşuyla ölçülür. Kültür seviyesi arttıkça tabiattan uzaklaşıyorsun. Tabii ihtiyaçların karşılanmasından başka bu sefer suni ihtiyaçlar üretiliyor. Suni ihtiyaçları en fazla üretmiş olan medeniyet, günümüzün İngiliz-Yahudi medeniyetidir.

İngiliz – Yahudi medeniyetinin dayandığı ideoloji nedir?

İngiliz – Yahudi medeniyetinin dayandığı ideoloji, sermayeciliktir. Bu sadece ihtiyaç üretme doğrultusunda ilerler. Tüketimi kamçılar. Bu bakımdan ‘eşsiz’ bir medeniyettir. Önceki medeniyetler ihtiyaca göre üretirlerdi. Bugün tam tersine ihtiyaç kamçılanıyor, talep oluşturuluyor. İslam da ise gösterilen hedef kazanç değildir, ödevini yerine getirmektir. Onun için İslam’la sermayecilik bağdaşmaz.

“Medeniyetler İttifakı, emperyalizmin yeni adıdır”

Medeniyetler ittifakı denilen şey bizde nasıl anlaşılıyor. Batı bununla bize ne söylemek istiyor.

Bugün medeniyetler yok ki medeniyetler ittifakı olsun. Bugün var olan bir tek medeniyet var o da İngiliz-Yahudi Medeniyeti. Çin, Hind gibi medeniyetler yok artık. İslam Medeniyeti de bir hasrettir. Medeniyetler İttifakı denilen şey Emperyalizmin aldığı yeni addır. Küreselcilik de aynı merkezde odaklanıyor. Bazı adlar miadını doldurunca bırakılıyor. Emperyalizm de buna örnektir.

İslam toplumları yüzyıllardan beri batı hegomanyası içinde hayatlarını sürdürmeye çalışıyor. Tüketim alışkanlıklarından hayatı yorumlayış biçimlerine kadar birçok konu, batıdan ithal edilen kavramlarla tanımlandı. Müslümanlar yeniden İslam endeksli bir medeniyet inşa edebilir mi?

İslam endeksi bir medeniyet inşa edebilecek sıklete sahip Müslüman filozoflar görmüyorum ben. Bunu yapmak felsefenin işidir. Böyle bir şey yok ortada. Bu seviyede filozoflar olsa da onların icraatlarını, keşiflerini hayata uygulayacak siyasi kadrolar yok. Siyasi kadrolar olması için, öğrenimin, öğretimin ortaya çıkması gerekir. Birkaç teşebbüs oldu; İslam üniversiteleri, Pakistan’da medreseler, Mısır’da El Ezher, bizde İmam Hatip okulları kuruldu. “Bunlar o medeniyeti kurmak için hamleyi mümkün kılacak bir zümreyi meydana getirdiler mi?” düşünmek lazım. Tam olarak da bu soruya cevap veremiyorum. Bir takım hareketler var ama bu hareketler sağlam, tutarlı bir fikri kumanda merkezinden yoksun olduklarından bölük pörçük kaldılar.

İslam endeksli bir medeniyet inşa etmek için en önemli adım ne olmalı?

Fikri bir kumanda merkezi, kadroları yetiştirecek öğretim kurumları ve bunun siyasi yönü olması lazım. Bu üçünün birbirini tamamlaması lazım. İdealist bir harekette geri adıma yer verilmemeli. Hâlbuki bugün bütün İslami çıkışlarda taviz veriyoruz. Buna en iyi örnek, yıllarca baskı altında tutulmuş Müslüman Kardeşler’i verebiliriz. Bugünkü şartları dünden aldığınız ilhamla kaynaştırmanız gerekir. Bunu sağladıktan sonra, taviz vermezsiniz. Bunu Avrupa’daki oluşumlarda gördük. Çünkü orada felsefe var. 1600’lerden itibaren Avrupa’daki bütün oluşumların temelindeki fikri yapılarına baktığımız da, hem o fikri yapılarda tavizkar tavırlar görmüyoruz hem de o fikirler eyleme dönüştürüldüklerinde, eylem ile fikir arasında bir bağdaşmazlık olmuyor.

Bu bağlamda Türkiye’deki felsefe çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de felsefe diye bir şey yok.

Şu günlerde batı ekonomik krizle boğuşurken, Doğu geniş halk hareketlerine sahne oluyor. Dünya’da meydana gelen bu hareketliliği nasıl okumak gerekir?

Bunlar bana kalırsa hepsi tezgâhlanmış olaylardır. Tunus’ta patlak veren olayla Suriye’de patlak veren olay ikisi apayrı olaylardır. Tunus’un yapısı, bilinci Suriye’den bambaşkadır. Tunus’ta patlak veren olay tabiidir. Suriye’de durum böyle değil. Çünkü Suriye baba Esad’ın ölümünden sonra kabuk değiştirmeye başladı. Baskı devam etti ama büyük bir açılıma girdiler. Özellikle Türkiye’nin, Suriye’yle, Irak’la, Ürdün’le bu kadar yakın ilişkiler kurması rahatsız etti. Bir çeşit Avrupa Topluluğu’nun esasını teşkil eden Şengen Anlaşması’na doğru gidiyorduk. Vizeler kaldırılmış vs. Suriye de Türkiye de bundan büyük kazançlar elde etmeye başlamış, ticaret çok gelişmişti. Bu iyi saattekileri ürküttü. Çünkü Türkiye’nin, Avrupa belasından kurtulmanın yolu açılmıştı. Türkiye’nin kurtuluş yolu eski coğrafyasını tekrardan canlandırmaktır, birleşmeye doğru gitmektir. O güzel, o olumlu hava bir anda darmaduman oldu. Suriye, bunca yıl baskı altında yaşamış, buna dayanmış bunu sindirmiş, şimdi iyiye doğru giderken ayaklanma oluyor. Birçok insan baskı altında kalmış, sürülmüş ama bunlar yeni değil. “Bu ayaklanma niye şimdi oldu?” diye sormak lazım.

En büyük idealiniz Türkiye’de Felsefe-Bilim Akademisi oluşturulması. Hocam neden Felsefe-Bilim Akademisi’ni bu kadar önemsiyorsunuz?

Kültürümüzün Genel Kurmay Başkanlığı olması lazım. Bugün kültürü düzene sokmak gerekiyor. Bunu da yapacak şey bir kumanda merkezidir. Felsefe-bilim akademisi buna yarar. Yabancılar Avrupa’da bunu 1600’lerde gerçekleştirmiş. Biz 2012’ye geldik hala böyle bir kurumuzu yok. Bu saatten sonra bir işe yarar mı tartışılır tabi.

Eski Türkçe’nin yanında İngilizce, Almanca, Fransızca, Latince, Yunanca, İspanyolca, İtalyanca, Flemenkçe ve Danca’yı biliyorsunuz. Bu dil merakı nereden geliyor?

Benim dil kabiliyetim yok, onlar şişirilen şeyler. Tek bildiğim dil Türkçe. Çünkü denetimsiz yazıp çizebildiğim Türkçedir. Onun için diğerlerini saymıyorum, bir efsane, ben uydurmadım, benim gıyabımda birileri söylemiş. Ben küçük yaşlardan beri farklı dilleri işitmek istemişimdir. Belki o yaşlardan kalma bir merak olabilir. Bu tam olarak da açıklanmaz aslında. Kitaplarla çevrili olan çocuk kültüre, okumaya, yazmaya eğilim gösterir.

Günde kaç saat çalışıyorsunuz?

Hayat gailelerinin imkân verdiği ölçüde 16 saate yakın çalışıyorum.

Rus edebiyatına ilgi duyduğunuz ve Tolstoy’un hayranı olduğunuz biliniyor. Tolstoy sizi en çok hangi bakımdan etkiledi?

Tolstoy’un dini yönelişleri ile hayat arasında bağ kurma çabası bir dramdır. Dini yaşamak sanıldığı gibi kolay bir şey değildir. Olağan üstü bilinç taşıyan insanın yaşadıkların ile din duygusuyla yaşayışını bağdaştırmaya çalışıyor. Bu beni çok etkiledi. Olağan bir insan için bu kolay olabilir ama olağan üstü bir insanın en belirgin göstergesi müthiş bir hayal gücüdür. Hayal gücünün genişlediği ölçüde hayatın olağan akışının dışına çıkarsınız. Merak da buradan gelir. Bütün keşifler böyledir. Benim ilk gördüğüm manzara beni fazlasıyla meraklandırmıştı. Karadeniz kıyısında ufku merak ederdim. 6 – 7 yaşlarında Karadeniz sahilinde tuzu yemiş bir tekne buldum. Aramızda olan 13 yaşlarında bir abiye göstermiştim. “Karşı kıyıda, Rusya’dan bir çocuk bunu kaybetmiş herhalde” dedi. “Karşısı olur mu, oradan su boşluğa dökülüyor” dedim. “Suyun oradan bir yere döküldüğü yok, orası Rusya, burada nasıl bir kıyı varsa orada da kıyı var” dedi. Böylelikle ilk işittiğim ülke de Rusya oldu.

Felsefe-Bilim Sözlüğü isminde bir çalışmanız var. Sözlük ne zaman hazır olacak?

Birinci cildin sonuna geldim son maddenin birkaç cümlesini yazıyorum. Şuan E harfindeyim, Z’ye ulaşabileceğimi zannetmiyorum. Şu anda 40 yaşında olsam yetiştirebilirdim ama bu yaşta zor.

Felsefeyle uğraşan biri kimleri okumalı?

Bir felsefecinin oluşmasında 4 adamın okunması hadisesi vardır; Aristo, Dekart, Kant ve Gazali. İşin besmelesi bunları okumaktır.

“İslam devleti diye bir şey yoktur”

İslamcılık terimi de çokça tartışılıyor…

En illet olduğum terimlerden biri de İslamcılık. Bu terim İslam’a aykırı bir kere. Cılık, cilik ideoloji bildiren takılardır. İslam insan elinden çıkma değil ki. Dolayısıyla bunu ideolojileştiremezsiniz. Ayrıca dünya malı her zaman için bozulabilir. “İslamcıyım” diyen bir Müslüman İslam’ı bozulmaya tabi tutuyor.

Şu an bir bozulma var mı?

Bir bozulma var tabii. Çünkü İslam’ı insanların derekesine indirdiğinizde bozulması mukadderdir. İnsanın heyecanı, duyguları, hırsları var. Ne yapmak lazım? Siz kendi aklınızda bir ideoloji kurarsınız, bu ideoloji Müslümanlık diniyle tevafuk hale gelir. İslamcılık diye bir terim önceleri yoktu. Yani yeni bir terim. Aynı şekilde İslam devleti, İslam cumhuriyeti, İslam hükümdarlığı da yok. İslam Hiçbir insan topluluğunun tekeline sokulacak bir şey değil.

Peygamber Efendimiz dönemindeki devlet yapısını nasıl tanımlayacağız?

Onun adına İslam devleti denmiyor. Birincisi, buna İslam’da devlet yapısına örnek diyebiliriz. İkincisi, Hz Peygamberin kurduğu devleti tıpatıp tekrar yaratamayız. Üçüncüsü, Hz Peygamber kurduğu devlete hiçbir zaman İslam’ı, sıfat halinde kullanmıyor. Biz bunları İsrailiyat’tan alıyoruz, taklit ediyoruz.

Konuşan: İsmail Uslu

Kaynak: http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/564-medeniyetler-ittifak%C4%B1,-emperyalizmin-yeni-ad%C4%B1d%C4%B1r-2

“Birliği Bütünlüğü Sağlayan Edebiyattır, Şiirdir.” (14 Ağustos 2015)

Muhterem Hocam Teoman Duralı Beyefendi ile en son 2008 yılında Avusturya’nın Salzburg şehrinde bir hasbıhalimiz olmuştu. Bu söyleşiyi Merdivenşiir Dergisi’nin 15. Sayısında ve daha sonra da “Sorun Çağının Anatomisi” başlıklı kitapta neşretmiştik. Altı yıl aradan sonra Sayın Teoman Duralı Hocam bizlere evinin kapısını açtı. Kendisiyle bu kez İstanbul’da evinde hasbıhal etme fırsatı bulduk. Muhterem hocamla insanlarımızın merak ettiği güncel meseleleri, edebiyatı, küreselleşmeyi konuştuk. Her daim kendilerine müteşekkir olduğumu belirtmek isterim. Bu ülkenin münevverlerine, mütefekkirlerine, aydınlarına karşı iltifatının, onların düşüncelerini göz önünde bulundurmak, uyarılarını dikkate almak ve belirli sorunlara karşı onların çözüm önerilerini işitmekle bir değer kazanacağını düşünüyorum. Marifetin iltifata tabii olduğunu bilmek yetmiyor. Marifet sahibi olmayan malumatfuruşların hükümranlığı, aydınlatması saman alevi gibi geçicidir. Bizleri kendi mağaramızdan çıkartacak ve göremeyen gözlerimizi hiç sönmeyen hakikat ışığıyla kamaştıracak münevver insanlarımızı can kulağıyla işitmemiz elzemdir. Hele de bu buhran çağında iki kere elzemdir…
Değerli dostum Emre Kasap bu mümtaz buluşmayı Karabatak Dergisi için fotoğrafladı. Kendisine teşekkürlerimi sunuyorum. Laf olana hiç bulaşmadan, söz olanı da uzatarak sizleri hasbıhalimizle baş başa bırakıyorum.
——————————————————–
Sizin “Çağdaş Küresel Medeniyet” ve “Sorun Nedir?” başlıklı eserlerinizi okuduk, okuttuk. Malumunuz marifet iltifata tabiidir. Sadece sizin değil diğer münevverlerimizin de yıllardan beri yazıp söyledikleri birçok şeyin karşılık bulmadığını ya da bulamadığını ne yazık ki müşahede ediyoruz. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hiçbir şey uygulanmadı aslında. Yani kitapların yankısı olmadı. Sonuçta yazılsa da yazılmasa da bir şey fark etmiyor. O bakımdan kitapları esas almaya hacet yok. Kitap bir şey çıkarmadı, kitaptan bir şey çıkmadı diyebiliriz. Ortada herhangi bir hedef, program yok.

Hocam sadece sizi değil Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, İsmet Özel, İsmail Kara gibi münevverlerimizi okuduğumuzda artık eskisi gibi heyecan duymuyoruz. Önceden okurken ümitlenirdik. Bir şeylerin münevverlerimizin, mütefekkirlerimizin verdiği yön doğrultusunda değişeceğine inanırdık. Ancak şu an bu mütefekkirlerimizi okuduğumuzda sanki bir değişiklik olmayacak gibi geliyor. Bir ülkede münevverler yerine malumatfuruşlar dinlenildiğinde, itibar gördüğünde o millet yok olup gider. Önceleri münevverlerimizin eserlerini okurken, onlara iltifat edilir de inşallah açtıkları ufukta toplum yönünü bulur diye ümitlenirdik. Sanki yıllardan beri mütefekkirlerimizin bu ülkenin selameti için kazmış olduğu sipere bizatihi aynı mütefekkirler gömüldü.

Yıllardan beri tekrarladığım ve geçenlerde bir toplantı vesilesiyle söylediğim bir şey vardı. Bir toplumu, bir milleti ayakta iki sütun tutar. Onlardan biri din, öbürü de dil. Din bugün karmakarışık bir hâle geldi Türkiye’de. Ne idüğü belirsiz bir olay hâline getirildi. Birtakım kalıplaşmış ibadetlerden ibaret görülüyor. Ve bu kalıplaşmış ibadetler olağanüstü derecede mübalağa ediliyorlar. Bir şey içeriksiz oldu mu zaten dış görünüş çok mübalağalaştırılır. Dil ortadan kalkıyor, yani böyle bir dil olmaz. Herhalde yeryüzünde diline en saygısız, en hoyratça davranan toplum bu toplumdur. Dili götüren edebiyattır. Bugün Türk Edebiyatı’nı okumak, anlamak imkânsız bir şeydir. Farklı bir dil olarak çıkıyor karşımıza. Yakınlarda yazılmış eserleri bugünün nesilleri anlamıyor. Bugünün gençleri demek de istemiyorum, genç denince ne akla gelir? 18 ile 25 yaş arası gençtir. Ancak 40-50 yaşlarındaki adamlar da anlamıyor. Okumuş yazmış adamlar da anlamıyor. Birincisi bu dil kötürümleşti, berbat edildi. İkincisi zaten okuyan bir toplum da değiliz. Niye okumuyoruz? Aklımız yok! Çünkü akıl işidir okumak. Sonuçta bu iki sütun, iki kurum çöktü mü geriye bir şey kalmıyor. Geride bir şey yok. Çok karman çorman bir hâlde her şey. Yani bir şeyi savunmaya kalkanlar neyi savunduklarını da bilmiyorlar. Neyle ilgili olduklarını bilmiyorlar. Sadece bağırıp çağırıyorlar.

Sizin “Kapitalizmin en büyük düşmanı İslamdır,” sözünüz var. Şimdi sizce Kapitalizm kendine düşman bildiği İslam’ı ortadan kaldırmak için onu ritüellere mi indirgiyor, mânâsını mı yok etmeye çalışıyor? Nihayetinde bir ideolojiyi karşı propagandalarla yok edebilirsiniz, ama bir dini normalde ortadan kaldıramazsınız. Yani Müslüman bir ülkeye gidip de “Artık sizin dininiz İslam değil!” diyemezler ancak dinin içini, dimağını boşaltarak Müslüman toplumu farklı bir kulvarda yürütmeyi belki başarabilirler. Sizce böyle bir algı operasyonu mu var?

İngiliz Yahudi Medeniyeti’nin kurmayları iki İslam inşa ediyorlar. Biri yalakalaştırılmış bir İslam yani Protestan, yumuşak bir İslam. İlla sert mi olması gerekir dersen, gayet tabii. Bir din insanı ahlâka alıştırır. Ahlâklı yaşamak kadar zor bir şey yoktur. Bu sebeple de din zorlar, zorlamaya götürür. Tıpkı savaşta var olan “ölmek ve öldürmek” işi gibi. Bunun için de uzun boylu, tekrarlara dayalı talimler yaptırılır askerlere. Din de buna benzer. Çok zor bir işi başaracaksın: Ahlâklı yaşamak, adil olmak. Dinimizin, Müslümanlığın maksadı budur. İbadet talim olayıdır. İbadet hiçbir zaman amaç değildir, araçtır. Ahlâklı yaşamaya götüren, taşıyan bir araçtır. Bu zorluğu asgariye indirmeye çalışıyor bugünkü bir kısım Müslüman programlayıcılar. Müslümanlık aslında her ne kadar Hz. Peygâmber kolaylık dini diyorsa da dinlerin en zorlarındandır. Olağanüstü derecede zor bir dindir. Neredeyse atom mühendisliği gibi bir şey. Mesela sabah namazını kılacaksın. Aman Allah’ım bir atom santrali ancak böyle çalıştırılır. Uyanacaksın, abdest alacaksın, abdestin ritüellerini yapacaksın. Namaza gelince farzı var, sünneti var. Oruca zekâta gelinceye kadar birçok olağanüstü zorluklar var. Ne yapıyor bu zorluklar? İnsanı disipline götürüyor. Ben ne diyordum hep? İç disiplini sağlayan Müslümanlık ile dış disiplini getiren askerliği birleştirelim. Benimle dalga geçiyorlardı, İmam Harp Okulu falan diye. Bu ikisinin birleşiminden özüyle, sözüyle, davranışıyla disiplinli bir insan tipi ortaya çıkar. Çünkü disiplin her şeyin başıdır, annesidir. En çok bizim çektiğimiz sıkıntı disiplinsizliktir. Bu sorun insanı kural tanımamaya götürür. Bu sorunu her yerde görüyoruz. Sokakta yürürken, araba kullanırken vs. Bütün hayatımız kuralları çiğnemekle geçiyor. Niye? Disiplinimiz yok çünkü. Disiplinin ucu akla dayalıdır. En zorlayıcı en mütehakkim buyurucu akıldır. Ezer geçer. Disiplini o getiriyor. Aklın gündelik hayattaki yansıması disiplinle oluyor. Din bu iç disiplini getiriyor beraberinde. Vakte, saate uygunluğu getiriyor. Namaz kılan, namaz vakitlerine uyan insanlara bakıyorsun verdikleri söze çok uyuyorlar. Çünkü namaz vakitleriyle bunu içselleştirmiş. Mütedeyyin insan ibadetlerini sallayamaz, yani “Ben şimdi kılmayayım da on saat sonra kılarım,” demiyor. İşte bahsolunan kurmaylar, programlayıcılar bunu ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Disiplinli insan, bir şeye inanan insan kişilikli olur. Seciyelidir. Ne demektir bu? Kabul edip etmeyeceğine karar verir. Sen ona bir şey teklif edersin ya da verirsin. Onun üzerine düşünür ve ilkelerine göre kabul veya reddeder. Disiplinsiz insan kemiksizdir. İstediğin kalıba sokabilirsin, istediğin yöne çekebilirsin. Bunu Avrupa’da sermayeciliğin çıkış döneminde yaptılar. Her dinin disiplini vardır. Bu sadece İslam’a mahsus değildir. Az veya çok her dinde vardır. İslam’da çok fazladır. Mesela Katoliklik’de de vardır. Sermayecilik başlangıçta Katolikliğe can düşmanı kesilmiştir. Luther bu yüzden Protestanlığı getirmiş demiyor. Başka sebepleri vardı. Luther’i bundan tenzih ediyorum. Ama Luther’den sonra mal bulmuş mağribi gibi yapıştılar bu oyuna. Ümmet ve Millet dinde birbirine zıttırlar. Her dinin bir ümmeti vardır. Evrensel dinlerden bahsediyorum. Katolikliğin de bir ümmeti vardır. Zaten Katholikos genel olan, küllî demektir. Buna karşı çıkan Protestanlık nedir? Milletlere göre kesikleştirilmiştir, bölünmüştür. Alman Protestanlığı, Felemenk Protestanlığı, İngiliz Protestanlığı, İsveç Protestanlığı falan. Dinin ümmet özelliği ortadan kaldırılıp, millileştiriliyor. Yahudiliğe benzetiliyor. Yahudilik, kavmî bir dindir. Yayılmacı değildir. Şimdi uzun süre “Türk İslamı”, “Türk-İslam Sentezi” dediler. Acem İslamı, Arap İslamı dediler. İslam’ın bütünlüğünü parçalayıp, yıkıyorsun. Küçük parçalara ayıracaksın ki ele geçirebilesin! Sonra o küçük parçaları daha da parçalıyorlar. Lawrence ne diye Arapları ayaklandırdı? “Sizleri Türklerin tahakkümünden kurtaracağım,” dedi. Ne oldu sonra? Olmayan sınırlar inşa edildi. Olmayan ülkeler icat edildi. Ürdün diye bir ülke mi vardı? Yoktu. Irmak vardı. Irmağın adını verdiler. Suriye diye bir ülke mi vardı. Yoktu. Irak diye bir ülke de yoktu. İsmini nereden uydurdular onu da bilmiyorum. Aslında Irak dediğimiz o bölgenin adı Cezire’dir. Kuveyt bir köyün adıydı. Basra vilayetine bağlı bir köy ya da kasabaydı. Ben bunu hep Kürtlere de söyledim. Hiçbir zaman dertleri Kürdistan’ı kurmak, kurdurmak değil, sen Qurmanç’sın sen Zaza’sın diyerek sizleri parçalayıp size hükmetmektir dedim. İngiliz Yahudi Kurmayları’nın derdi bu. Sonuçta böyle bir İslam Protestanlık sentezi fikri var. Öbür taraftan da bir vahşi İslam yaratıyorlar. Bir vahşet! Bir felaket! Bir insanlık ayıbı! İslam ile uzaktan yakından alakası olmayan bir zulüm makinesi yaratıyorlar. Dünyanın dört bir yanında Afrika’da Boko Haram, Somali’de başka bir grup, bu tarafta da Işid adıyla İslam ile hiç alakası olmayan gruplar oluşturuyorlar. Niye? İnsanları İslam’dan nefret ettirmek için. Öyle ki artık Müslümanlar İslam’dan nefret eder hâle getirildi. Bugün Suriye’ye, Irak’a gittiğinde konuş bakalım insanlarla ne diyecekler. İslam adına işlenen bu zulmü gördükten sonra İslam adını duyanlar kaçacak delik ararlar herhalde. Adamlar bir yeri basıyor yüzlerce kişiyi öldürüyor, kesiyor. Dile kolay! Bunlar kendiliğinden ortaya çıkan olaylar değil, bunlar yaratılıyor. Ya doğrudan doğruya kendi ajanlarını koyuyorlar bu örgütlerin başına, yönetimine ya da bir aracı gelip bunları tavlıyordur. İnsanların nefisleri bu türden durumlara müsaittir. Üç beş yıl sonra bu bitecek ama dünya İslam’dan nefret edecek. Bu böyle sürüp gitmez. Yarın öbür gün biter. Büyük ihtimalle Üsame bin Ladin’i de onlar tayin ettiler, şu anda nerede olduğu belli değil. Güya uçaktan atmışlar denize. Onu benim külahıma yuttursunlar. Bu iş gerçekten olsaydı, adamı gerçekten çıkarırlardı mahkemeye ve orada idam kararı aldırırlardı. Ama yangından mal kaçırırcasına adamı almışlar güya denize atmışlar. Yani özet olarak İslam’ın gittiği, götürüldüğü yol bir facia yolu. Dediğim gibi bir taraftan son derece yumuşatılan, içi boşaltılan, İslam olmaktan çıkarılan, tavizci, her söylenene, istenilene “peki” diyen bir hareket var. Öbür taraftan da inanılmaz bir vahşet, bir illet ve Müslüman’ı bile onların “İslam”ından nefret ettirecek bir derecede bir dini anlayış yaratılıyor. Müslüman kalkıp da Müslüman’ın türbesini, camisini yakar mı? Mali’de, Timbuktu’da müthiş Müslüman eserlerini yok ettiler bu türden örgütler. Suriye’de Halid bin Velid’in türbesi yıkıma uğradı. Hiçbir yere sığdıramıyorsun bunları. Arap Milliyetçisi desen değil, Müslüman desen hiç alakası yok. Katil çekirge bunlar. Ne yapıyor bunlar? Ayrılıkçılığı olağanüstü derecede körüklüyor.

Bu bahsettiğiniz sorunu göz önünde bulundurursak Türkiye’nin bu anlamda bir İslam Birliği projesi var mıydı?

Böyle bir teşebbüs olmuş olabilir ancak bu teşebbüsü daha ete kemiğe bürünürken bitirdiler. Bugün hiçbir şekilde hiçbir surette artık İslam Birliği’nden söz edemeyiz. Tüm istenen buydu.

Mali’den Somali’ye, Nijerya’dan Suriye’ye kadar İslam’ı oluşturan bütün soyut ve somut unsurlar yok ediliyor. Mimarisi, musikisi, edebiyatı, niteliği yok ediliyor.

Aynen evet. Zaten bu İngiliz Yahudi’nin uşağı olanlar dikkat edilirse İslam’a olağanüstü derecede düşman kesiliyorlar. Bugün Hicaz’da karşımıza çıkan manzara da budur. Savaş falan olmadan yıkıyor adamlar.

Bu soğuk savaş da değil. Artık bu savaşın adına ne denir bilmiyorum. Silah kullanmadan ruh-nefs-beden dengemizi yani tornanın ağzını değiştirip sonra da bizi oluşturan bütün unsurları yok ediyorlar.

Bunu söylüyordum ben hep. Küresel bir tek medeniyet olacak. Kuvve vasfını gösteren bir İslam Medeniyeti vardı. Henüz kuvve hâlindeydi. Bunun fiile geçmesini engellemek için İslam’ı komple yıkıyorlar. Hiçbir şey bırakmıyorlar. Artık ne zaman ağzımızı açsak bizlere Suriye’de ve Irak’ta cereyan eden hadiselerden örnekler veriyorlar. Dünya çapında veriliyor bu örnekler sadece Türkiye için konuşmuyorum. Bana gelen mektuplara, maillere bakıyorum da kime ne dert anlatacağım bilemiyorum. Bana videolar, gazetelerden yazılar, haberler gönderiyorlar. Bu kepazelikleri her gün işitiyoruz, görüyoruz.

Ekonomik gelişmelerin beraberinde getirdiği birçok yeni durumlar var. Hanlar, hamamlar, pazarlar yok artık. AVM’ler, yaşamımızın ayrılmaz parçası hâline gelen bankalar, eğlence merkezleri, gökdelenler, rezidanslar vs. var. Bu anlamda sizin ekonomi-iktisat kavramları arasındaki farka dair bir vurgunuz var. İktisat kavramının bilincimizden silinmesi mi bu durumların ortaya çıkmasını tetikledi sizce?

İktisat varken ekonomi kavramı niye zihnimize yerleşti? İktisadın açıklayamadığı ne var ki? Ekonomi kelimesi iktisat kavramının yerini tutamaz. Bu iki kavram arasında anlam olarak çok fark var. İktisat kavramı bizim metafiziğimizden, dimağımızdan damlayarak bilincimize yön verir. İktisat kavramı Arapça kıstkavramına dayanır. Kuran’da kıst kavramı adalet, mizan, ölçü, kader gibi anlamlara sahiptir. Örneğin “Ve nedaul mevâzînel kısta li yevmil kıyâmeti / kıyâmet günü adalet mizanlarını koyarız” (21 Enbiya 47) ayetinde kıst, adalettir. Yine “Kitâbe vel mîzâne li yekûmen nâsu bil kıst (kıstı),” ve “Enzelnel hadîde fîhi be’sun şedîdun / Kitabı ve mizanı indirdik ki insanlar arasında adaletle hükmetsinler” diye geçer. “İçinde kuvvetli sertlik bulunan demiri indirdik” (57 Hadîd 25) ayetinde de kıst adalettir. “Ve evfûl keyle izâ kiltum vezinû bil kıstâsil mustekîm”, “Ölçtüğünüzde ölçmeyi tam yapın, doğru terazi ile tartın” (17 İsra 35) ayetinde ise kıstkavramı doğru ölçmektir. Ekonomi kavramının ise doğruluk, mizan, adalet ile ilgisi olmadığı açıktır. İşte bu yüzden faiz ekonomisi adlandırması olabilir ama faiz iktisadı diye bir adlandırma olamaz. Faiz ile iktisat beraber olmaz. İktisadî gelişmede gelir dağılımı adil olur. Ekonomik gelişmede gelir dağılımı adil olmaz, uçurum yaratır. Zulüm ortaya çıkar. Bu misal, bir kavramın değiştirilmesinin, toplumda ne gibi infiallere sebep olduğunu bizlere apaçık göstermektedir. Bir de bu yeni yaşam tarzını tek seçenek olarak sunuyorlar. İnsan, işkembesinden ibaret gösteriliyor. Önce kavimlere bölmeye yöneldiler. O bitti. Şimdi yeniden bir bütünleştirme var. Çağdaş İngiliz Yahudi Medeniyeti çatısı altında uyuşturulmuş bireyleri ekonominin silahıyla bütünleştiriyorlar. Zaten buna küreselleşme diyorlar. 1988 yılında Adıyaman’ın Kâhta ilçesine gittim. Beni oradaki ahali gezdiriyordu. Önce işte Nemrut’a çıktık, indik. Baktım petrol kuyuları ama işlemiyor. Ne bu dedim? Dediler ki “Bunları açtılar ama çok pahalıya geliyor yahut da petrol yok diye kapattılar.” Dedim böyle bir şey olmaz. Adam görüyor, planlıyor ve açıyor kuyuyu. Kumarla olacak bir iş değil bu. Belki buradan petrol çıkar onun için ben milyonları buraya yatırayım diye bir düşünce olmaz. Mümkün değil. Peki dediler niye o zaman kapatıyorlar? “Türkiye’yi bir bölelim, şu anda şu kadar milyon olan nüfusa biz bunu yediremeyiz. Bekleyelim, bölelim. Şurası filanca ülke olsun, burası falanca devlet olsun. Ufak ufak devletlere biz istediğimizi yaptırırız diye düşünüyorlar,” dedim. Şimdi o gün de geçti. Yumuşattılar insanları, işkembe varlığına çevirdiler. Şimdi insanları memleketlerine, kırsal kesimlere gönderemiyorsun. Herkes İstanbul’da yaşamak, çalışmak istiyor. Ne var kardeşim İstanbul’da? AVM’si, eğlence merkezi olmayan şehirlerde insanlar “Bu şehirde hiçbir şey yok,” diyorlar. Sanki insanlar sabahtan akşama her gün AVM’ye gidiyorlar. Gidin görün hepsi tıklım tıklım. Ne yapıyorlar? Seyrediyorlar. Bir şey aldıkları da yok.

Hocam Roma, Paris, Viyana şehirleri de küreselleşen dünyanın üyeleri ancak bu şehirler sanki küreselleşirken en azından mimarisini, kurumlarını, şehir kültürünü vs. mümkün olduğunca karantina altına alıyor. Bir AVM’yi getirip şehrin merkezine tapınak gibi inşa etmiyorlar ya da gökdelenleri şehirlerine sokmuyorlar. İlla yapacaklarsa kentin dışına inşa ediyorlar. Roma’da, Viyana’da hâlâ 500 yıllık pazarlar var. Yani bizim küresel zincire halka olmamız daha trajik sanki.

İşte bunun için yaptılar devrimleri. Daha trajikten öte daha kolay hâle geldi. Hafızası olmayan topluma her istediğini yaptırırsın. Hafızana ne ekersen onu biçiyorsun. Hafızanda bir şey olmadığına göre biçemezsin de. Geçen bir toplantıya çağırdılar beni. Orada, en önemli sorun dildir ve dili ifade eden araç edebiyattır, dedim. Edebiyatımız bugün sıfırdır. Toplumda hiçbir yankısı yok. Annem okumuş bir insan değildi. İlkokul çıkışlı. Almanya’da ilkokul o zamanlar sekiz yıldı. Annem Alman şairlerinin en kenarda köşede kalmışlarını bile ezbere bilirdi. Büyük şairlerin dile kattıkları özlü sözler vardır, vecize de denir bunlara. Gündelik dilinde kullanırdı onları. Babam edebiyatla ilgisi olan bir insan değildi. Mühendisti. Durur durur bir şeye canı sıkılır veya keyfi yerindedir, bir şairi zikrederdi. Kimi? Fuzûli’yi, Nedim’i, Bâki’yi mesela. Daha yakınlardan Yahya Kemal’i, Necip Fazıl’ı, Mehmet Âkif’i. Bir gün anlamadığım bir şiir söyledi. “Kimin bu?” dedim. “Şîr Nevâî diye birinin,” dedi. “Ali Şîr Nevâî mi?” dedim. “Evet,” dedi. “Sen onu nereden biliyorsun? O Çağatayca söylüyordu, sen Çağatayca’yı anlamazsın ki,” dedim. “Bizim eski yazı fonetik değildi, o Çağatayca söylemişti ve ben onun Osmanlıcasını okuyordum,” dedi. İşte böylesine sinmişti. Baba ocağında vardı bu. Okullarda vardı. Bugün çıkın mektep medrese görmüş, okumuş bir insana “Yahya Kemal’den bana bir beyit oku bakalım,” yahut bırak Yahya Kemal’i “Nazım Hikmet’ten oku!” de hiçbir şey bilmez. Necip Fazıl’ı oku de, haberi yoktur. Birliği bütünlüğü sağlayan edebiyattır, şiirdir. Benim bir dişçim vardı, Ermeniydi. Her ne kadar Müslüman olmayana rahmet okunmaz derlerse de bal gibi okunur, onun kararını Allah verir. Allah rahmet eylesin! Nubar Peştemalciyan. Otururdum muayene için koltuğuna ve bana ezberinden Divan Edebiyatı’nın en galiz örneklerini okurdu. Yetmiş yaşlarındaydı. Hem bir yandan dişle uğraşır bir yandan da bana sürekli beyit okurdu. Kuran’dan ayet okurdu, Hristiyandı, Gregoryendi. Böyle bir bütünlük vardı. Başka bir Nubar Bey dostum vardı onun amcası Paris’teyken beni davet etmişti. Sofrasında bir kuş sütü eksikti. Yani bizim yemeklerimiz vardı ki o zamanlar Türkiye’den dışarı şimdiki gibi her şey gitmezdi. Bulmuş buluşturmuştu beyaz peynirler, patlıcan salatası gibi aklına ne gelirse nefis bir sofra kurmuştu. İşte bu bütünlüklü bir kültürün yansımasıydı. Bugünkü çocuklar, gençler ne yiyor kahvaltısında? Amerika’dan ithal edilmiş mısır gevreğini sütle karıştırıp yiyorlar. Cornflex adı. Kahvaltıya bir hakarettir bu. Öğlen yahut akşam yemeğinde Hamburger yiyorlar. Yani çürüme sadece binadan ibaret değil. O senin dediğin işe hizmet eden bu kültür olayını unutmuş insanlar. Zanaatlar da yok oldu. İstanbul’da bıçakçı ya da bileyici bulamıyorum. Kırklareli küçük bir yer olduğundan orada yaşlı bir adam hâlâ bıçakla uğraşıyor. O da sırf alışık olduğu için bırakamıyor onu. Bıçak bileylettiren ya da ona imal ettiren yok artık. Ben gidiyorum. Bıçağa çok meraklıyım, biletiyorum, bıçak alıyorum. Bıçağı kendisi yapıyor. Çeliğe kendisi su katıyor. Bir başka adam tanıdım orada. Manda sütünden peynir imal ediyor. Ama mandaları hep elden çıkarmış. Çünkü o kültür ve damak tadı yok. İnsanlar ben ne yapacağım, yağlı falan deyip yemiyorlar. Doğu Anadolu’da et yiyorsun, harikulade bir et. Çünkü hayvan doğal ortamında besleniyor, otluyor. Batıdan gelenlere ikram edildiğinde mideleri bulanıyor. Çünkü ehvenine, yapayına alışmışlar. Ahırda, ağılda suni yemle beslenen hayvanların eti kokmaz çünkü.

Küreselleşme bu dediğiniz olguyu bile biyo ya da organik ürün diye tüketimin bir başka parçası hâline getiriyor. İnsanların elinden organik ya da doğal ürünleri alıyorlar sonra da arzu ederseniz daha fazla para ödeyip bu ürünleri edinebilirsiniz diyorlar.

İşte o da biyo değil. Ona da suni şeyler, uyuşturucular katıyorlar. Biyo dedikleri ürüne suni maddeler katıp insanları alıştırıyorlar. Uyuşturucu satıcılarına lanet yağdırıyorlar ama her ürüne bağımlı yapıcı maddeler katıyorlar. Mesele sadece esrar, afyon değil. Herkesin elinde akıllı telefon denen aletler var. Düşünmeyi, akletmeyi engelleyici rolleri var.

Türkiye’nin iki mühim sorunu var sanki. Zihin ve ahlâk sorunu. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz.

Gökdelen inşaatında asansör faciası oldu ve on kişi öldü. İnsanlar hemen bunu siyasete alet etmeye kalkıştılar. Sanki hükümet bunu tasarladı. “Bunun bizim toplum psikolojimizle ilişkisi nedir? Biz olayları ne kadar ciddiye alıyoruz?” diye sormuyorlar. Bu düpedüz, buradaki inşaattan sorumlu insanın laubaliliğidir. Bu doğal bir kapitalizm de değil. Bu bir zihin sorunudur. Soma Faciası da öyledir. “Yok, bir şey olmaz abi!” laubaliliğidir. Örneğin asansöre biniyoruz üzerinde dört kişiliktir yazılı. Ancak bir şey olmaz deyip beş kişi biniyorlar. Bunun gibi bir sorundur bu. Özünde zihin sorunu vardır. Zihin sorunu beraberinde ahlâk sorununu da körükler.

Sorunun özüne odaklanamıyoruz.

Odaklansak da orada da aynı cevabı alıyorsun. “Yok, bir şey olmaz!” cevabını.

Konuşan: Mehmet Sabri Genç

Kaynak: http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/1371-birligi-butunlugu-saglayan-edebiyattir-siirdir

Filosof-Bilimadamı ve Felsefe-Bilime İlişkin Mülakat

Sayın hocam sizin çalışmalarınız kültür felsefesi üzerine sizce filozof dediğimiz kişiler bir kültürün filozofu mu yoksa kültürler üstü olarak değerlendirilebilecek olan bir felsefe geleneğinin mi filozoflarıdır? Eğer bir filozofu kendi kültüründen bağımsız ele almak mümkün değilse veya filozoflar kültürlerinin filozofları ise, Müslüman bir düşünür ya da filozof için çağdaşlaşma kriteri nedir? Bu kriter nasıl belirlenebilir? Çağdaş problemlere yönelik bizim kültürümüzden ne gibi çözümler üretilebilir?

Filozof, içinden çıktığı kültürün değerlerini taşır. O kültürden, o kültürle yolu bulmuş ve biçimlenmiştir. Felsefeciler yahut filozoflar da herkes gibi toplumunun, kültürünün insanıdır. Zaten aksini düşünmemizin imkânı yok. Çünkü kültür bizi belirleyen, meydana getiren içine doğup içinde geliştiğimiz bir olaydır. Fakat filozof kültürünün dar çizgileri, sınırları içinde hapis kalmaz. Filozof olmanın başta gelen şartı, onun kültürünü aşabilmesidir. Filozof herhangi biri değil. O dâhîdir. Dâhîliğinin en belirgin özelliği hayâlgücünün geniş olmasıdır. Filozof, hayâlgücünün genişliği ölçüsünde kültürün çizdiği ufukları aşmar. Felsefeci ile filozof farklı kişilerdir. Filozof, özgün bir yapıyı meydana getiren kimsedir. Elbette bu yapı güneşin altında hiç görülmemiş bir olay değil. Fakat özgün ve yeni ufuklar açan yönler içerir. Filozof, yeni ufuklar açan kişidir. Her durumda içinden çıktığı kültüre yeni kapılar açan biridir. Özgün ve yeni bir ufuk açamayan kişi filozof değil; sâdece yorumcu, yânî Türkcede felsefeci dediğimiz kişidir. Kısacası filozof için yerellikten evrenselliğe yol alan bir yapının müellifi, denilebilir.

Sorunun ikinci kısmına geçersek: Müslüman filozof için çağdaşlaşma kıstası nedir sorusunu ele alalım. Öncelikle, İslâmın hem dine hem de o ondan türetilmiş bir medeniyete işâret etmesi nedeniyle sorunlu bir kavramdır. Günümüzde Müslümanlık var. Ama ortada böyle bir medeniyeti kalmadığına göre, bana İslâm filozofundan bahsetmek zor görünüyor. Çünkü, o medeniyetin kültüre olan yansımalarını yaşayarak yetişmiş kişiden söz etmek zor. Müslümanlığın toplumda halen yaşanan birtakım unsurlarından bahsetmek mümkün. Ancak, İslâm medeniyetinden çıkmış bir Müslüman kültüründen bahsetmek bayağı müşkildir. İslâm kültürü bir çok toplumda azalmaya başlamış, bazılarında hiç kalmamıştır. Meselâ, İstanbulda Nişantaşı yahut Bebekte; Ankarada Çankaya yahut Kavaklıderede İslâm medeniyetinin kültüre yansıyan hangi unsurlarını görebilirsiniz? Bu kültüre ait unsurların tamamıyla silindiği şehirlerde doğup büyümüş olan insanımızın İslâm medeniyetine dair görebileceği nedir? Kısacası Gazalî, İbn Rüşt, Bîrûnî, Fârâbî gibi, İslam medeniyetinden çıkmış filozoftan bahsedemiyoruz. Bunun sonucu olarak günümüzde İslâm medeniyetinden çıkmıp ona yeni ufuklar açan bir felsefe-bilim sistemine rastgelemiyoruz.

İslâm felsefe-bilimi yaklaşık yüz, yüz elli yıldır dumura uğramış olması, sonuçta bunun bütün bir medeniyeti etkilenmiş olması sorunun diğer bir yönüdür. Felsefe ve onun içinden çıktığı medeniyet birbirleriyle sıkı sıkıya bağıntılıdır. Kendini Müslüman sayan, bilen filozofun varlığı ayrı bir konudur. İslam dini ile medeniyeti farklı şeylerdir. Biri inanç düzeni, öbürüyse yaşama biçimi, dünyaya bakış ve onu algılayıştır. Peki, “Müslüman olup da çağdaş medeniyette yaşamak mümkün mü?” diye sorabilirsiniz. Burada dini yaşamak ile onun gerektirdiği kültürü ortaya koymak arasında fark olduğunu belirtmek gerek. Tabîî ki, Müslümanlığı, bir din olarak yaşayabilirsiniz. Dini her yerde yaşamak mümkün. Fakat bugün o dinin gerektirdiği kültürün ortaya konulması mümkün değil.

İslâm medeniyetinin yaşandığı ortama Dârü’l-İslâm denir. Günümüz şartlarında Dârü’l-İslâmı yaşama imkânı yok. Bu durum sâdece birtakım dinî muamelâtın zorluğundan ibâret değil. Dârü’l İslâmın büyük ölçüde siyasî ve iktisadâ bir olay olmasından kaynaklanmaktadır. Bir coğrafyada bu siyasî ve iktisadî düzen kurulamıyorsa, o yöreye Dârü’l İslâm denilemez. Müslümanların suretâ idaresindesindeki her yer Dârü’l İslâm değildir. Çünkü İslâm, her şeyden önce, bir düzen işidir. Hırıstıyanlık ile İslam arasındaki farklardan biri de budur. Dârü’l-İslâmda herkesin Müslüman olması gerekmez. Buna karşılık, bir yerin Hırıstıyan olması için oradakilerin o dinden olmalarına bakılır. Hırıstıyanlığın, Hinduluğun, Budacılığın tersine, İslâm, misyoner dini değildir. İslâm düzen dinidir. Her şeyden önce düzenini kurmak ister. O düzen kurulduktan sonra, toplumdaki bireyler, ister Müslüman olur isterlerse olmazlar. Tercih kendilerine bırakılmıştır. Ancak, tarihe baktığımızda bu konuda sapmalara yahut zorlamalara da rastlamak mümkün. Şu var ki. bir bölgenin Müslümanlığını konuşmak zor bir mesele. Gerçekten o bölge Müslümanmı değilmi diye değişik parametrelere bakmak icâb eder. Orada üç-beş adamın Müslüman olması, onların abdest alması, namaz kılması, bayramları kutlaması o bölgeyi Müslüman kılmaz. Müslüman olarak adlandırılabilmesi için oradaki düzenin İslamî olması şart.

Bana göre günümüzde İslâm filozofundan bahsetmek mümkün olmadığından, çağımızın sorunlarına kendini Müslüman kabul eden filozof yahut felsefecilerin ortaya koyacakları çözümler dışında medeniyyet olarak İslâmdan çözüm beklemek beyhudedir.

Türkiye’deki entelektüellerin, hep yanlış anlaşıldıkları veya yeterince kendilerini anlatamadıkları yönünde yakınmalarını duymaktayız. Bu durumun kendi dışımızdaki düşünceler, siyasi odaklar tarafından doğru anlaşılmasıyla ilgisi var. Size göre bu tür yakınmaların altında hangi felsefi boşlukları görüyorsunuz? Kendimizi daha iyi anlatabilmek için neler yapılmalıdır? Türk düşünürlerinin felsefeleri yeterince anlaşılması ve felsefenin kurumsallaşması konusundaki düşünceleriniz nelerdir?

Sorunuzla ilgili olarak bir hatıramı anlatmak istiyorum. Babama felsefe öğrenimine başladığımı söylediğimde bana kızmıştı. Kızmasının nedeni, felsefenin yanısıra birçok başka yeri kazanma imkânına sâhib olmama rağmen, bunu seçmemdi. Tereddütsüz felsefeyi tercih ettim. Çünkü bunu okumak istiyordum. İstediğimi babama ilettiğimde bir dayak yemediğim kaldı. Ona sordum: “Felsefeyi biliyormusun?” “Felsefeden tam olarak ne anlıyorsun ki, böylesine olumsuz düşünüyorsun?” Babamın itirazının maddî yönü, gelecek endişesi filan yoktu. Parayla pulla alâkasının bulunmadığını< biliyordum. Babam, hiç unutamadığım ve sizin sorunuzu da formülleştirebilecek şu cevabı verdi: “Bu milletin tefekkürümü var, tefekkürün en üst seviyesini teşkil eden felsefeye girmek istiyorsun”. Ölümünden sonra babamı birçok konuda olduğu gibi, bunda da haklı bulur oldum. Taleb edilmeyen bir malı piyasa sürmeye çalışıyorsunuz. Bu, son seksen yılda Türkiyedeki durumdur. Süreyi uzatıp yüzyıla çıkartmak da mümkün.

Osmanlının çöküşü ile genel olarak düşünme kabiliyetimizin çözülmesi paraleldir. Devletin çöküşü ile düşünce kabiliyetimizin çözülüşü iç içedir. Hangisinin ötekisini tetiklediği başka bir tartışma konusudur. Düşünmenin olmadığı ortamda ürünü düşünceye elbet ihtiyaç da duyulmaz. Düşünmekten kastettiğimiz basit bir olay değil. Kişi, ayakkabı boyarken de devleti hortumlarken de düşünüyor. Ama düşünmekten kastettiğimiz bu değil. Düşünmek tam tamına “meditation”un karşılığı olan ve babamın tefekkür dediği şeydir. Bu salt düşünme yahut katlanarak düşünmenin bulunmadığı ortamda, bu sürecin verimi düşünceye de felsefeye de ihtiyaç duyulmaz.

Filozofluk bir dehâ işidir, demiştim. Dehâyı nasıl tarif edeceğimi sorarsanız, bu, her şeyden önce zengin bir hayâlgücüdür. Bu hayâlgücünü sonradan edinemezsiniz. İçinden çıktığınız ortam sizi teşvik eder. Hep aynı örneği veriyorum: Einstein 1890lı yılların Orta Avrupasında, Almanyasında değil de, Kongoda yahut Sibiryanın ücrâ köşesinde yetişseydi ne olurdu? İhtimâl, köyün delisi olacaktı. Einstein’ın dehâsının tohum gibi açılıp serpilebilmesi için bereketli toprağa düşmesi lazım. Bu durum, bütün olağanüstü insanlar için söz konusudur. Christoph Colomb, İtalyada olağanüstü hayâlgücünün gerçekliğe dönüştürecek siyasî ile iktisadî şartları bulamadığından, bunu gerçekleştirebileceği başka bir ülkeye gitmek zorunda kalmıştır. Türkiyedeki felsefe çalışmalarının durumu da buna benzr. Bugün Türkiyede felsefe geleneği diye bir şey yok. Bununla birlikte, çok basit ve keçiboynuzu türünden felsefe öğretimi var. Felsefemiz olmadığından, hocalar nerede yetişmişlerse, hangi kültür dünyasından geliyorlarsa onu öğretiyorlar. Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümünde İngiliz-Amerikan çizgisi; Istanbul Felsefede üniversite ıslahatı sırasında gelmiş Alman filozoflarının etkisiyle hâlâ Alman geleneğinin metafiziği hâkimdir. Galatasaray Üniversitesinde Fransız felsefesi yürürlüktedir. Diziyi alabildiğine uzatabiliriz. Felsefe Bölümlerinde görev alan hocalarımız hangi kültürün felsefe geleneğinden geliyorlarsa onu tedris ediyorlar. Seksen yıllık süreçte düşünce dünyamız dehşet verici biçimde sınırlandı. Sonuçta yaptığımız, Avrupada belirmiş felsefe geleneklerine sadece secde etmektir. Şimdilik, Doğuya, meselâ Çine açılanımız olmadı.

Hemen hemen her üniversitemizde felsefe okutulmakta, ortalığı felsefeciler ordusu sarmaktadır. Ne gereği var, bilmiyorum. Bu durum da plansızlığın programsızlığın bir başka örneğidir. Üniversitelerimizdeki felsefe bölümlerinin hiçbirinde Hint yahut Çin düşüncesinin okutulduğunu göremezsiniz. Okutmak da kimsenin aklına gelmemiştir. Akademisyenlerimizin büyük çoğunluğunun aklı, önüne konulanın dışında bir şeyi düşünmeye ermiyor. İslâm felsefesi öğretimi de aynı şekilde son derece güdük kalmıştır. Son yirmi yılda dünya çapında İslâmın yükselişe geçmesi sâyemizde olmamıştır. Komunismin çöküşünden sonra Avrupanın, Amerikanın saldıracağı hedef kalmayınca, yeni bir tânesi keşfedildi: İslâm. Bu, tabîî, Türkiyede de rağbet kazandı. Kimileri yeniden Müslümanlıklarını keşfettiler. Kimileri de “ben Müslüman olmasam bile günümüzün büyük sorunudur, bu soruna bir bakayım nedir?”, demeye başladı. Kültürümüzün ve düşünce hayatımızın neden bunca kötürüm hâle geldiği Osmanlının son dönemlerinde düşünürlerimizi rahatsız eden bir soru olarak karşımıza çıkar. Bunun temelinde daha sonraki dönemlerde yaşadığımız kültür kırımları aptallığımıza zemin hazırlamıştır. Kimi aydınlarımızın tersine, aptallığımızın biyolojik esâslı olduğunu düşünmüyorum. Demekki bu, özümüzden gelen bir olay değil. Hiçbir toplumun aptallığı özünden gelmez. Bu, tamamıyla kültür olayı olup temelinde eğitim ile öğretim yatar. Toplumun akıllanmasının yahut akılsızlaşmasının temelinde eğitim – öğretim vardır. Bizde süreç akılsızlaşma yönünde yürümüştür. Akılsızlaştırıldık.

Öncelikle felsefe-bilim geleneğimiz olmalı ki, Türk felsefe-biliminden bahsedebilelim. Felsefeyi anlatmak istediğimde halka ve dünyaya ne sunacağımızı belirlememiz lazım. Eskiden felsefe ansiklopedilerinde, günümüzdeyse internette her millete bir felsefe yamanmaya çalışıldığını görüyoruz. Felsefe yapan üç, beş adamın varlığı, felsefe-bilim geleneği bulunuyor anlamına gelmez.

Avrupada bugün İngiliz-Amerikan, Alman, Fransız, İtalyan, Ispanyol felsefeleri gibi klasikleşmiş, kurumlaşmış büyük gelenekler var. Bunlara ilâve Rus ile Leh felsefeleri gibi ikinci yahut üçüncü sırada gelen gelenekler bulunur. Bunların yanısıra Japon, Çin ile Hint felsefelerinden bahsedebiliriz. Tarih sahnesine bilgelik olarak çıkmış Hint ile Çin düşünceleri 1920lerden itibâren etkili birer felsefeçığırı hâline gelmişlerdir.

İslâm felsefesi, Türk, İran ile Arap felsefeleri şeklinde ayrışmazdı. Türkü, Arabı, Kürdü, İranlısı, Hintlisi, Afrikalısı ve hattâ Yahudisi hep birlikte İslam felsefesinin filozofları olmuştur. İslâmda ümmet kavrayışı, kavmiyeti iyiden iyiye bastırmıştır İnsanlar evlerinde ister Türkce, ister Farsca, ister Kürtce isterse Arapca konuşsunlar, kamu hayatına girdiklerinde ayrılık gayrılık ortadan kalkmıştır. İslâm medeniyetinin hâkim olduğu dönemlerde bir Türk yahut Arap felsefesinden bahsetmenin anlamı yoktu. Felsefe-bilim yazılarını Arapca yazdıklarından, Arap felsefesi diye adlandırma yanlıştır. Doğruysa, o takdirde günümüzde çoğunlukla felsefe-bilim yazıları artık İngilizce kaleme alındığından, bütün felsefe-bilim çalışmaları ile araştırmalarına İngiliz dememiz gerekir. Öte yandan, millî dilde yazılıp çizilmesi gerektiğini savunuyorum. Ancak, bu, sorunuza cevap teşkil etmiyor tabîî.

Bütün bu anlattıklarımın sonucu itibariyle, Türk felsefesini nasıl tanıtırız, niye tanıtamıyoruz? sorularını kurumsallaşmış bir felsefe geleneği oluşturduktan sonra konuşmalıyız. Felsefeden bahsedenlerin de felsefe adına ortaya koydukları önemli bir şey yok. Kurumlaşmayı yahut gelenekleşmeyi bir tarafa, felsefecilerimiz çok önemli şeyler söylemeliler ki, talebeleri onları takib etsinler. Eflâtun yahut Aristoteles felsefe adına çok önemli şeyler söylemişler ki, onları takib edenler felsefeyi kurumlaştırıp bütün çağlara bunun damgasını basmışlar. Benzerini Alman felsefesinde görebilirsiniz: Hegelciler, Kantcılar filan var. Peki, Türkiyede kimden söz edebilirsiniz ki? Hasancılar, Ahmetciler, Mehmetciler tarzında .adlandırılabilecek felsefe çizgisinden dem vurabiliyormuyuz?. Ne yazık ki, Türkiyede böyle bir felsefe geleneğini oluşturabilecek kıvılcım bile yok. Türkiyede felsefe dersleri veriliyor diye bir tanıtımda bulunsanız, kimin ilgisini çekmer?. Haddizâtında 1950lerden itibâren Einstein, Heisenberg, Heidegger, Adorno, Jaspers, Ortega y Gasset gibi devlerin ölümleriyle birlikte yeryüzünde filozof-bilimadamlığının da yerinde yeller estiğini düşünüyorum.

Gün gelir bizim de felsefe geleneğimiz yahut felsefemiz olursa, onun zaten tanıtılmasına gerek kalmaz. Er yahut geç birileri kapına dayanırr, felsefeni öğrenir ve tanıtır. Kısacası, güneş balçıkla sıvanmaz. Bunun en güzel örneği Kierkegaard’tır. Unamuno bir şekilde On dokuzuncu yüzyılın sonları yahut Yirmincinin başlarında bilinmeyen, adı sanı pek işitilmemiş Kierkegaard’dan haber almış, çalışmalarıyla onu dünyaya tanıtmıştır. Kierkegaard’a eserlerin tercümesine ulaşamadığından, Unamuno, oturmuş ilerilemiş yaşına rağmen, Danca öğrenmiş ve onun tanınmasını sağlamıştır. Aynı şekilde Farabî de fazlaca tanınmıyordu. Onu felsefe dünyasına tanıtan da İbn-i Sinâ olmuştur.

Size göre milli kültürümüzde ilerlemeye açık, orijinal olarak görülebilecek veya daha fazla geliştirilmesi, düşünülmesi, yazılması gereken bir motif var mı?

Cumhuriyet Türkiyesinde özgün sayılabilecek bir şeyden bahsetmeye imkan yok. “Bu doğalmı, değilmi” bilemiyorum. Fakat bu durum belki de çağımıza mahsustur.

Kültürün yahut düşünce hayatının olgunluğu ile özgünlüğünü dil yansıtır. Bugün dilimizin büyük bir bölümü yabancı kelimelerden oluşmuştur. Bu durum hiçbir şeyi kendiliğimizden ortaya koymadan sürekli aldığımızı ve bu aldıklarımız üzerinde düşünmediğimizi göstermektedir. Ecnebi dillerden gelen kelimeleri tercüme bile etmiyoruz. Kamyon, otobüs, radyo, televizyon vb. aklınıza ne gelirse Türkce karşılıklarını aramaksızın kullanmaktayız. O kadar büyük bir düşünme tenbelliği ve atıllığı var ki, ecnebi kelimelerin karşılıkları aranmamaktadır. Türkiyede bu yüzden felsefe çalışmalarını güdük bırakmaktadır.

Size göre aydınlanma nasıl ve hangi koşullarda ortaya çıkabilir? Sizce aydın ile entelektüel arasında ne tür bir fark görüyorsunuz. Söylediklerinizden aydın olma ile entelektüel olmanın ayrı bir şey olduğu anlaşılıyor. Neler söylemek istersiniz?

Genellikle aydından anlaşılan, okuduklarını sindirmemiş, Türkce yerine Saçmasapanca konuşup yazan, bilgiçlik taslayan, üstünkörü, klasik kültür değerlerimize yabancı, bu yüzden de düşman biri olma keyfiyetidir. Hâlis aydın ise, geniş çaplı tecrübelerinden hareketle yaşadıklarını, tecrübeleri ile okuduklarını özgünce sentezlemiş kişidir. Bu, geçmiş çağların bilgesidir. Önemli olan, özgün sentezden yeni bir bakış açısının çıkmasıdır. Büyük insan dediğinizde, aklıma gelen en çarpıcı örneklerden biri Einstein’dır. O, küçük yaşlarda Kant’ı, Schopenhauer’ı okuyan ve onların ilhamıyla özel ve genel görelilik teorilerini ortaya koyan biridir. Okuduğunuz eserlerden hareketle doğrudan doğruya bir şey kuramayabilirsiniz. Ne var ki önemli olan, okunan eserlerin olağanüstü dikkat yoğunlaştırmasına götürmesi ve birer esin kaynağı olmasıdır.

Dikkatin yoğunlaştırılması çok önemlidir. 1930ların başlarında Einstein, A.B.D.ne gittiğinde gazeteciler, bizlere dehânızı anlatırmısınız, diyorlar. Sorunun kendisi gazeteciliğe has ahmaklık örneğidir. Einstein’ın cevabı ilginçtir: “Dâhî olup olmadığımı bilmiyorum ama hayatımda bir dâhî tanıdım, adı Johann Sebastian Bach’tır. Dehâsının yüzde yirmisi Allah vergisi; yüzde sekseni çalışmadır.” Bach, o günün şartlarında Almanyada Katedrallerde günde ortalama on altı saat durmadan dinlenmeden çalışan biridir. Ayrıca yirmi iki,-yirmi üç çocuğu var. Bunlardan ilk dört oğlu, kendisi kadar olmasa da, hatırı sayılır bestecilerdir. Bach, ilk iki oğlunu kendi yetiştirmiştir. Bilâhare ağabeyler, öbür kardeşleri yetiştirir. Kalabalıkta dikkati derinleştirmek, yoğunlaştırmak zordur. Bundan dolayı büyük işlerin başarılmasında, özellikle de düşünce yapılarının oluşturulmasında disiplin şarttır. Günümüzde sıkıdüzen, yânî disiplin en büyük eksiğimizdir. Bu, her alanda böyledir. Einstein’ın aydınlık ve kesin ifâdesiyle, dehânın yüzde sekseni çalışmadır, disiplindir, dikkatin yoğunlaşmasıdır.

Türkiye açısından düşündüğümüzde her alandaki başarısızlığımızın tek nedeni disiplinsizliktir. Başarının şartı disiplindir. Disiplinsizliği artıran varolan düzenin değişmesi, eğitim ile öğretimin yeniden tanzîmi gerek. Bugün hâkim düzen, disiplinsizliği kesen, gideren değil; tam aksine mahmuzlayan biridir. İnsanı disipline sokmak için istibdadın gelmemesi çok önemli. İstibdat disiplinsizliğin karşı seçeneği değil. Düşünce hürriyeti sorumluluklar ile sınırlanmalıdır. Örneğin, İngiliz meclisinde adamın biri, çocuklarla cinsî ilişki kurmanın serbest bırakılması için teklifte bulunmuş. Böyle bir teklifi bırakın tartışmak, gündeme getirmek bile yasaklanmalı. Birinin, kalkıp çocukla cinsî temâs kurma sapıklığını gündeme getirmeyi tasarlaması bile yasaklamaklıdır. Eğitim sisteminiz, bunu düşünmeye eğilimli bir kişinin kendinden nefret etmesini sağlamalı. Başka bir anlatışla, beslediğim niyetlerde bile alabildiğine serbest kalamam. İcâbında gördüğüm rüyâdan dahî utanmalıyım; bunu bana sağlayacak edebim olmalı.

Düşünceyi alabildiğine serbest bırakmak; isteyen istediğini düşünüp ortaya koysun demek, insanı sapıklığa götürür. Çok önemli görüşler ifade edilmesin yahut eleştirilmesin, demiyorum. Bu, öncelikle felsefenin işidir. Felsefe bunu düşünüyor, ortaya koyuyorsa, toplumuna alabildiğine hizmet ediyor demektir. Felsefenin bunu becerebilmesi için toplumun talepte bulunması lazım. Türkiyede toplumun felsefeden böyle bir talebi yok; olmadığı sürece de özgün bir şeyin ortaya çıkması mümkün değil. Sözgelişi, Ahmet Mithat Paşanın ortaya attığı Mecellenin ortaya çıkısını hatırlayalım. O günün şartlarında Türk toplumunun bir talebini karşılamak üzre, Ahmet Mithat Paşa, harikulâde bir hukuk felsefesi öngörür. Günümüzde onu beğenirsiniz, beğenmezsiniz, çok önemli değil. Ama önemli olan husus şudur: O dönemde hem böyle bir talep hem de buna cevap veren bir dâhî vardı. İki şeyin karşılaşması lazım: dâhiye talep ve talebe cevap verecek dâhinin bulunması lazımdır. Türkiyede talebe cevap verebilecek dehânın olup olmadığını bilmiyoruz. Yine de toplumun aydınlanma talebinin olmadığı açık. Ortaya çıktığında talebi karşılayacak dâhîmiz varmı, yokmu, göreceğiz.

Felsefe alanında da çeşitli çevirileriniz var. Özellikle Gılgamış destanını çevirmiş olmanız dikkatimizi çekti. Bir felsefeci olarak bu eseri çevirmenizdeki amacınız nedir? Türkiye’de felsefe dilinde kavram kargaşası yaşanabiliyor. Bazı eserler iki ayrı çeviride iki ayrı kavram yığınıyla karşımıza çıkıyor ve felsefeye yeni başlayan insanların farklı kavramlarla kafası karışıyor. Bir çevirmen olarak sizce, çevirilerin kavramsal sıkıntılardan kurtulması için ve canlı tutulması için ne gibi şeyler yapılabilir?

Tercümede kavram kargaşasının yaşanması tabîîdir. Zirâ elimizde dil kalmadı. Düşünmemizi en çok bozan dilsizliktir. Dil bir yetkilidir. İnsanın düşünme doğrultusunu belirler. Bilgilenme yönündeki düşünme, yânî felsefenin düşünmesi dille olur. Dil, felsefece düşünmenin omurgasını teşkil eder. Dil, şirâzesinden çıktımı, düşünmenin düzeni bozulur. Dilinkine koşut düşünmenin dağılması ve bunun sonucunda ortadan kalkması geçmişte yaşanmamış olaylardan değildir. Dille birlikte mantıklı düşünme de ortadan kalkar, yerini yalınkat duygulara bırakır. Duyguların karıştığı düşünmede tutarlılıktan bahsedemeyiz. Düşünmenin ürünü düşüncelerdir. Düşünme, disiplinden koptuğunda düşünceler müphemleşirler.

Düşünce kavramlı bir yapıdır. Önermeler, kavramlar arasında kurulan bağlarla ortaya çıkarlar. Kavram, tarife dayanır. Su nedir? Proton nedir? Sorulara cevap verirken nesnelerini tarif ediyor, onlara sınır çiziyoruz. Bunlar tarif edilen şeylerdir. Kavramlar arasında belli bir sınır vardır ve bunları ayırtettiğimizde açıklık kazanırlar. Descartes, kavramlarda açıklık ile seçiklik şarttır, diyor. Kavramlar açık-seçik değillerse, bunlarla ifâde ettiklerimiz belli bir konuya, nesne yahut yöne gitmezler. Açık seçiklikten yoksun kavramlar kalıcı değildir; uçucudurlar. Kavramların önemini kaybettiği toplumlar, afyon yutmuş hâle gelirler. Günümüz Türkiyesinde gördüğümüz manzara işte budur. Millet, uyuşturucu müptelâsına dönmüş, ortalıkta ağzı açık hayran budalası biçiminde dolaşmaktadır.

Kavramların ağırlığı kalmamış. Belirli bir olayın yahut nesnenin kavramına kimi A, kimi B, kimisi de F diyebiliyor. Örneğin, aynı fakültede ve bölümde bir şeye ben “cevher” derken, öteki meslekdaşlar “töz”, kimileri de “substanz” diyor. Kimse ne anlattığını bilmiyor. Cevher, yerine neden töz deniliyor? Töz ne demek? Bu söz nereden gelir? Neden durduk yere bir ses topluluğunu ortaya atarak onu kelimeleştiriyorsun? Bu soruların mutlaka cevapları verilmeli. Kavramlar, ve onların seslendirilmiş ifâdesi sözler, kurumlaşmış, oturmuş olmalıdır. Bunu bütün büyük dillerde görüyoruz. Kurânda ne söylendiğini insanlar aradan bin üç yüz, dört yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, anlayabiliyorlar. Arapca hâlâ konuşuluyor. Dilde kalıcılık önemlidir. Her dilde konuşma ile klasik yazı dili arasında fark var. Babam, öğrenci olarak gittiği Almanyadan babasına yazdığı mektuba “velinimetim, muhterem pederim” diye başlıyıp “hak-i pâyeniz, mahdumunuz” (“ayağınızın tozu oğlunuz”) şeklinde bitiriyor. Babama “evde böylemi konuşurdunuz?” diye sordum. “Bu, yazı dilidir. Bunu konuşma dilinde kullanmak ayıptı,” cevabını verdi. Konuştuğunu, yazılı dili olarak kullanmak tıpkı sokakta geceliğin, pijamana dolaşmak gibidir. Yatak kılığın ile sokağa çıktığında yahut eve misafir geldiğinde giyeceğin kıyafet ayrıdır. Ayırım kültürümüzde belirgindir. Harem ile selâmlıkta farklı kıyafetlere bürünülür. Yatak yahut harem kılığıyla selâmlığa çıkılmaz.

Dil de böyleydi. İnsanların harem, yânî yakın insanların birebir ilişkilerinde kullandığı dili vardı. Bir de kamu, bugünlerde çok moda bir deyişle, kamu alanında kullanılan dil bulunurdu. Bahis konusu dil kültürleşmişlik seviyesini gösterirdi. Bu, imparatorluğun çok incelmiş dili, ifadesiyse Istanbul Türkcesidir. Cemil Meriç’in deyişiyle kelimeler, namusumuzdur. Kimsenin bunları değiştirmeye ne hakkı ne de yetkisi var.

Dil bildirişme aracıdırr. Beni insan kılan bu toplum ile kültürdür. Türkceyse onun bildirişme aracıdır. Türkcenin sözleriyle yetiştim. Her ne olduysam onlara borçluyum. Her şeyimiz buna dayanmaktadır. Dile ve ondaki yerleşik kelimelere ideolojik yaklaşanlar var. İslâm’a düşman ve onun malı olan Arapcadan geldiğinden, “hayat” kelimesini atıyor yahut atmaya çalışıyor. Kaygısı öz Türkce yahut milliyetcilik değil. Sâdece ve sâdece İslâm düşmanlığıdır. Bu anlayışa sâhib olanlara sormak gerekir: “Katar” sözü Türkce değildi de “tren”mi Türkce oldu? “Lağım” Türkce değildi de “kanalizasyon”mu Türkce oldu? “İktisat” Türkce değildi de, “ekonomi”mi Türkce oldu? “Siyaset” Türkce değildi de “politka”mı; “kâtip” Türkce değil de, “sekreter”mi Türkce oldular? Türkceden attığımız yerleşmiş sözlerin bazıları öz be öz Türkceydi. Meselâ “station wagon”lara çocukluğumda “kaptıkaçtı” denirdi. Geçenlerde taksi durağında “bana kaptıkaçtı lazım” dedim. Adam, kapkaçcılıkla karıştırmış olacak ki, “estağfurullah” dedi. “Kaptıkaçtı” Türkce değildi de, “station wagon”mu Türkce oldu? Yine çocukluğumda Zonguldakta kömürü tepeden limana nakleden kalın tellere asılı dolaplara “varagel” denirdi. Yıllar sonra bunlara “teleferik” denir oldu. Öz be öz Türkce olan “hanım” niye Moğolcadan apartma “bayan” (zengin); “beğ”, “bay” oluverdiler?

Dert, üzüm yemek olmayıp bağcıyı dövmek, yânî sözleri Türkceleştirmek değil; İslâmı hayatımızdan topyekûn atmak. Türkce bu .yüzden mahvedilmiştir.
“Hayat” kelimesi ile “yaşam” kelimelerini taşıdıkları tasavvur güçleri açısından karşılaştırmak lazımdır. “Hayat” kelimesinde bin küsûr yıllık bir kültürün işleyip belirlemiş olduğu tasavvurgücü saklıdır. Yaşamınsa tasavvurgücü sıfır. Hiçbir şeyi yoktur. İki kelime arasındaki fark, nesiller boyu oturulmuş aileye iyi, kötü günlerde ocak barınak olmuş bir ev ile yurtla yuvayla ilgisi ilişiği olmayan soğuk, kişiliksiz fabrika mekânı gibidir. Dile yeni kelimeler tabîî ki girip yerleşecek. Sözgelişi elli, altmış yıl önce bilgisayarmı vardı? Bu ihtiyaç çok yerinde bir sözle dolduruldu. Geçmişte olmayıp da ortaya çıkan yeni bir araç için söz elbette türetir. Ancak, bazı türetmelerimizin yanlış olduğu da âşîkârdır. Konunun dışında kaldığından, bunlardan bahsetmeyi başka zamana bırakıp varolan kelimler neden değiştiriliyor sorusuna dönelim. Sözgelişi niye cevhere “töz” denilmeye çalışılıyor? “Cevher”, felsefe dışında, gündelik hayata da girmiş, herkesin anlamını bildiği ve bin yıldır kullandığı bir kelimedir. Meselâ cevher kelimesini, “bu çocukta cevher vardır” gibi, çeşitli anlamda, konuda kullanıyoruz. Cevher kelimesi ile töz kelimesi ayrı nesneler için kullanılabilir. Bilimde, özellikte de kimyada “töz” kelimesi kullanılabilir. “Cevher” bahusus metafizik alan için söz konusudur. Bu deyimler, bilim ile metafizik anlayışımıza büyük zenginlik katabilir. Başka dillerde olmayan bir aydınlıktır. Kafaların aydınlanması dille başlar. Düşünmek için akıl lazımdır.

Osmanlıca kelimeler, Türkce değil, bu nedenle dilden atılmalı diyorlar. Öte yandan Türkce olmayan, rağbet ettiğimiz, tapındığımız, secde ettiğimiz yeni medeniyetin kelimelerini alıyorsunuz. Bu çelişki değil de nedir? Sorun, çözüm bulma istenmemesinden doğuyor. Türkiyede öğretim kurumları, yetişen neslin düşünmemesini sağlamak üzre inşâa edilmişler. Ezberciliğin önüne geçmek, düşünen insan yetiştirmekten bahsediyorlar. Dedemin küllâhına yuttursunlar. Talep, düşünen değil; düşünmeyen insandır. Bu yüzden felsefe geleneğinin hiçbir zaman oluşmayacak.

Gılgamış destanının neden çevirdiğimle ilgili sorunuza gelelim. Yazıyı Sümerler tarafından icâd edildiği gibi, destan da onların. Bu bakımdan çok ilgimi çekti. Destanla ilgilenmemin ikinci nedeni, akıntıya karşı kürek çekmeyi seven kişiliğimdir. Beni Eski Yunanın tanrılaştırılıp göklere çıkarılması çok sıkıyor. Eski Yunanın İlyada ile Odessius gibi çok büyük edebiyat eserinin olduğunu inkâr etmek mümkün değil. Gılgamış, İlyada ile Odessius gibi Yunan eserleriyle yarışacak durumdadır. Bu destanda harikulâde bir hayâlgücü, anlatım ile olayın yansıtılması var. Yazarı yok. Toplumun ortak dehâsının eseridir.

Doğu ile Batı medeniyetleri câmiası diye Avrasya medeniyetlerini ikiye ayırıyorum. Sümer de batı medeniyetleri câmiasının beşiği. Gılgamış da adetâ bu beşiğin anayasasıdır. Gılgamış destanında, Batı medeniyetlerinde ortaya çıkmış değerlerin hülâsasını görebiliyoruz. Bu nedenlerden Gılgamış destanını çok ilgi çekici buldum ve bizim Yunan hayranlarımıza ithâf ettim.Keşke Sümerce bileydim de eseri doğrudan doğruya tercüme edebilseydim.

Biyoloji felsefesi alanında çok çalışmalar yaptınız. Bu alanda yüksek lisans ve doktora eğitiminizi tamamladınız. o alanda. Biyoloji felsefesi Türkiye’de o tarihte ve bugünlerde bile çok bilinen bir dal değildir. Size göre, biyoloji felsefesinin felsefe için önemi nedir?

Biyoloji felsefesi iki yönden önemlidir. Birincisi: İnsan felsefenin baş sorunudur. İnsan, aynı zamanda bir canlı olduğundan, biyolojinin konu dağarındandır. Biyoloji felsefesiyle ilgilenmemin geçmişimle de ilgisi vardır. Çocukluğumdan beri canlıyla uğraştım. İnsanın canlı tarafının diğer canlılarla karşılaştırılması, benzerlik ve farklılıklarının ortaya çıkarılması her zaman ilgimi çekmiştir. Cansızı hiç sevmedim; mekaniğe ilgi duymadım. Çocukluğumda hayvanlarla oynardım. Tavuk, tavşan, keçi, koyun, kedi, it, kuş, balık, kargaya varıncaya dek hemen hemen çevremizdeki bütün hayvanları yetiştirdim. Yetiştiğim yerde bunları yapabilmem mümkündü. Toprakla uğraşmayı, özellikle de ağaç dikmeyi çok severim.

Üniversiteye girdiğimde felsefe okumayı aklıma koymuştum. Ancak, felsefemi temellendirecek bir bilim eğitimi almak istiyordum. Bunun için tıp okumayı düşündüm. Gelgelelim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine tıptan vazgeçip biyoloji okumaya karar verdim. Üniversitede hocam bitkibilimciydi. Bitkilere değil hayvanlara ilgim var, dedim ama hocam, sen bitkileri öğreneceksin, dedi ve mecburen bitkibilim okudum. Sonuçta iyi de oldu. Çünkü o zaman öğrenmeseydim hiçbir vakit ben o tarafa eğilmeyecektim. Aristoteles’e hayran oldum. O olağanüstü sistemine –tarihte ilk—canlının araştırılmasını öngören bilimi temel almıştır. Bundan dolayı mekanik kadar buz gibi soğuk ve sevimsiz Yeniçağ felsefe-biliminden onunkisi nice farklıdır. Fizik ile kimya canlıyı ilgilendirdekleri ölçüde onlara eğildim. Tek başlarına bana bir şey ifâde etmemişlerdir. Canlılar bilimi, tıp, baytarlık, tarımcılık, orman mühendisliği dururken insan, elektrik, makine, uçak mühendisliklerine, fiziğe, kimyaya nereden, nasıl merak salar?

Aristoteles’ten beri, biyoloji felsefeye temel teşkil ettiğini görmek mümkündür. Aristoteles sisteminin zeminini biyoloji teşkil eder. Galileo’yla birlikte başlayan bilim-felsefe geleneğinde biyolojinin, yânî organik olanın yerini mekanik almıştır. Yeniçağda organik olan sevilmiyor çünkü organik bilimdışı kabul edilmiştir. Organik olan, her şeyden önce insana yakındır ve insan kendinden birçok şeyi onda görebilmektedir. Hâlbuki yeni bilim bunu özellikle yasaklıyor ve hiçbir duygudaşlık kuramazsın diyor.

İnsanı, İnsana Malzeme Kılamazsınız…

TEOMAN DURALI, İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ, EDEBİYET FAKÜLTESİNDE BİYOLOJİ FELSEFESİ PROFESÖRÜ. DURALI, GENETİK ALANINDAKİ GELİŞMELERİ "ETİK" AÇISINDAN, NPQ TÜRKİYE İÇİN DEĞERLENDİRDİ. 

Çağımızın en önemli gelişmesi, atom fiziğinin yanında, biyoloji alanında olmuştur. Ve biyolojideki gelişmelerin en ön sırasında yer alanı ise, moloküler biyolojide kaydedilmiş olan ilerlemelerdir. Moleküler biyoloji ise, moloküler genetik ve moleküler evrim olmak üzere sınıflanabilir. Moleküler genetiğin açtığı yeni ufuklar, bilim açısından büyük merakları gidermeye yönelirken, ahlâk yönünden çok büyük sorunları da beraberinde getirmiştir.

Felsefenin kalbi, metafiziktir ve bu kalbin de en önemli noktası "öz" sorunudur. Başka bir anlatımla, bütün değişmelere rağmen, bana "ben" dedirten güç nedir? 10 yaşındayken de, "ben" diyordum, 6 yaşındayken de… Şimdi de diyorum. Yaşarsam 10 yıl sonra da bana, "ben" diyeceğim. Oysa, 6 yaşındaki halim ile şu andaki halim hiç biribirine benzemiyor. 6 yaşındaki resmimi getirip gösterseniz ve daha önce bana kimse "bu sensin" demese, tanıyamam. Bu kimdir diye de sorarım üstelik… Ama o zaman da bir "benlik" duygum vardı, şimdi de var. Yaşadığım süre boyunca da olacak. Buna biz, felsefede "kendi" diyoruz. (İngilizcede "self" dedikleri şey)

KENDİNİ BİLMEK VE TEHDİT 

Moleküler biyolojideki gelişmeler, "kendi" olgusuna "tehdit" oluşturmaktadır. "Kendi" problemini "kendimize" de uygulayabiliriz, öteki varolanlara da… Diyebiliriz ki, "bu masanın da bir kendisi var, şu koltuğun ya da herhangibir canlının". Ne var ki, onlar "kendi" olduklarını bilmiyorlar. Onlara "kendilik"lerini biz atfediyoruz. Neden? Çünkü, biz kendimizi biliyoruz. "Ben" diyebiliyoruz. "Nasılsınız" diye sorulduğunda, "ben iyiyim" diyorsunuz ya da "ben şu kişiyim"…

Birisi gelip kafanıza vurursa ya da bitkisel hayata girecek olursanız… İnsanda da bu "ben" duyuşu kaybolabilir. Benim "kalıbım" benim için bir "ön şart" ama, "ben"imin tamamı değil. Böyle yaratılmış olmam, henüz "ben"imi ortaya koymuyor. Bir "önşart"tır bu… Böyle olmasam, "ben" duyuşum ortaya çıkmayacaktı. Ama, "ben" duyuşum yoksa, şu halime, "ben" diyemiyecektim. "Ben"im olmadığı takdirde, size de "siz" diyemem. Bu masaya "masa" diyemem… 

Dünyayı kendimden hareketle belirlemeye başlıyorum. Hepimiz bunu yapıyoruz.

Genetikteki gelişmelerin, "kendi" duyuşunu tehdit etmesine gelince… Herşeyden önce, biyolojinin uygulama alanlarından birisi tıptır. Tıptaki önemli bir gelişme, organ naklidir. "Ben"imi etkilemeyecek organlar var. Benimi, kendi duyuşumu etkileyecek organlar da… Örneğin, böbreğimi değiştirirseniz, bu, "kendi" duyuşumu (bir ihtimal) etkilemez. Ama o da kesin değil. Bir de düşünün, beynimizin nakli söz konusu olursa ne olur? Daha denenmiş birşey değil ama… Zamanla bu da gündeme gelecektir. Beyninde damarı tıkanmış bir kişinin beynini değiştirecek olursanız, o zaman, onun "kendi"lik duygusu nasıl bir hal alacak? 

Yine biyolojiden bildiğimize göre, tıpatıp olan iki insan yok. Yumurta ikizleri bile, daha toplum hayatına katılmadan (anne rahmindeyken) biribirlerinin tıpatıpı değilller. Çok küçük de olsa aralarında genetik farklılıkları var.

HİTLER’İ KOPYALAMAK 

Ona karşın, moleküler biyolojinin mümkün kılmaya çalıştığı "kopyalama"; insanı hedeflediğinde ne olacak? Bunun öncesi de var üstelik. Yeni bir olgu değil bu. Alman biyologu ve (yanlış hatırlamıyorsam Autscwitz toplama kampının hekimi olan) Jozeph Mengele’nin, Hitler’in -epitel hücrelerinden aldığı örneklerle- kopyalarını üretmeye çalıştığını biliyoruz. Hatta bir bilim kurgu filminde, (Brezilyalı çocuklar) Mengele, Hitler’den aldığı epitel hücrelerini geliştirerek, bir dizi Hitler kopyası üretiyordu. Aslı astarı olmayan bir fiksiyon bu. Ama, bu bilim adamının böyle bir tasarısı olduğunu biliyoruz. Bu tasarı, insanları dehşete düşürdü. Bir zamanlar herkesin dehşete kapıldığı böyle bir olayı, bugün kendi elimizle gerçekleştirme noktasına vardık. Bir süre önce Amerikan Başkanı, Senato’ya insanların kopyalanması doğrultusunda araştırmaların yapılmasını yasaklayıcı bir kanun tasarısı sunmuştu. Gelişmeler bizi bu noktaya getirdi.

KOPYALAMA VE "BEN" SORUNU

Kopyalama olayı ortaya çıktığı takdirde, insanın en temel "insani durumu" olan "kendi" ya da "ben" sorunu ne olacak? 

Herşey, "ben"ime bağlı: Karar verme, tercih yapma, irademi konuşturma… Bu imkanı ortadan kaldırdığınızda, beni insan kılan özellikleri de yok etmiş oluyorsunuz: Bir çeşit robot ortaya çıkıyor. Benim genetik malzemelerimle oynayarak, bana istediğiniz biçimi veriyorsunuz.

Bizim insan olarak en büyük teminatımız; "biribirimizi yaratmamış" olmaktır. Tabanca ile ya da topla üstümde baskı kurabilirsiniz. "Serbest" olmayabilirim. Ben, o zaman bile "hür"üm. "Serbest" siyasi bir terimdir. (Serbest, ingilizcede liberty’nin karşılığı; hür ise "free"nin karşılığıdır ve metafizik, felsefi bir kavrayıştır.) İnsanlar, yaratılıştan hürdür. (Serbest olmayabilirim, mahkum edilebilirim ama, o mahkumiyet çerçevesinde bile istediğimi düşünmeye devam edebilirim. İstediğim gibi hayal kurarım. İstediğim eylemin tasarısını yapabilirim. 

Oysa, siz hürriyetimi, moleküler olarak elimden alacak olursanız, ben istediğim tasarıları yapma imkânından da yoksun kalabileceğim. Böyle bir durum var ortada.

Bütün filozoflar, insanın temel vasfının "hür" olması üstünde durur. İnsanı, en insan kılan vasıf, hür olmasıdır. Bu özellik gittikten sonra, geriye birşey kalmıyor. 

Deniliyor ki: Erkek ile dişi unsurlarının birleşmesi ile meydana gelen döllenmiş yumurtadan, embriyon aşamasında bir "örnek" alınır. Ve anne rahminin dışındaki başka bir ortamda, anne karnında gelişen embriyona "paralel bir varolan" geliştirilebilir.

Çocuğunuz embriyon halindeyken, bir parçası alınıyor ve bu, bir başka suni ortamda, o çocuğa paralel olarak geliştiriliyor. O çocuğun genetik malzemesine aynen sahip. Sonra, çocuğunuz doğup büyüyor. Kişi oluyor. Diyelim ki, bir tarafı sakatlanıyor. İşte o aşamada, çocuğunuzla paralel (ikiz) büyümüş depodan bir "parça" alınarak, sakatlanan organ yenileniyor. Genetik aynılıktan ötürü, organ reddi sorunu sözkonusu değil. 

YEDEK İNSAN

Peki, depoda geliştirilen "yedek insan" nedir, ne olarak adlandıracağız onu? İnsan olmasa bile – diyelim ki, kafası yok ve onu beyinsiz kılabildik- bu bir canlı değil mi? 

Beyin dışındaki bütün organlara sahip (parasempatik sistemle, bir takım iğnelerle maddeler vererek bir biçimde ayakta tutulmuş) bir insan bedeninden istediğim zaman böbrek ya da ciğer, damar alacağım. Tıpkı bakkala gidip, peynir ekmek alır gibi… Nedir şimdi bu? Bir canlıya kıymak yerinde midir? Değil midir? Bugün deney hayvanlarının bile kullanılması ahlaki midir, değil midir, tartışmaları yürürken… Sırf bir insanın yaşatılması için kullanılan bir "canlı" sözkonusu ise ne yapacağız?

Bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz tasarımların hızla gerçekleştiğini unutmayalım. İnsan aklına gelen herşeyin "olabilirliği" var. Jule Verne’nin 1890’larda aklına gelen ve zamanında deli saçması diye nitelendirilmiş herşey, bugün hemen hemen hepsiyle gerçekleşmiş durumda. 

Ahlâkın en fazla önem verdiği noktalardan biri şudur: Felsefi anlamda, "insanı insana malzeme" kılamazsınız. Başka bir deyişle, insan insanın aracı değildir. Her insan, kendi başına bir amaçtır.

Yedek organ deposu olarak ürettiğimiz -ona bir ad da verelim- "yedek ayşe"nin diyelim ki, beyni de olsun. Merih ya da bir başka gezegende araştırma yapmak üzere onu gönderelim.- "İnsan"dır diye Ayşe’ye kıyamadık. Ama onun kopyasını, uzay aracına koyduk, bizim gitmeye cesaret edemediğimiz yere yolluyoruz. 

Uzaya "robot"yollamakla aynı şay değil bu. Çünkü, robotların duyumlama imkânı yok. Bir robot, birçok şeyi yapabilir ama, "ah burası çok sıcak, ben burayı sevmedim" diyemez. Ama Ayşe’nin kopyası "yedek Ayşe"nin beyni de olursa, duyguları da olacaktır.

Öyleyse, Ayşe’nin kopyasına, "sonu belli olmayan birşeyi yaptırma" hakkımız var mı, yok mu?… Bu şuna benzer: Savaşta, mayın tarlasına, değer vermediğiniz insanları sürüyorsunuz. Onlar telef oluyor. Sonra da seçkin birliklerinizi mayından temizlenmiş araziden geçiriyorsunuz. 

İnsan imal etme hakkı bize verilmiş mi, verilmemiş mi? Verilmemiş ise, biz bu gidişi nasıl durduracağız?

MEÇHULDEKİ KÖTÜLÜK

Araştırma-inceleme merkezlerinin denetimi, giderek merkezi güçlerin elinden çıkıyor.

Nasıl ki,kendi dört duvarının içinde yaşayan meçhul bir kişi, hazırladığı programlarla, yüzlerce binlerce bilgisayar düzenini yıkabiliyorsa; benzeri türde kötülük eğilimleri,moleküler biyoloji alanında da patlak verebilir. 

Bugün bir genetikçi, koyun kopayabildiği gibi,gün gelir insan da kopyalayabilir. Biraz daha zor, biraz daha çetrefil bir iş olsa da…İmkânsız değil.

Özel ordular yetiştirebilirsiniz. Parası olan manyak bir tedhişçi ısmarlama yapabilir: Şu genetik özellikleri taşıyan, -örneğin emir verdiğinizde ateşe atlayan- (x)sayıda kişiden oluşan bir ordu kurun bana diyebilir… Adeta silah ısmarlar gibi, "savaşçı ya da terörist" ısmarlayabilir. 

Böyle varsayımlar, deli saçması uydurmalar kategorisine girmiyor artık. Bu imkanlar var. Hatta bu tür projeler üstünde çalışanlar da bulunabilir. Antartika gibi gözden uzak yerlere kaçmaya da gerek yok, bütün bunları yapmak için. Nasıl ki, Hizbulvahşetin silah deposu, hemen biraz ötemizde çıktıysa, yakınımızda bir yerlerde insanların başına çivi çakıldıysa ve biz bu insanların sesini işitmediysek… Oturduğumuz evin üç adım ötesinde, biri laboratuvarını kurar, araştırmasını gerçekleştirebilir.

Daha önceleri, bu tür eylemleri engelleyen manevi güçler vardı. Hatırlarım 1958’de ilk kez suni dölleme ile bir canlıyı geliştirmeye çalışmış bir İtalyan genetikçiyi Papa, afaroz etmekle tehdit etmiş ve o bilim adamı da çalışmasını durdurmuştu. Bugün, Papa böyle bir afaroz kararı çıkarsa, herkes kahkaha ile güler. Bir zamanlar insanların inancı vardı. Ama şimdi, Kilise’nin alacağı bir karara boyun eğecek bilim adamı bulamazsınız. 

DUR DİYECEK GÜÇ

İnsanlığı yok edecek gidişi durdurmada "inanç" yerine "düşünce" mi, daha fazla rol oynayabilir? Ondan da şüpheliyim.
Açıkçası, mevcut gidişi durdurabilecek bir "potansiyel güç" görmüyorum ortada.

Bir manevi otoritenin sözünü dinletebileceği güçlü manevi inançlar mı doğar yeniden? Yoksa "merkeziyetçi yönetim" biçimleri ortaya çıkar ve duruma el koyar -ki, ben böyle bir gücün de "önleme kapasitesi"ne sahip olacağına inanmıyorum. Stalinci bir sistem kurulsa bile, kafasına kötülük yapmayı koyan bir genetikçi, projesini yine de hayata bir şekilde geçirecektir. 

Bu tür bir kötümserliğin mübalağalı olmadığını düşünüyorum. Kapattığımız 20. yüzyıl, tarihin en karanlık çağı oldu. Hiçbir çağda, insanlar, biribirlerine bu derece sistemli kötülük etmemişler, edememişlerdi.

20. yüzyıla Cengiz Han’ı davet edebilsek, yaşanan felaketleri Cengiz Han seyretse, dudakları uçuklardı. Çünkü, Cengiz Han’ın kendi döneminde yaptığı, "kötülük için kötülük" değildi. Belli bir amacı vardı. Örneğin, bir şehri muhasara ediyor ve onun teslim olmasını istiyordu. Sırf zarar vermek için değildi onun savaşları… Eğer bir zarar ortaya çıkıyorsa, o da belirli bir amaç uğruna oluyordu. Teslim olmayan, kapılarını açmayan bir kent sözkonusu ise, cezalandırma konusunda korkunçtu Cengiz Han. İnsanları kesiyor, kafataslarından piramitler oluşturuyordu. Tamam. 

Ama günümüzdeki "dehşet" eğilimi çok farklı. "Düşman" diye adlandırılan her kimse, bütün isteklere de boyuneğse, hiç farketmez. Onun durumu bitik. Hiçbir çağda böyle birşey görülmedi.İnsanlık ilk kez böyle bir durumla karşı karşıya. Bu, bilimsel ilerlemenin sonucu değil. "İnsan" olma ile ilgili bağlantılarımızı yitirmemizin sonucudur.

İÇ FREN EKSİKLİĞİ 

İnsanın -yaratılışı itibariyle-, içinden çalışan frenleri yok.İki köpek kavga ettiğinde, yenilen köpek, sırtüstü yatmışsa,öteki köpek ona dokunmaz artık, bırakır. Hatta, koskoca bir köpek diyelim ki,insana saldırdı… Saldırıya uğrayan insan, çömeldiğinde, durur o köpek. Eğer eğitilmişse, üstünüze sıçrar, sizi yere yıkar ve sahibi gelinceye kadar da sizi yerde tutar.(Kudurmadığı sürece) İçgüdüden kaynaklanan "doğal bir fren" sözkonusu köpeklerin dünyasında. Ama insanın böyle bir freni yok. Onun içindir ki, insanlar kendilerine "fren" imal ederler. Ahlâk, insanın kendisine imal ettiği frenlerden oluşur. Bu frenleri oluşturmak ya da kulllanıp kullanmamak bizim elimizde olan birşeydir. Kısacası, ahlâk, insanın organizmasından kaynaklanmıyor, içgüdü değil. Reflekslerimizden gelmiyor. Ahlâkın normlarını, insanoğlu kendisi imal ediyor.

Dindar bir kişi "Ahlâkın temel nirengilerini, Allah, ‘tebliğ’ ile göndermiştir" diye düşünür. Laik düşünceye sahip biri ise, "ahlak normlarını insan, kendisi icad ve inşa etti" diyecektir. Her iki durumda da aynı kapıya geliyorsunuz. Ahlâk sözkonusu olduğunda, bir takım inşa edilmiş konstrüktif kurallar var.

Bugün şunu görüyoruz. İnsan, kendisini bağladığı kazıkları atıyor.Varolan iktisadi sistem, "durmadan daha fazla isteyen" bireyler üretiyor. Bu insan tipi, yetinmiyor, doymuyor. Paylaşmıyor da… Bill Gates’in iki yıl önce 18 milyar dolarlık cirosu vardı. Ben 18 milyar doları ancak telaffuz ediyorum, hayal edemiyorum. Nasıl birşey bu? 

Küreselleştiğini söylediğimiz sermayeci düzenin, insanın önüne koyduğu tek hedef, maddi varlığını genişletmek, büyütmek ve bunun dışındaki bütün düşünceleri dışarıda bırakmak… Bu, hayatın biricik amacı haline gelince, insanın yokedici özelliğini kontrol altına alacak önlemleri almak imkânsızlaşıyor.

"Doğayı bozacak, kaynakları tüketecek eylemlerden vazgeçelim" deniyor. Ama bu yapılamaz birşey bugün.

ARTAN TÜKETİMİN KIRBACI 

Atom santralları kurulsun mu, kurulmasın mı? Kurulacak. Başka çaresi yok. Çünkü, artan artması hedeflenen tüketime paralel olarak elektrik ihtiyacı artıyor. Eldeki hidrotik kaynaklar yetmiyor. Güneş enerjisi çevriminde de başarılı olamadı insanoğlu.

Soru şu: Karanlıkta oturmayı, bilgisayarsız, asansörsüz, sinemasız bir dünyayı kabullenenebilir misiniz? Ancak, o zaman bu atom santrallerini kurmasak da olur. 

Bir soru daha: Çocuğunuz beyin kanseri oldu. "Yedek Ayşe"den beyin nakline karşı mısınız? Değil misiniz?

Eskiden inanç vardı, tevekkül vardı."Hayır ve şer Allahtan" derdi insan. Bugünün insanı bunu kabul etmiyor. "Allah vardır, yoktur" tartışması bir yana… "Var" dediğimiz takdirde bile, sağlam bir inancımız yok. İnancı yaşamadığımız için de "karakter sağlamlığını" gösteremiyoruz. En ufak bir acı, en ufak bir rahatsızlık, bizi çığrından çıkarmaya yetiyor. Çok büyük acılara, muazzam metanetle dayanabilmiş insanlar gördüm, bindebirini bana uygulasanız, duramazdım yerimde. 

Bugün oturduğumuz apartmanlarda, ısı 20 derecenin altına düştüğü zaman, konu komşu, yöneticinin kapısına dayanır "donuyoruz" diye. Ben hatırlıyorum, çocukluğumda, Orta Anadolu’da karda kışta hiçbir zaman oda sıcaklığı 16 derecenin üstüne çıkmazdı. Kömür sobası kullanırdık. Tek bir odada oturulurdu. Gece yatma vakti geldiğinde,herkes odasına çekilirdi ve orada da ısı 5 dereceyi geçmezdi.Dokunmazdı insanlara soğuk. Bugün dokunur.

Moleküler biyolojinin, kaderimiz, kısmetimiz üstünde yarattığı tehlikeleri giderebilir miyiz? Ben bir çözüm yolu göremiyorum.Nasıl ki, atom santrallarından kurtulamayacaksak… Tıpkı, lüks lambasına, yağ fenerine dönemeyeceğimiz gibi…İnsanın negatif yanı giderek ağır basıyor. Direnme gücümüz kalmadı. 

AVRUPA ve RAHATLIK ÖZLEMİ

Bugün Türkiye’de "Avrupalılaşalım" özleminin kökünde, rahatlaşalım arayışı var, mücadele gücünü azaltmaya dönük bir eğilimden sözediyorum. 

Depremde allak bullak olduk. Adapazarı, bildiğim kadarıyla yüzde 72 oranında yıkıldı. Nasıl sarsıldık. Oysa, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Japonya’nın dört büyük kenti yüzde yüz oranında yok olmuştu…Ve o insanlar bana mısın demediler ve mitolojik bir varlık gibi, hayatı yeniden yarattılar. Japon işçisi, üç yıl boyunca boğaz tokluğuna çalıştı.

Diyebilirsiniz ki, belki de insanda asıl fışkırma ve kendini yenileme yeteneği, büyük büyük bir yıkıntıdan sonra harekete geçebilir. Ama, neticede bu bir "hazırlık" meselesidir. Bugünün insanı için, artık "zorlukların üstesinden gelme"ye dönük bir "hazırlık" sözkonusu değil. Nasıl ki, ev ortamında beslenip büyütülmüş bir kurt, ormana bırakıldığındı yaşayamazsa… 

İnsanın "doğa" ile ilişkisi ile, "din"le ilişkisi aynı şeydir. Din ve doğa, biribiriyle içiçedir. Zaten dini doğadan koparmaya başladığınız vakit, dinde yobazlık başgösterir.Doğayı da "dinsiz" ele aldığınızda mekanikleşir. Doğasız din, kulaktan dolmadır. Ne yaptığınızı, niçin yaptığınızı, nereye yöneldiğinizi bilmezsiniz. Doğada, bir güçle karşıkarşıya kaldığınızda, siz o güçe güçle cevap veriyorsunuz. Din verir o gücü. Ona karşın doğayı ortadan kaldırdığınızda, dine gerek kalmıyor. Dini ortadan kaldırdığınızda ise, doğa ile mücadele gücünüz kayboluyor.

ÇOCUK VE İMALAT 

İnsan kimliğimizdeki donanım, ne yazık ki, bilimde ya da teknolojik gelişmelerin hızına paralellik göstermedi.Başka bir anlatımla, bir Frankeştayn ürettik, ama o Frankeştayn ile nasıl boğuşacağımıza ilişkin bilgilerimiz yok.

Biyolojideki gelişmeler o noktaya vardı ki, bugün çocuk yapmanın gereği yok artık. Bugün dev fabrikalarda pekala çocuk "imal" edilebilir artık. Bir merkezi yönetim var diyelim, diyor ki bu yönetim: Bizim şu kadar insan gücüne ihtiyacımız var. Para karşılığı kadınlardan yumurta, erkeklerden de sperm alınıp, suni bir ortamda döllenme sağlanarak, gerekli insan gücü yetiştirilir. 

Kadın ile erkeğin biraraya gelmesinin tek gerekçesi,çocuk yapmak değildir.İnsan olmamızın bütün çizgileri ve özellikleri, kadın erkek birlikteliğinde ortaya çıkar. Çünkü, toplum kavramınının temelinde "kadın-erkek" birlikteliği vardır.

İnsanın insanla birlikteliğinden "direnme gücü" doğar. Tek başımıza hiçbirşey değiliz. Hatta "insan" da değiliz. Erkek ve kadınız. Erkek ve kadının biraradalığıdır insanı insan yapan. 

Kadın ve erkeğin biraraya gelmesini gündemden düşürdüğünüz ölçüde, "direnme" noktasını da ortadan kaldırmış olursunuz.

Çocuk yapmak için kadın ile erkeğin biraraya gelmesine hacet kalmadığı bir süreçte, ne olabilir ki? İki cins ne için biraraya gelecekler o zaman.. Biraz sohbet etmek, biraz sevişmek için… Buna da iki üç saat yeter. 

Kadın erkek birlikteliği "ahlâk"ın da temelidir. Ahlâkın temelinde, sadakat ve dayanışma var. İnanma var. İnanmanın eksildiği yerde, kıskançlık, kuşku başgösterir.

Varlığımızın sebebi nedir? Sevdiğimiz insanı, korumak, kollamak, onunla beraber olmaktır. Bu, manevi bir dayanaktır. İnsanlar, yıllarca esir kamplarında, en zor, en korkunç şartlarda, "ben sevdiğim kadına tekrar kavuşacağım" duygusuyla yaşayarak ayakta tutabilmişler kendilerini. Eski anı defterlerinde bunun sayısız örneğini bulursunuz. 

İman, insanın sadece Allah’a duyduğu sonsuz-sınırsız bir inanç değil, aynı zamanda, insanın insana da duyduğu bir inançtır. Bir insana da iman derecesinde bağlanabiliriz. İşte, bugün bütün bunların "ön şartlarını" da ortadan kaldırıyoruz. Bu, insanın, giderek bir hamur haline gelmesi demek… Nasıl isteniyorsa öyle yoğrulabilecek bir hamur. Direnme ve karşı koyma gücünü de yıkacak bir süreç bu.

Düşünün ki,sevişme şartını bile ortadan kaldırıyorlar.Amerika’da şu sırada yeni bir hap geliştiriliyor.yakında piyasaya çıkacak. Oturuyor kişi internetin karşısına, orada sevişme ile ilgili birtakım söylemler var. Hapını da alıyor. Kendini birine sarılmış gibi yada tene temas etmiş gibi hissederek zevk duyuyor. 

Fuhuş bile bundan daha iyidir; çünkü hiç olmazsa orada, üç beş dakikalık bir birliktelik var.

BAŞKALDIRIYI YOK EDEN

Bu yeni süreç, bence, insanın başkaldırma kabiliyetini yok ediyor. İnsanı insan yapan en önemli özellik, "hür" olmasıdır. Başkaldırma ise, hür olma isteğinin yarattığı birşeydir… 

Dünyanın neresinde bir başkaldırı olabilir? Düşünemiyorum. İran’a bakıyorsunuz. Deniyor ki, "reformcular" kazandı. Ne demek reformcular? Bence onlar, tatlı hayatı, rahatı isteyenleri temsil ediyorlar.

"Daha fazla özgürlük istedikleri, sadece bir "lâf" ! İstediğim gibi yiyip içebileyim, sereserpe dolaşayım, televizyonum, çanak antenim olsun, daha çok tüketebileyim."
İran’da reformcular diye nitelenen kesimin arkasında, bu isteklerin getirdiği destek var 

Şah döneminde 1500 dolar kazanan kişinin maaşı 600 dolara düşmüş (diyelim). Bu ne demek? Tüketim hacminin de düşmesi demek. İran’dan kaçışların büyük bir bölümü de bu yüzden.

Kimse, gerçek anlamda bir "dava" uğruna mücadeleye girmiyor bugünün dünyasında… Dava uğruna mücadeleye girmek ya da buna davet etmek pek kimsenin aklına gelmiyor. 

Sonu mu geldi herşeyin peki? Bir başkaldırı gelmediği takdirde… Evet.

Başkaldırıların devrime dönüşmesi, bir felsefi öncüllüğün sayesinde olur. Bütün devrimlerin temelinde, felsefi düşünüşler vardır. Fransız devrimi de öyledir, Sovyet Devrimi de… 

Böyle bir devrim olabilir mi? Olabilirliği konusunda çok şüpheliyim. Ona karşın, bu çizgi, bu hızla ilerleyecekse de, kıyametin o kadar uzakta olmadığını düşünüyorum. Kıyamet derken de, antropolojik ve kültürel bir kıyameti kastediyorum.

Bilimsel gelişmeyi, kısmak ya da kesmek de değil mesele. Bilimi teknolojiden ayırmak ve teknolojiye "dur" diyecek bir "merci" bulmak gerek. 

NİRENGİ BİLİM AMA

Bilim, son derece insanî olan birşeydir ve ona ihtiyacımız vardır. Uzun vadede, teknolojik ihtiyaçlarımızı karşılayacak olan yine bilimdir…Ve uzun vadede, yine teknolojiye ihtiyacımız olacaktır. Çünkü görünen o ki, bugün dünyada yaşama alanı, giderek sona ermek üzere. İnsanoğlunun başka gezegenlere doğru hareket etmesi gerekecek.

Bütün mesele, teknolojideki öncelikleri belirleyecek, dahi ve ahlaklı insanlara olan gereksinimimizde. Örneğin, "bir evde beş kişi varsa, üçünün arabası olması gerekmez" ya da "ileriye dönük teknoloji üretme çabalarımızı Merih’in yerleşime açılması doğrultusunda geliştirmemiz lazım, yedek Ayşelere gerek yok, bağrımıza taş basar, kaybettiğimize üzülürüz." diyebilecek kadar topluma yön verebilmeli bu dahi kişiler… Ve bu tür kararlara da kendi isteği ile uyacak bir toplum düzeni yaratabilmeliyiz.

Böyle bir ortaklaşa hareket etme yaklaşımını, topla tüfekle,oluşturamazsınız. Bugün öyle bir noktaya vardık ki, "zorla" olmaz. "Zor" kullanılırsa da çok "kötü anlamlar" içerebilir. 

Bir gün, "iyi sıhhatte olsunlar" durduramadıkları güçleri, zorla durdurmayı akıldan geçirebilirler. Bunun yakın örnekleri de var: Örneğin, Amerika, tuttu Sudan’ı bombaladı. Bu mümkün.

Yarın bir gün, eğer insanoğlu, Merih’e ye de gezegenlere gitmeyi başaramazsa,dünyadaki nüfus fazlalılığını azaltmak için "atom bombası" ya da "başka tür yokedici" bombalar kullanıma girebilir. Hele hele Hindistan gibi, Çin gibi büyük nüfuslu toplumların bugün artık atom bombasına sahip olduğunu dikkate alırsanız… Onları "kendi kendilerini vurma" noktasına çekmenin de mümkün olabileceği ortada. 

DAYANIKSIZLAŞTIRMA

Bugünün en önemli önceliği, ailenin yeniden itibar kazanmasıdır. İnsanî bütün özelliklerimizi bu çerçevede ediniyoruz. Buna karşın, çağdaş güç merkezlerinin en büyük gayreti, aileyi ortadan kaldırmaya yönelik. Aileyi ortadan kaldırdığınız zaman, insanı ezmek çok kolaylaşıyor. Çünkü, onu "dayanıksız" kılıyorsunuz. 

Devlet, sizi alıp hastahaneye kaldırabilir. Ama devlet, aşkın bir güç. Sevgi, sıcaklık, yakınlık ya da teselli gibi insani beklentilere yanıt veremez devlet. Bütün bu insani beklentilere karşılık verecek en önemli dayanak, ailedir. Suni dölleme ya da sperm bankaları gibi formüller, uzun dönemli insani gereksinimlerimize yanıt veremez.

Genetik müdahalelerle, insan ömrünü nereye kadar uzatacaksınız? Bireylerin 120 yaşına kadar yaşayabilmesi bir bakıma, arkadan gelen genç kuşaklara da gereğinden fazla yük yaratmak demek. Kaldı ki, insan ömrünü uzatacağım derken,bir kez doğayı bozdunuz mu, "zincirleme" reaksiyonlar başlar.

Fransa’da 2050 yılında, bir çalışan, 10 emekliye bakmak durumunda olacak. Bu feci birşey. Birçok ülke için sorun benzeri boyutlarda. Bir tek çare var önlerinde, dışarıdan insan ithal etmek… Ama o zaman da "ırkçılık" eğilimleri yeniden patlak veriyor. 

Düşünün ki, bizi Avrupa’ya almakta nazlandıkları ortada. Ama, Türkiye’yi "Avrupa ordusuna" alacakları muhakkak. Yoksa, "savaşacak" adam bulamayacaklar. Yalnız, nüfus yapısından kaynaklanmıyor bu durum. Rahata alışan tüketim toplumlarında savaş meydanlarına sürülebilecek adam bulmak kolay değil. Ama, Siirt’ten, Kars’tan Şırnak’tan kaldırıp götürülen adam, Avrupa ordusu için savaşacak.

KARGAŞAYA DOĞRU 

Bu, olağan bir gelişme çizgisi değil; insanları büyük dengesizliklere ve kargaşaya sürükler. Gandi’nin bir sözü var: "Dünya bütün insanları besleyecek kadar gıdaya sahiptir. Ama, insanların ihtirasını besleyecek gıdadan yoksundur.  Bir taraf, sürekli sömürmek istedikçe, insanların büyük bölümü de yoksullaşacaktır.