Felsefe ile Edebiyat Mukayesesi Üzerine

Hocam, felsefenin diliyle edebiyatın dili birbirinden herhalde çok farklıdır. Edebî dilde ima vardır, mecaz ve telmih, hatta mübalağa vardır, çok anlamlılık vardır. Felsefî dil kesinlik mi ifade etmek zorundadır? Yani bir çeşit matematik dili gibi, kesin olmak zorunda mıdır? Böyle olmazsa felsefe olmaz mı? 

Önce şunu belirtmekte fayda var: Edebî olan, bir dilin gelişmişliğini gösterir. Şu halde öncelik edebî dildedir. Dil edebîleşmemişse, güçlü bir edebiyatı taşıyacak duruma gelmemişse, oradan felsefî dile geçilemez. O halde iki dilden bahsedebiliriz. Günlük dil, edebî dil… Gerçi şimdi bütün dillerin gelişmiş olduğunu söyleyenler var. Bir ölçüde bu doğru. İlkel dil yoktur. İlkel dilin ne olduğunu da tasavvur edemiyoruz. Ama bunu, her dil, kendisini kullanan toplumların ihtiyacını karşılayacak kudrettedir manâsında anlamak lâzım. Evet bu manâda ilkel dil yok. Bunu bir tarafa bırakalım. Bir dilin incelmesi, yüksek ifade gücüne ulaşması edebiyatla mümkündür. Edebiyat yoluyla zenginleşen bir dilden felsefe dilini rahatlıkla üretebilirsiniz. Felsefe dili demek aynı zamanda bilim dilidir.

Edebî dil-felsefî dil 

Felsefe diliyle edebiyat dili arasındaki farklar nelerdir?

Az önce söylediğiniz gibi, edebiyat dili, hem söz varlığı bakımından, hem de sözlerin iç yapıları açısından zengindir. Her şeyden önce edebiyat dilinde söz üstün bir tasavvur gücüyle donanmıştır. Tasavvur içeriği çok yüksektir. Buna karşılık felsefe dilinde sözün tasavvur gücü en aza iner; bazı felsefe dalları hariç. Mesela yaşama felsefesinde tasavvur içeriği önemsenir.

Yaşama felsefesi? 

Mesela İspanyol filozofu Ortega Y Gasset’nin felsefesi bir yönüyle yaşama felsefesidir. Meselâ dostum Sayın Kenan Gürsoy’un üzerinde çalıştığı Fransız filozofu Merlo Ponti var. Başkalarını da sayabiliriz. Yaşama felsefesinde de tasavvur içeriği az olamkla birlikte,  felsefenin öteki dallarına oranla daha zengin olduğu söylenebilir. Öbürlerinde gye, tasavvurun tümüyle ortadan kalkması ve kavramın yahut sözün tek anlamlı hle gelmesidir.

Matematik kesinlikte ifade diyebilir miyiz?

Matematikte gördüğümüz yalınlığa ulaşmasıdır. Evet. Burada salt kavram ortaya çıkar. Salt kavramlara Fransızcada ‘idée’ dediklerine Türkcede fikir diyoruz. Aranan fikirdir. Onda artık tasavvur hemen hemen yok mesbesindedir. Sıfırlandığı durumlarda ona “ıstılah”/“terim” diyoruz.

Edebiyatta hayal gücü var. Şair, romancı hayal gücüyle bir şeyi tasavvur ediyor, bir çeşit yaratıcılığa ulaşıyor. Felsefede ön plana çıkan hayal gücü değil, zekâ…

Hayalgücü felsefede da var.

Mesela bir romancının hayal gücüyle filozofun hayal gücü sizce nasıl ayırdedilir? 

Filozofunkisi romancının haylgücünden az değil. Zaman zaman daha  fazla dahî olabilir. Filozof bir yapıyı hayl eder. En geniş anlamdaki düşünce yapısına sistem diyoruz. Filozofun sistemi hayl etmesi lâzım. Ancak, sistemini kavramlarla inşa eder. Kavram, gerçeklikten daha fazla bir şeydir. Kavramın gerçeklikte karşılığı bulunmaz. Felsefenin de en zor tarafı budur. Felsefeci olmayanların onu yanlış yorumlamaları, hatt felsefeyle uğraşanlara deli filan gözüyle bakmalarının sebebi bunun yanlış anlaşılmasıdır. Harbokulu çıkışlı bir dostum vardı. Yıllar önce anlatmıştı. Bir felsefe hocaları varmış. Felsefeci denildi mi dostumun aklına o adam, demekki bir tahtası eksik biri gelirmiş. Adam, “Bu gördüğünüz bardak var ya, bu, aslında bardak değil, bir yanılmadır” dermiş. “Yahu bana şunu anlatıversne” deyip duruyordu. “Bardak değilse, nedir?” “Ya denklemi yanlış anlamışsın ya da hocanız kötü bir felsefeciydi”, dedim. Tuhaf olan şu ki, bizde felsefecinin kötüsü muteberdir. Benim anladığım kadarıyla dünyadaki en zor işlerden biri iyi felsefeci olmaktır. “Bardak tabîî ki, var. Bunu inkâr etmek için deli olmak lâzım. Gerçeklikte karşılığı doğrudan  doğruya gösterilemeyen ‘bardak’ kavramıdır. Hiçbir ‘gerçek bardak’, ‘bardak kavramı’nın birebir temsilcisi, elçisi olamaz. Gerçeklikteki nesne ile kavram iki ayrı dünyanın azasıdır. Nesne olarak karşımda duran bardak gerçeklikteyken ‘bardak kavramı’ hakîkatın mensûbudur.”

Hayalgücü

Veya Vahdet-i Vücutçu olmak lazım.

Onun kastettiği bambaşka bir şey. Bardak kavramının karşılığı yok gerçeklikte. Bu, bardaklardan biri. Nmütenahi bardak çeşidi var. Bu da onlardan biridir. Bu, nedir? diye sorduğumuzda, cevap, bardaktır. Bunu derken ne yapıyoruz diyorum, bu gerçekliği zihnimizdeki kavrama geri götürüyoruz. O hlde, bu, o kavramın karşılıklarından biridir. Tüketemezsin. Gelecekte de tükenmez. Hiçbir zaman tüketilemez bir şeydir, kavram. O bakımdan bazı filozoflar mesela Efltun kavramın gerçeklik dünyasının dışında bir âlemden beslendiğini, hakîkat leminin yansıması olduğunu öne sürmüştür. Tabîî, zor ve karmaşık bir öğreti. Ama son derece de önemli ve, işe haylgücüyle başladığımıza göre, olağanüstü hayalgücünü gerektiren bir hadisedir. Şu durumda buradaki haylgücü ile edebiyatcınınkisi arasındaki farkı söyleyeyim size: Filozofun haylgücü matematikcininkisi gibi soyuttur. Demekki gerçeklikte varolanların resimleriyle süslemiyor, onlarla kurmuyor. Onlardan soyutlanmış biçimlerle… Yine bir biçim var, ama soyut. Soyut biçimin nasıl olduğunu öyle bir mülâkatta iki dakikada anlatmak mümkün değil. O zaman o asker dostumun hatasına düşeriz.

Hayalgücünü kullanarak soyut kavramlarla büyük yapılar, yani her şeyi açıkladığı iddia edilen büyük felsefî sistemler kuran düşünürlere filozof denir, diyebilir miyiz?

Zaten dehnın arkasında haylgücü vardır. Bir adamın haylgücü zayıfsa, ondan dhî olmaz. Dhî filozofların haylgüçleri de olağanüstü zengindir. Başka türlüsü düşünülemez. Kısıtlı bir haylgücü haznesiyle yola çıkamazsınız.

Hocam, aynı zamanda edebiyat adamı olan filozoflar var, mesela Jean Paul Sartre, mesela Muhammed İkbal….

Hepsinden öte, filozofların filozofu Efltun üstün bir edebiyat ustasıydı. Şaheserler meydana getirmiştir. Diyalogların her biri birer dil âbidesidir. Haylgücünün son safhası diyebiliriz. Felsefenin edebiyatla oradan başlayan kardeşliği, dostluğu var.

“İnsan nesneleştirilemez”

Şöyle diyebilir miyiz, nasıl zamanında ilim ve felsefe bir arada idiyse, edebiyatla felsefe de bir aradaydı. Yani Eflatun’u aynı zamanda bir edebiyat adamı olarak görmek mümkün

Felsefeyle bilimi birlikte görmek doğrudur. Çok yakın bir geçmişe, Ondokuzuncu. yüzyılın son çeyreğine değin nerdeyse iç içe, el eleydiler. Bana sorarsanız felsefeyi ilimden ayırmak, ikisini de kötürümleştirmek, hatt öldürmek demektir. Bugün kanatimce ne felsefe var ne  de bilim. Edebiyat ile felsefe iç içe değildir. Tam tersine, edebiyatcıysanız, filozofluğunuza halel gelir. Diyeceksiniz ki, bu demin verdiğiniz örneklerle çelişmiyor mu? Hayır! İyi edebiyatcı olmak, iyi filozof olmayı önler. Bunun en tipik örneği J. Paul Sartre… Sartre öyle ahım şahım filozof değil. Felsefesini edebiyatcılığı bozuyor. Edebiyatçılığınız nice üste çıkarsa, filozofluğunuz o kadar kötürümleşir. İkisinin ortak paydası dildir. İkisi dile gömülü; dili  zirveye çıkaran etkinliklerdir. Fakat burada edebiyatın önceliği var. Felsefe edebiyattan devraldığı serveti, hazineyi alıp başka bir işlemden geçirir. Yani edebiyattan aldığı suyu arıtarak kullanır.

Peki, sizce filozof Sartre, felsefî düşüncesini romanlarına yansıtabilmiş midir? Veya edebiyatta felsefe nasıl bir şeydir? Doğru bir şey mi? Mümkün mü?

Mümkün. Ama önceliğiniz nerede, o sorulur. Öncelikle edebiyatçı mısınız, filozof mu? Sartre’ı bir tarafa bırakalım. Benim aklıma çok daha iyi örnekler geliyor: Mesela Tolstoy, Dostoyevski… Bunlar olağanüstü romancılardır ve edebiyatlarında felsefe vardır, felsefeyi kullanırlar. O halde bunlara ne olarak bakacağız?

Filozof olarak mı, edebiyatçı olarak mı? İkisini nasıl ayırdedeceğiz?

Bu o kadar zor bir şey değil. Çünkü benim kafamda felsefenin sınırları belirgindir. Felsefe yahut filozofça iş evvelemirde bir düşünce sistemi inşaaıdır. Tolstoy yahut Dostoyevski’nin eserlerinde bir sistem inşaı çabası var mı?

Yok mudur?

Evet yok… Neden yok? Çünkü romancı, hikâyeci, tiyatro yazarını da buna ekleyebilirsiniz, insanı en sadık ve en açık-seçik biçimde tasvîr eder. İnsan tektir, cüzdür. İnsan soyutlanamaz. Buradan hemen bir başka konuya geçip bilhare geri geleceğim. Öteden beri savunduğum bir görüş var: “İnsan ve toplum bilimleri” ifadesi hem bilime aykırıdır, hem insana hakarettir. Bilim öncelikle nesneleştirmek mecburiyetindedir. Nesneleştiremediği şeyi konu alamaz. İnsan nesneleşmez. Nesnem olamazsınız. Çok aşağılayıcı bir şey. Ne demek bir şeyi nesneleştirmek? Onu tahlil etmek demektir. Sizi tahlil edemem. Tahlilin ardından bütünlüğünüzü size ide edemem, can veremem. 

Peki o zaman insanı nasıl anlayacağız?

İnsan bir bütün olarak anlaşılır. Bunu edebiyatçı yapıyor. Bu edebiyatçının büyük başarısıdır. İnsan tekini alıyor, onu başka kalıpların içine sokmuyor, tasniflere yerleştirmiyor. Felsefe bunu yapmak mecburiyetindedir. Felsefe tümelcidir, küllîdir. Hiçbir şeyi cüz halinde bırakamaz. Onu alıp bir tasnifin içine yerleştirmek mecburiyetindedir. Filozof edebiyatçılığa soyunduğunda çarpık bir şey ortaya çıkar. Böyle mesel şiirler de vardır, felsefî şiirler… Daha ziyade ideolojik şeylerdir. 

Örnek verir misiniz?

Belirgin bir örnek aklıma gelmiyor. Tevfik Fikret’in ve Nâzım Hikmet’in bazı şiirleri gibi… 

Biri pozitivist, diğeri Marksist…

Ama ikisinin de bir felsefî sistemi slogan düzeyinde dayatmayan lirik şiirleri de vardır.

Eflatun’un büyüklüğü 

Bir felsefeyi, mesela ahlâk felsefesini manzum olarak anlatan eserler de vardır. Mesela sizin yönetiminizde çıkan dergiye adını veren Kutadgu Bilig…

Onlar şiir değil, manzum eser. Her manzum eser şiir demek değildir. Şiir dediğimde benim aklıma lirik… 

Sizce onların kafalarında böyle bir ayrım var mıydı? Bana, Yusuf Has Hacib, düşüncelerini daha iyi ifade etmek için edebiyatın imkânlarını kullanıyordu gibi geliyor.

Yusuf Has Hacib sanat yapmak, güzellik yaratmak, estetik değer ortaya koymak için yazmıyordu, düşüncelerini anlatmak için yazıyordu. Şiirle düşünce üretemezsiniz. Şiirde düşünce yok, şiir duygudur. Felsefenin gyesi, düşünceyi duygudan ayırıp arındırmaktır.

Hocam, konuyu açmak için soruyorum. Acaba bu meselede modern şiir-klasik şiir ayrımı yapabilir miyiz? Mesela Mevlânâ’nın Divan-ı Kebir’inde düşünce yok mu? Eğer düşünce varsa, o şiir değil mi?

Duygu ile düşünce iç içedirler, tabîî olan da budur. Gündelik hayatta düşünme ile duygulanma biraradadır, ayrılmazlar. Felsefe düşünmeyi ayırma cabasını gösteren bir işdir. Bu anlamda felsefe sunidir, yapmacıktır, hayata aykırıdır.

Şu anda aklıma mesela Goethe geldi. Onun Faust’unu ne olarak okuyacağız? Şiir felsefe ayrımı bana çok modern bir ayrımmış gibi geliyor.

Yok, çok eski. Aristoteles’le başlar. Onun, hocası Efltun’a en büyük itirazlarından biri, edebiyatı felsefeye, felsefeyi edebiyata karıştırmasıydı. Burada kafa karışıklığının ortaya çıktığını söylüyordu. Haklıdır, doğrudur. Efltun’un büyüklüğüne rağmen, onu biz ne tam filozof olarak kabul edebiliriz, ne tam edebiyatçı. Ama bu onun büyüklüğüne, yol açıcılığına halel getirmiyor. 

Alfred North Whitehead “Batı felsefesi yalnızca Platon’a düşülmüş dipnotlarından ibarettir” diyor.

Sadece Batı felsefesi mi? Yahudi, Hırıstıyan ve Müslüman mistisizmleri de ona düşülmüş dipnotları gibidir. Bakıyorsunuz bizim de en büyük mutasavvıflarımız Efltun’un kullandığı teşbihleri kullanmışlar. Her şeyden önce meşhur mağara istiaresi…

Bu edebî bir anlatım… Teşbih, istiare vb. kelimeleri ve durumları müphemleştirir aslında. Herhalde bir felsefecinin hiç istemeyeceği bir durum. Ama bakıyorsunuz Eflatun … Eflatun filozofsa, edebiyat nerde kalıyor?

Efltun zaman zaman çok filozofça davranıyor, kavramların anlam içeriğini berraklaştırıyor, sınırlarnı çiziyor. Zaman zaman anlamı müphemleştiriyor. O durumda sürekli efsanelerden söz ediyor. Din onun için arkaplan haline gelmiş. Demin modern dediniz; modern, Aristoteles’in ekmiş olduğu tohumdur ve bu tohumdan doğan bir gelenek vardır. Ona aykırı davranan gelenek de vardır. Felsefe ile edebiyatı karıştıran Fransız düşünürler. Tanzimat’tan sonra Türk aydınlarını çok etkileyen, bizim “denemeciler” olarak gördüğümüz düşünürler İngiliz geleneğinde küçümsenir. İngilizler filozofa “philosopher”, sözünü ettiğim türden düşünürlere de, sahte filozof olarak gördüklerinden, Fransızca telaffuzuyla “philosphe” demişlerdir. Ben bunu Türkçe’de “feylosof” diye karşılıyorum. İsterseniz, “tatlısu filozofu” da diyebilirsiniz.

Deneme: Edebiyatla felsefenin kesiştiği yer 

Galiba edebiyatta deneme türü, felsefeye en yakın duran tür. Bazı yazarlar felsefeyle edebiyat arasında denemeyle köprü kurmuşlar.

Ben burada hemen hocam Nermi Uygur’u anabilirim. Dört dörtlük denemecidir. Onu yüzüne karşı bu yönüyle çok eleştirmişimdir. Hatt bu eleştirilerim yüzünden karşı karşıya geldiğimiz anlar olmuştur. Aynı Nermi Uygur’un, çok daha az ölçüde, ama salt felsefeci olduğu noktalar da vardır. Öyle eserleri var ki, edebiyatın zerresini bulamazsınız. Salt bir felsefe doğrultusunda yürümektedir. Edmund Husserl’de Başkasının Ben’i Problemi adlı eseri, bunun en güzel örneği. Felsefede denemecilik de elbette savunulabilecek bir tutumdur. Soruyu bana sordunuz, ben de, bu ayırımın çok titizce yapılması gerektiğine inandığımı söylüyorum. Belki Nermi Uygur olsa tersini söyleyecektir size. Yani mutlak bir hakikatten söz etmiyoruz. Burada fikirler değişebilir.

Yine de deneme bana edebiyatla felsefenin kesişti nokta gibi geliyor.

Edebî felsefecilik diyorum ona. Şu ayrımı mutlaka yapmak lazım: Felsefî denemeler vardır, bir de Fransızların “essai” dedikleri edebî denemeler. Felsefî denemeye İngilizcede “inquiry” diyorlar. Felsefî denemecilik bir felsefe fikrini ortaya atıyor ve değişik açılardan o fikrin kanıtını bulmaya çalışıyorsunuz.

Yani felsefi denemede bir kanıtlama çabası var.

Evet, var.

O halde edebî deneme, bir fikri kanıtlama çabası göstermemesiyle felsefi denemeden ayrılıyor.

Edebiyatta duygudan ziyde düşünmenin ağırlık kazandığı anlatım düzlemleriyle edebî denemecilikle karşılaşıyoruz. Doğrudan doğruya bir olayın anlatımına, tasvirine girildiğinde roman, hikâye vb, yazılıyordur. Ama bir yazıda düşünce ağırlık kazanmış ve düşünceler arasında insicm olmasına dikkat gösterilmişse, edebî denemeden söz ediyoruz demektir.

Deneme deyince genellikle akla ilk gelen isim Montaigne’dir, Bacon’dır.

Bacon’ınki felsefî denemedir, edebî değil. Tipik edebî denemecilikten örnek vereyim: Andre Gide, Bernard Shaw, Aldous Huxley…

Ama felsefî derinlikleri de var bunların

Edebî denemede düşünce tutarlığı aranırsa da, felsefenin gerektirdiği toparlanmışlıktan, insicmdan söz edilemez. Güzellik çok ön plana geçmektedir. Zaten onun için “edebî”likten bahsediyoruz. Mesel İngilizcenin en güzel örneklerini Shaw’da, Fransızca’nın en güzel örneklerini Gide’de buluyoruz.

Denemenin babası diyorlar Montaigne’ye.

Bazı felsefe geleneklerinde sistem felsefeciliğinden ziyde, felsefe denemeciliğine ağırlık verilir. Ingiliz felsefesi buna örnektir. Mesel sadece Bacon değil, Locke da öyledir. Alman felsefe geleneği sisteme ağırlık vermiştir. Ta Heidegger’e kadar gelen bir hadisedir. En baba örneklerini Leibniz, Kant, Fichte ve Hegel’de görüyoruz. Hepsi bütün bir dünyayı açıklama çabasında. Ne var ki mutlaka dayandığı bir zemin var. Ya fiziktir o, ya biyolojidi, ya Nietszce’de gördüğümüz gibi filoloji ya da Marx’taki gibi tarih ve iktisattır. Mutlaka bir zemine dayanır. 

Kavramları yerli yerinde kullanmak

İmdi, sözünü ettiğiniz felsefe, sistematik felsefe. Kant gibi, Hegel gibi büyük filozofların inşa ettikleri büyük felsefî kurgular… Bir de fragmental (parçalı) felsefeden söz ediliyor. Bizde “felsefeci” kimliği de taşıyan bir şair, Hilmi Yavuz, Şeyh Galib hakkındaki bir yazısında mesela Nietzche’nin esasında sistem sahibi bir filozof olmadığını, felsefî yazılarının fragmanter nitelik taşıdığını ve bir sonuca gitmek amacı taşınmayacağını, sonuçlanmayacak düşüncenin izini sürdüğünü sürdüğünü söylüyor. Sonra Şeyh Galib’in “Hoşca bak zatına kim zübde-i âlemsin sen” mısraından söz ederek, sistematik felsefenin dışında kaldığı için bu mısraın felsefî bir argüman olmadığının iddia edilemeyeceğini söylüyor? 

Efendim, malzemeyi tabîî ki kullanırsınız. Şimdi derelerimizden çeşmelerimizden akan da sudur, kimyacının H2O’su da sudur. Ama ikisinden anlaşılan farklı şeylerdir. Değişik durumlara göre farklı su tasavvurları vardır. Yazın çok sıcakta terlediğimde, susadığımda, duyduğum iştiyakla suyu tasavvur ediyorum. Kimyacı için bunların hiçbiri sözkonusu değil. O suyun maddelerini düşünür, atomları, molekülleri. Şimdi şiirde felsefenin unsurları olmaz mı? Bal gibi olur. Şeyh Galib’den verdiğiniz örnek harikulâde. Yunus, Nesimî… Birçok örnek verebiliriz. Bunlar felsefî değer taşıyor mu? Taşıyor. Hayatta felsefî değer taşımayan ne var ki? Her şeyi felsefenin malzemesi kılabilirsiniz. Ama felsefenin yapısı ayrı bir olaydır. Şeyh Galib bu harikulâde teşbihi kullanıyor diye onu filozof ilân edemeyiz. Bu bir mevki makam değil. Adam filozof olunca yükseliyor, olmayınca da düşüyor diye bir şey yok. Tolstoy da Goethe de Shakespeare de, eserlerindeki bütün felsefî içeriğe rağmen, filozof sayılmazlar Romancıdırlar, şairdirler, tiyatrocudurlar yahut üçü birden…Ha, bunlara “felsefî deneme” anlamında filozofluk pyesi verebilirsiniz. Tolstoy’un Tanrıyı Ararken adında harikulâde bir denemesi var. Yeter mi, yetmez mi, bilmiyorum. Bunda ölçüler çok oynaktır. Ama olağanüstü bir deneme olduğunu söyleyebilirim. Hayran olduğum başka bir adam da, Mahatma Gandhi… Hayat Yolunda Tecrübelerim adlı şaheser kitabı ve onun harikulde bir tercümesi var. Bir zamanlar Türkçe vardı, zaten isimdeki güzelliğe bakın, şimdiki rezilliğe tercüme etmeye kalkışsak… MazAllah!

Yaşam Yolunda Deneyimlerim olur herhalde. 

Orada Tolstoy’un kitabı hakkında diyor ki: “Tüylerimi titretecek kadar harikulâde bir kitap buldum, beni okuyan herkese okumasını tavsiye ediyorum.” Hayatımda iki defa böyle tavsiye üzerine gitmişimdir. Biri bu. Bir de Miguel de Unamuno, “Hayatımda rastladığım en büyük adam Danimarkalı filozof Sören Keerkegard oldu” diyor. “Ondan ötürü Danimarka dilini öğrendim” diye devam ediyor sözlerine. Bir kişiyi daha unutmayayım, o da Goethe.. “Hâfızdan başka adamı anmaya lüzum yok” diyor. “Hâfız hepimize yeter”. Hâfız’dan dolayı öyle bir kendinden geçiyor ki, yetmiş iki yaşında Farsça öğrenmeye başlıyor. Onda da hızını alamıyor, Farsça’dan tercüme ediyor Hâfız’ı. Ardından onunla yarışmaya başlıyor: Sen mi daha büyüksün, ben mi?. Almanca Doğu-Batı Divanı’nı aruzla yazıyor. Şimdi bir insan birden fazla işi becerebilir mi? Niçin olmasın? Siz edebiyatçılığınızın romancılığınızın yanında çok iyi bir bağçıvan da olabilirsiniz. Çok iyi bir neyzen yahut kanuni olabilirsiniz.

Filozofun dili 

Meseleye bir de dil açısından baksak, nasıl olur? Filozofların dili genellikle kötü kullandıkları söylenir. Fakat mesela yanlış hatırlamıyorsam, bir yerde Bergson’un Fransızca’yı çok güzel kullandığını okumuştum. Dili iyi kullanmak, bir filozofun eserine edebî derinlik katabilir mi?

Efendim, bazı dillerin mensupları o dillerin fetişisti olmuşlardır. Fransızca, Arapça böyledirler. Sonuçta bu dillerde eser vermiş filozofların o dili kötü kullanması mümkün değil. Ben Fransızca’nın içine doğmuşsam, Fransızca’nın hastası olmak mecburiyetindeyim. Dilime saygımın baş göstergesi, kelimelere hürmet göstermektir. Koskoca bir ulu çınara balta sallamak neyse, keyfince kelime tasfiye etmek odur. Her söz tasavvura bürünmüş resimli tarihtir. Onda koca bir tarihin geçit resmini görürüz. Büyük diller içinde en gadre uğramış, bakım görmemiş dil Türkçedir. Çünkü Türkçeyi anadil olarak kullananlar, dillerine inanılmaz derecede nâdan, nobran ve kaba davranmışlardır. Bu nobranlık bugün artarak devam ediyor. Bir yana bırakın şu tasfiyecilik denilen kepazeliği, yıkıcılığı, kırıcılığı; olağan şartlarda  dahî Türkçeyi kullananlarda dil şuuru sıfır. Dil şuuru yok. Halbuki bu benim dilimdir, buna şefkat ve itina göstermem lâzım. En önemli varlığım, bu, annemdir, rahmine doğmuşum. Söylediklerim, müblağa değil. Dünyada, hayatta en değerli varlığım annemdir. Çünkü manevî ve maddî manda varlık sebebimdir. Dil de böyle. O olmasa ne düşünebilirim, ne de mermımı ifde edebilirim. Ama böyle bir şükrn duygusu yok. Bazı dillerde bu çok fazladır. Mesela Rusçada çok yüksektir. İngilizce ile Almancada nisbeten azdır. Türkçe şampiyondur. Rekor sahibidir. Yeryüzünde büyük kültür dilleri arasında Türkçe kadar şuursuzca tahrip görmüş başka dil yok. Onu böyle kuşa çevirenler, cehennemin en kızgın köşesinde ebeden yansınlar!

Diyorsunuz ki, filozof içinde doğduğu dili güzel kullanmak zorundadır. Ama yani birisi öyle kullanır ki, ona çok hususi tadlar ve zenginliklar katar. Böyle filozoflar yok mu?

Var. Bazıları dili anlamlar müphemleşmesin diye çok kuru kullanırlar. Bunun şampiyonu da Aristoteles’tir. Bir ölçüde İbn Sina böyledir. Kupkuru dili olmakla birlikte, müdhiş de derinliği vardır. Ben Kant’ın İngilizce tercümelerini daha iyi anlıyorum. Buna mukbil Almancadaki derinliği orada asla bulamıyorum.

Edebiyatta, anlattığı ne olursa olsun, bir hoşça vakit geçirtme, eğlendirme fonksiyonu vardır. Felsefenin sanırım böyle bir görevi yok.

Asla. Felsefe, azp kuyusudur. Felsefeyi seveni kendim de dhil hasta addederim… mazoşist gibi bir şey. Görevine gelince; biçimsel–mantıklı düşünmeğe alıştırmak; sistem kurma hünerini gösterip öğretmek.

Öğretmek edebiyatın öncelikli amacı değildir. Şiiri okursunuz, bir şey öğrenmezsiniz, ama edebî haz duyarsınız.

Şiiri ben başlıbaşına bir biçim birim olarak görüyorum. Edebiyatın parçası değil.

Bu konuda sizin gibi düşünenler var. Mesela Yahya Kemal şiiri edebiyattan saymaz. Roman ve hikâye gibi türler için edebiyat der.

Hatt şiiri edebiyattan çok musikiye yakın görürüm. Özellikle klasik şiirimizi. Divn edebiyatını sevebilmek için klasik müziğimizin tutkunu olmak lâzım. Klasik müziği sevmek için de divan edebiyatını iyi anlamış, kavramış ve sevmiş olmak şart. “Bugün divan şiirini nasıl sevdirebiliriz?” diye soruyorlar sağda solda. Sevediremezsin. Çünkü musikisi kalmamıştır. Sevdiremezsin, o yaşama iklimi yoktur.

Hocam, Türk edebiyatıyla ilişkiniz ne kadar?

Türk klasiklerini okudum diyebilirim.

“Şiir ve edebiyat aynı şey değil”

O zaman bir felsefeci olarak, Türk edebiyatına nasıl bakıyorsunuz?

Benimsediğim şiir – edebiyat ayrımına sdık kalarak diyebilirim ki, edebiyatımız yenidir ve Şinasi’yle başlar Ondan öncesi şiir. Edebiyatın iki ana sütunundan biri tiyatro, öbürü romandır. Biri zaten bizde yoktu. O da romandır. Hikâye vardı diyelim, halk hikâyeleri. Köylerde çocukluğumda hâlâ okunan hikâyeler bulunurdu. Her kültürde olduğu gibi efsaneler vardı. Gerek Türk tarihinden gerekse İslâmdan ikisi bence aynı şey gelen efsaneler… Şinasi’den sonra çok önemli bir edebiyatın oluşuğunu düşünüyorum. Ancak, 1960’lardan sonrasını bilmiyorum. Orhan Kemal ile Sabahattin Ali’de kaldım, ondan sonrasını takip edemedim.

Aynı nesilden Peyami Safa’nın bir iddiası var. “Her edebî eser izahlı ya da izahsız bir felsefe görüşü ihtiva ederb Mevlânâ’nın ve Yunus’un mistik, Nedîm’in epikürcü, hedonist, Tevfik Fikret’in materyalist oluşu gibi” diyor. “Edebiyatta Felsefe Kültürü” başlıklı yazısında da, “Türk romanında hassasiyet ve hayal zenginliğine mukabil, halis fikir kıtlığının sebeplerine gelince görülecek şey, edebiyatımızda şiir nev’inin eski ve bütün nev’ilere hâkim bir an’aneye sahip oluşudur. Bunun için bir şiir azmanı olan Türk romanı, felsefe ve ilim kültürü mahsulü ciddî bir tahlile kapılarını açmamıştır”. Ne dersiniz?

Peyami Bey’in böyle düşündüğünü bilmiyordum. Ama, Allah rahmet eylesin, aziz hocam Mehmet Kaplan bunu söylerdi. Onun da felsefeye çok merakı vardı. Kendisine dedim ki, düşüncenin edebiyatta olması çok tabîî. İnsanın olduğu yerde düşünce de vardır. Düşünce var diye felsefenin de bulunması gerekmiyor. Felsefe ile düşünce aynı şey değil. Düşüncenin örülme biçimi bize felsefeyi verir. Edebiyatçının böyle bir derdi yok. Elbette bir dünyagörüşü var. Bence Peyami Safa’nın söylediklerinde hat var Felsefeci olmadığından, kavram titizliğini göstermiyor; diyor ki, Tevfik Fikret maddeciydii. Hayır, Fikret maddeci değildi. Müslümanlıkla uyuşmayan fakir beyn eden herkes ille de maddeci değil. Maddecilik, çok belirgin bir felsefî duruştur. Ona mensûb olan da kendini öyle tanıtır. Arkadaş, maddeciyim der. Aynı şeyi tanrıtanımazlar için de söyleyebiliriz. Tevfik Fikret’te böyle bir dert görmüyoruz. Tersine, Fikret’i maneviyatçı olarak görüyorum. Manevi yönü güçlü ifadeleri var.

Bunlara kronolojik olarak baktınız mı, yoksa genel olarak mı söylüyorsunuz?

Genel bir şey söylüyorum.

Mesela “Ezan” şiir var, onu okudunuz mu, müthiş maneviyatçı bir şairle karşılaşıyorsunu, ama “Tarih-i Kadim”i okuyunca…

Orada da var. Mesel Nietszche “Tanrı ölmüştür” diyor. Nietszche tanrıtanımaz bir adam mıydı? Tanrıyı tanıyıp tanımadığını bilmiyoruz, ama asla maddeci değildi. Bir adamın tanrıyı tanıyıp tanımaması onu maddeciliğe götürmez. Ben pekâlâ tanrıtanımaz olup da maneviyatçı olabilirim. Bunlar ayrı şeyler. Bizim anladığımız anlamda Allah, yaratmıştır işte, korur, kollar, şunu eder, bunu eder. Bunları reddedip de maddenin dışında bir güç maddeyi ve maddi ilişkileri yönetiyor deme imknına sahibim. Bu maneviyattır. Hatt öyle dinler vardır ki tanrısızdır. Bu bakımdan felsefeciliğin gerektirdiği titizliği felsefeci olmayanda bulamıyorsunuz. Bu çok önemli bir işrettir. Fesefeci olmayanın hızla genelleme eğilimi vardır.

Düşünce, ne kadar derin olursa olsun, sistematik bir şekilde örülmemiş, inşa edilmemişse felsefe değildir, diyorsunuz.

Evet, edebiyat, felsefe değildir; felsefeyle çok karıştırılan bir başka konu da mistisizm… O da felsefe değildir.

Niçin Kutadgubilig

Kutadgubilig’e gelelim mi hocam? Bu dergiyi çıkarmadaki amacınız nedir? Niçin Kutadgubilig? Yusuf Has Hacib’in ünlü eserinin adını kullanarak vermek istediğiniz mesaj nedir? 

Kutadgubilig’i çıkarmakla, yapmak istediğimiz, felsefe-bilim sahasında Türk düşüncesi olarak boyumuzun ölçüsünü almaktır. Biçimselleştirilmiş düşünce yapılarının en geniş boyutlusu, karmaşıklaşmışı ve gelişmişi demek olan felsefe-bilimde kendini dillendirip milletlerarası düzlemde duyurmak bir toplum, bir millet için kazanılabilecek itibarların en üstünü olmalı. Bin küsûr yıllık İslâm medeniyet geçmişimiz, kültür hayatımızın her vechesini olduğu gibi, felsefe-bilim yapıp etmelerimizi de içten içe, derinden derine belirlemiştir. En fazla temâyüz ettiğimiz, sivrildiğimiz, devlet ile ordu kurup teşkilâtlandırma sahaları olmuştur. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i İslâm düşünce dairesine geçiş dönemimizde Eflâtun-Farabî hattında yer alan özgün bir devlet ile siyâset ahlâkı felsefesini ortaya koymuş eserdir. Bu bakımdan düşünce tarihimizin mihenk taşı olarak kabul edilebilir. Gerek tabirin derin ve güzel mansına gerekse Yusuf Has Hacib ile kayda değer eserine duyduğumuz saygı, felsefe-bilim dergimize Kutadgubilig adını vermemizde etken olmuştur.

Sadece felsefe yazıları mı yayımlıyorsunuz? 

Hayır, dergimiz Türkiye ile Türkçe konuşan ülkeler başta olmak üzere, yurdiçinde ve ecnebî diyrlarda metafizik, doğa bilimleri ile insan–dil–tarih–toplum araştırmaları ve bunların felsefeleri üstüne dürüstçe kaleme alınmış orijinal çalışmalara sayfalarında yer vermektedir.

Felsefedeki yerimiz 

Yeri gelmişken şunu da sormak istiyorum size: Dün ve bugün, felsefedeki yerimiz hakkında neler söylersiniz?

Fesefîleşmiş bir medeniyetin, yani İslâm medeniyetinin mensûbuyduk. Her büyük felsefe-bilim geleneğinin bir merkez filozof-bilimadamı bulunur. Bizimkisi Gazalî idi. Onun yanında düşünüşümüzü, böylelikle hukukumuzu, Müslümanlığı uygulayıp yaşayışımızı belirlemiş bilginlerimiz Ebu Hanife, Maturidî ve Ahmed-i Yesevî olmuştur. Çağımızda en fazla ihtiyaç duyduğumuz olay, felsefedir. Felsefeniz yoksa, teori üretemezsiniz. Teori üretemeyen bir kültür, güz yeline kapılmış yaprak misâli oradan oraya savrulur durur; habire kendine yabancı olan kültür değerleri arasında bocalar durur; kimlik bunalımına girer, sonuçta kargaşada boğulur gider.

erginin ilk sayısındaki Kutadgubilig imzalı “Söz Başı”nda bağımsız bir Türk Felsefe-Bilim Yüksek Kurulu’nun kurulması gerektiğini söylüyor, derginin sonunda bir taslak veriyorsunuz. Bu konuda bir gelişme var mı?

Yirmi beş yıldır bahsettiğiniz hayatî önem taşıyan kurumu teşkil etmeğe uğraşıyorum. Onun yayım organı, sözcüsü olmasını amaçladığımız Kutadgubilig’i basmamızın dışında bir arpa boyu yol aldığımı söyleyemem. Kulaklar işitmiyor, gözler görmüyor. Anlayışsızlık duvarına toslayıp duruyorum.

Tiraj, içler acısı

Kutadgubilig, beklenen tiraja zannederim ulaşamadı. Elbette dünyanın hiçbir yerinde bir felsefe dergisinin yüksek tirajlara ulaşması beklenmez, ama bizdeki kadar az olması da her halde normal karşılanmaz. Bu konuda ne söylersiniz? 

Kültürümüzün, milletimizin beyni olabileceğini umduğumuz Kutadgubilig’in satılan nüshaları içler acısı rakamlarda dolaşıyor. Ya bu derginin düşünce niteliği çok düşük ve zavallı ya da toplumumuzun düşünme seviyesi ile bilgilenme arzusu çok aşağılarda dönüp dolaşıyor. Okumak zâten güçlü olan taraflarımız arasında sayılmaz. Cep telefonu ve internet yollu hasbıhal türünden yeni uyuşturucu maddeler piyasaya sürüldü sürüleli okumak tümüyle dumûra uğramış görünüyor. Oysa okumak, düşünme, merak ile bilgilenme iştiyâkının en kuvvetli âmilidir.

Türkiye’de bugüne kadar çıkmış ve çıkmakta olan felsefe dergileri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Kutadgubilig’in bunlar arasındaki yeri ve farklılıkları nelerdir? 

Kutadgubilig”ten önce son yüzyıl zarfında birkaç felsefe dergisi çıkarma denemesi olmuştur. Bunların arasında Istanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü tarafından çıkarılan Felsefe Arkivi dışında süreklilik arzedenine rastlamadım. Felsefe Arkivi, 1945’ten beri aralıklarla basılmakta olup önemli felsefe ürünlerini okuyucuya sunmaktadır. Aslında Kutadgubilig’i Felsefe Arkivi’nin kardeşi gibi görmekteyiz. Ondan farklı tarafları var mı? Var. Salt felsefe çalışmalarının yanı sıra sayfalarını bilim ile toplum araştırmalarına da açık tutmaktadır.

Bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyorum hocam.

Doğayla Barışacak mıyız, Savaşacak mıyız?

ÜLKÜ KARAOSMANOĞLU: Orijinal NPQ genetik biliminin ortaya çıkardığı fırsat ve tehditleri ele alan bir özel sayı hazırladı ve pek çok çetrefilli sorunu da gündeme taşıdı. Makalelere şöyle bir göz atıldığında teknolojinin gelişmesiyle doğanın istila edilmesi arasındaki paralellikten endişe duyanlar da var; bu endişeler nedeniyle bilimsel çalışmaların olumsuz etkilenmemesi gerektiğini savunanlar da var.
Doğayı “ehlileştirmek” için ilk adımlar ne zaman atıldı? Biliyoruz ki insanların doğayla uyum içinde yaşadığı tarihi dönemler oldu. Ne oldu da bu hayat tarzı reddedildi? Bu toplantımızda geçmiş, şimdiki durum ve bir gelecek perspektifi çıkarabilir miyiz?
Bu dergi bildiğiniz gibi orijinal NPQ’nun ana konusuna yerli katkı eklenerek hazırlanıyor. Biyoteknoloji alanındaki hızlı gelişmeye orijinal NPQ doğal olarak Amerika’ya özgü paradigmaların içinden bakıyor. Nersinden bakılırsa bakılsın Doğu penceresinin içinde ter alan bir ülkenin insanları olarak onlardan ayrıştığımız ne varsa bu toplantımızda ortaya çıkarmalıyız. Sözü dergimizin yayımlanmaya başladığı 1998 yılından bu yana danışmanlığını yapan Halit Bey’e vermek istiyorum.

HALİT REFİĞ: Teşekkür ederim. Şimdi, Ülkü Hanım’ın da işaret ettikleri gibi, bu Amerikan son sayısı özel bir sayı. Bu özel sayısının gerekçesini derginin editörü Nathan Gardels şöyle izah ediyor: Kitap yayımlamışlardı: “Değişen Küresel Düzen: Dünya Liderlerinin Düşündükleri’ O kitap bazı ülkeler tarafından belli bir konuyu, yani biyo-teknoloji konusunu eksik bırakmakla eleştirilmiş. O eleştiri doğru. Biz bu sayıyı bu eksiği kapatacak bir özel sayı olarak düşünüyoruz. Bu özel sayıdaki bütün yazılar daha önce NPQ’nun çeşitli sayılarında yayımlanmış yazılar. Şimdi, burada dikkatimizi çekmesi gereken bir mesele var. Bu yazılardan dokuz on tanesi bizde de yayımlanmış. Yani Türkiye NPQ’sunun daha önceki sayılarında da, şu sizin de misafir olduğunuz bu sayıda da bazıları var. Ama bir kısmı Türkiye’de yayımlanmamış. O zaman biz şöyle bir yol düşündük: Bizde, bu her zaman olduğu gibi, bu sayının ele aldığı konuyu esas alarak, bizde yayımlanmamış olan yazıları yayımlayıp yayımlanmış yazılar yerine yerli katkı, kendi bölgemizin bu konudaki ilgili uzmanlarının, düşünürlerinin katkılarını sağlamayı düşündük. Bunu yaparken de tıpkı Amerikan NPQ’sundaki gibi belli bir ilkeden hareket ettik; onlar kendilerindeki daha önce yayımlanmış yazıları yayımlarken biz, NPQ Türkiye’nin daha önceki sayılarında yer almış, düşünceleri yayımlanmış yazarlara Türk okuyucusunun bir ölçüde NPQ’daki bu konularla ilgili, NPQ’da karşılaştığı görüşlerin sahiplerini bu sayıda bir araya getirelim dedik. Bakın, bu sayısında, sizler, çok … … … Tabii bu konuların ülkemizde çok saygın, seçkin bir kişiliği Hayrettin Bey, biraz sonra o da aramıza katılacak. Bazı değerli katkıda bulunan yazarlarımız, düşünce adamlarımızın bir kısmı yurtdışında olduğu için temas imkânı olmadı.

Yani özetlemek gerekirse, bizler NPQ’nun Türkiye sayısını hazırlarken Amerikan orijinalindeki prensiplere paralel hareket etmeyi düşündük. Şimdi, bu noktaya kadar, meseleye objektif olarak bakıyorum, bu noktadan itibaren bir miktar sübjektif bir açıya gireceğim. O da şu: Her ne kadar NPQ’nun, Amerikan orijinal sayısının böyle bir özel sayı olmasının gerekçesi bir eksiği kapatmak olarak izah edildiyse de bana göre çok önemli bir gerçeği bir süre için örtmek kuşkusu uyandı bende. Çünkü günümüzü düşünelim. Günümüzde neler olmakta? Günümüzde, Amerika ve dünya, Amerika ve çağ, Amerika ve insanlık konusunda neler olmakta? Amerikalıların kendilerinin bu konuyla ilgilenmeleri, bugün diyelim ki Irak’ta, Ortadoğu’da düştükleri durumla ilgilenmemeleri, çok yakın bir tarihte bir başkanlık seçimi oldu, bu başkanlık seçiminin kendilerine yönelik ve dünyaya yapılacak bir açıklamasının olmaması düşünülemez. Burada ben kendi adıma, mutlak gerçek böyle olmayabilir, bu özel sayıyı biraz kaçış özel sayısı olarak kabul ediyorum. Ana gerçekten, asıl gerçekten, günün temel meselelerinden bir kaçış olarak değerlendirmekteyim. Bu kaçış da dolaylı olarak, malum ben sinemacıyım, sinemacının işi hayal kurmaktır, senaryo yazmaktır; burada bir temel gerçekten, ana gerçekten bir süre için kaçmak eğilim varken aynı zamanda dolaylı olarak da çok keskin bir mağlubiyet varken ortada dolaylı olarak bir zafer dile getirmektedir. O zafer ne? Burada … zikredilmese de, evet biz belki şu anda dünya siyasetinde Asya’da bazı çıkmazlar içindeyiz, zafer kazanamamış gözüküyoruz ama son hesapta bizim bir alanda öyle bir geçmişimiz var ki, bilim alanında, gen teknolojisi alanında öyle bir gelişmişliğimiz, öyle bir üstünlüğümüz var ki, eninde sonunda kazanacak olan gene bizim bu üstünlüğümüzdür. Yanlış olabilir. Siz bu görüşe hiç katılmayabilirsiniz. Ben de zaten görüşümün gerçeğin kendisini mutlak bir şekilde yansıttığı iddiasında değilim ama … … Şimdi ben meseleye burada böyle bir ters açıdan yaklaşım içindeyim. Çünkü sizlerin de benim bu ters açımı güçlendiren, sizlerin daha önce NPQ’nun 2000 yılında yayımlanmış olan ikinci ve üçüncü sayılarındaki yazılarınız da, itiraf edeyim ki, benim şu anda ileri sürdüğüm görüşleri güçlendiren görüşlerdi.

Şimdilik sözümü o şekilde tamamlamak istiyorum, size de bu karşıtlık konusunda, yani meseleyi tek taraflı değil aksi açıdan da bakma ihtimalini ortaya koyarak size sözü devredeceğim ama şöyle ifade etmek istiyorum, bu konuda beni en çok etkileyen kitaplardan biri de bu kitaptır. Jeremy Rifkin’in Biotech Century adlı kitabı. Jeremy Rifkin, bu konunun dünya çapındaki uzmanlarından biri olarak tanınmakta. Türkçeye bir kitabı kısmi olarak çevrildi. Esas konusu biyo-teknoloji Jeremy Rifkin’in. Bu konudaki bütün gelişmeleri, özellikle Amerika’daki çalışmaları, … sonra …, beni çok etkileyen bir noktaya gelip bağlıyor son hesapta. Maalesef, diyor Jeremy Rifkin, bu teknoloji Amerika’da çok sağlam yeni bir ticari alan haline geldi. Atom enerjisinden beklediği şeyi bulamadı, atomun parçalanması, atom enerjisi, atom ile ilgili konuları gerekli şekilde ticari hale dönüştüremedi. Şimdi bu biyo-teknoloji, … … hücreler ve dokularda yapılan değişiklikler, bütün bunlar, hayata … , daha ticari bir mesele olarak ortaya çıktı. Atomla korkutmayı ticari alana getiremeyen Amerika, canlı hücreler üzerinde oynayıp hayatı uzatmayı vaat etmekle kendisine yeni bir kazanç alanı, yeni bir ticari alan kurdu, diyor. İşte bu girizgahtan sonra, ben sözü burada kendi adıma noktalıyorum.

ÜLKÜ KARAOSMANOĞLU: Ben ilk sözü Hayrettin Bey’e vermek istiyordum ama kendisi toplantıya biraz gecikerek katılacak. ‘Doğayla savaşacak mıyız, barışacak mıyız?’ konusunu ortaya atarken bizi harekete geçiren mesele, iki boyutlu bir meseledir. Birinci boyut küresel ısınma ve çevre, ikinci boyut da genetik… Birinci boyutu, dünyada çevreyi tehdit eden ne varsa hepsini Hayrettin Bey’e sormak istiyordum ama şimdi önce işin genetik boyutunu önceleyerek sohbetimizi sürdürelim. Halit Bey, orijinal NPQ’nun son sayısının bir ‘özel kaçış sayısı’ olduğunu söyledi. Ben de bu görüşe katılıyorum. Ancak ister genetik alanı olsun, isterse bambaşka bir temel sorun olsun, hangi disiplinin içinden bakarsak bakalım söz, ister istemez onların kaçtıkları konulara, örneğin Irak’ın işgaline kadar gelip dayanacaktır. Bu kaçınılmaz. Şimdi gen teknolojisinin insanlığı tehdit eden boyutları hakkında konuşacak isek, akıl almaz kârları hedef olarak önlerine koyan şirketlerin içide yer aldığı sağlık endüstrisinden söz etmeden geçemeyiz. Ayşe Hanım, özellikle size sormak isterim, genom prjesinin sömürülmemesi mümkün müdür?

AYŞE GÖZEN: Evet, sömürüleceği konusunda endişeler çok var. Ama ilginç şeyler de oluyor. Yani ilaç şirketlerinin bu genom projesine karşı olduğuna dair görüşler de var. Çünkü bu rejeneratif tıp, mevcut, klasik ilaçtan farklı bir alan açıyor ve klasik ilaç şirketlerinin ulaşmayacağı bir yerlere, mesela kök hücre gelişmelerini acaba engelliyorlar mı sorusu gündeme gelebiliyor. Çünkü kök hücre çalışmaları bambaşka bir alana kayıyor. … hastalığının … … niye kök hücre çalışmaları bu kadar kesintiye uğradı, oysa çok şey yapılabilirdi diye … …biliyor.

ÜLKÜ KARAOSMANOĞLU: Orijinal NPQ’dqki makalelerden özellikle bir tanesinde dikkatimi çekmişti. Craig Venter ve Daniel Cohen adlı genetikçiler, diyorlardı ki, ‘biz insanın genetik haritasını tam olarak çözümlediğimizde, örneğin bir kuşla bir insanın birleştirilmesi bizden talep edilse ve Amerikan hükümeti bu konuda çok büyük yatırım yapsa bizler bu genetik birleşmeyi gerçekleştirebiliriz. Yine diyorlardı ki, ‘biz genetik yapıyı tam olarak çözdüğümüzde, bu arada, çok da güzel bir ifade biçimi bulmuşlar: kimyasal imla hataları- kimyasal imlayı okuduğumuzda, imla hatalarından yola çıkarak insanı ilerde hangi hastalıkla baş etmek zorunda kalacağını önceden görebiliriz. Yani şimdi sağlık sektöründe gözü dolar işaretinden başka bir şey görmeyen pek çok şirket için üzerinden ne çok paralar kazanılacak potansiyeli önceden sezdiren türden gelişmeler değil mi bunlar? Kayıtsız kalınamayacak türden gelişmeler…

AYŞE GÖZEN: Teorik olarak sınırı yok. Birtakım yasalarla sınır getirilmeye çalışılmış. 1972’te başladı. Bilim adamlarıyla bir araya gelip, … bu hakikaten bu sınırsız bir teknoloji olma yolunda, biz kendi kendimize sınır koyalım diye 1972’de başlattılar. Arkası da geldi. Yani tabii ki teorik olarak sınırı yok ama pratikte birtakım önlemlerle bu sınırlar getirilebilir. Ben de o görüşteyim. Benim özel çalışma alanım tarım ama sağlık alanında da bu böyle. Yani yararlarını gündeme getirip zararlarını da yasalarla önleyerek. Yani baştan alınabilir. Teknoloji orada. Bunu yapmak isteyenler yapacaktır. Bunu yapmak isteyenin engeli de yok. Bugün Amerika’da klonlama altı ayrı projeye izin verdi ama geri kalanlar ne olacak? İşte adam gemide de klonlamayı yapabilir. Okyanusa, Atlantik’e açılıp bunu yapabilir. Orada gerçekten kurumsal yapıya iş düşüyor. Yani bilimin kendisinden çok kurumsal yapıda olay kilitleniyor. Bu da, biraz politik biraz da bilim insanlarının kendi kendilerine koydukları ketle ilgili bir şey diye düşünüyorum.

ÜLKÜ KARAOSMANOĞLU: Peki, ben devam edeyim. Teknolojiyi siyasetten bağımsız düşünemediğimize göre, işin bir de bu cephesi var. Ayşe Hanım’ın işaret ettiği gibi, bilim adamının kendisi de, konumu da çok önemli. Bu nasıl bir bilim adamı kimliği olmalı ki, her türlü istismarın önüne bir set çekebilsin. Sistemin kâr’a kilitlenmiş ve finans kapitalin ağı içinde kimliklerini de gizlemiş hatta sanallaşmış küresel şirketlerinin ahlâkı hakkında pek çok soru işareti olsa da bilim söz konusu olduğunda ‘ahlâk’ sözcüğünün içini doldurmak istiyoruz. Bilimin ahlakı insanlığı konuştuğumuz tehlikelerden, canlıların manipüle edilmesi ve bundan sonra doğabilecek tehlikelerden uzak tutmayı başarabilir mi? Teknolojiyle siyasetin ayrılmaz bağı göz önüne alındığında nasıl bir dünya tablosu görüyorsunuz gelecekle ilgili olarak?

TEOMAN DURALI: Halit Bey demin sinemacı hayalgücünden hareket etti. Ben de mesleğim gereği temellere inmek zorundayım; demekki temelciyim. İngilizceye tercüme edersek, fundamentalist.

İşin köküne gitmek gerekiyor. Burada güncel birtakım verilerden hareketle soruna ışık tutamayız. Sorunu çözebilirmiyiz, o çok ayrı bir soru. Çözülebileceğinden ümitli değilim, bir kere öyle başlayayım; karamsar bir giriş yapayım.

İşin köküne gelince; insanlık, bundan yaklaşık iki yüz yıl önce bir kırılma noktasını yaşamıştır. 1700lerin başlarına değin insanlık, din dönemini yaşamıştır. Dine dayalı olmayan bir kültür, medeniyet hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Dinleri de kabaca ikiye ayırıyoruz; tektanrılı vahiy dinleri ile öyle olmayanlar. Ortaya insanlığın daha önce görmediği, tanımadığı bir olay patlak verdi. Bu olay dini dışlayıp onun yerine felsefeyi esas kılmak olmuştur. Yöntemi dialektik olan felsefenin önü süreklice açıktır. Burada sav – karşısav – birleşim; demekki tez – antitez – sentez üçlüsü şeklinde yürünmektedir. Ulaşılan sentez, son olmayıp tersine yeni bir akılyürütmenin başıdır. Erişilen sentez, taze tezdir. Ona bir antitez meydan okuyacaktır. İkisinin tartışmasından ikisini de aşan yeni bir sentez ortaya çıkar. Söz konusu sentez, tez olarak yeni bir akılyürütme çevrimini başlatır. Bu, böyle sürer gider ve onun sonu yoktur. Bahsi geçen çevrim durdurulduğunda felsefenin ve aynı zamanda bilimin önü tıkanmış olur. Artık, ulaşılmış olan sentez, bu durumda teze dönüşemeyecek, dolayısıyla kesinkes doğru olarak kabul edilecek. Yine bu mutlak doğru, yalnızca teorik seviyede geçerakca olmakla kalmayıp etkisini pratik hayatta da duyuracak, giderek yaptırım gücü kazanacak. O doğruyu eleştiren, ona karşı çıkan cezalandırılacak. Mutlak kabul edilen bu çeşit doğrulara dogma denilir. Dogma ve onların örgüsünden oluşmuş öğreti, dünyaya bakışımız ile toplum düzenimizi şekillendirir. Dogmalardan örülmüş yapı öğretidir ve öğretilerin biraraya gelmesiyle oluşan üstyapı da ideolojidir.
1600ların sonlarında Sermayecilik dediğimiz bir ideoloji ortaya çıkmıştır. Bu ideoloji kendinden önceki anlayışı altüst etmiştir. Bütün dinlerde ve onlardan türemiş olan anlayışta az yahut çok esas olan ödevdir. Özellikle tektanrılı dinlerde, yani Yahudilikle başlayan süreçte ortaya çıkmıştır. Bir ödeviniz vardır, onu eksiksizce yerine getirmek zorundasınız; bunun için varız, bunun için yaratılmışız, bunun için dünyaya gelmişiz. Sorarız ya, özellikle çocuk yaşlarda, “ben niçin buradayım, ben olsam ne olur, olmasam ne olur?” Din, “sen olmasan olmaz” “Sen mutlaka olmak zorundasın. Çünkü senin yerine getirmekle yükümlü olduğun şu şu şu ödevlerin var” der. Bunu tabii tektanrılı din, Allahla imzalanmış mukaveleye bağlar: Onun, “Rabbinizmiyim” sorusuna, ruh hâlindeki insan/lar, “elbette” diye tasdik etmiştir. Dünya-öncesi hayatta verilmiş söze sâdakatı bu dünyada sürdürüyoruz. Ömür boyu verdiğimiz bütün sözler o dünya-öncesi hayatta verilenin devamı ve türevi olarak kabul edilir. Kadın ile erkek arasında geçen sadakat yemini aşkın kapısıdır. Orada verilen sadakat yemini, Tanrıya verilenin devamıdır. Kadın – erkek ilişkisine benzer hayatın bütün yollarında sâdakat yemini var. Bir tarihlerde bölüm başkanıyken talebeler gelip bana falanca profesör dersine girmiyor diye şikâyete gelmişlerdi. Ben de adamı çağıp “dersine niye girmiyorsun” diye sorduğumda, o, “bana verilen maaş ölçüsünde çalışıyorum” diye sorumu cevapladı. Aldığım cevap harikuladeydi. Söz konusu cevap, az önce söylediğim kırılma noktasının açık belirtisidir. “Aldığım karşılık kadar iş görüyorum. Mâlî Sermayeciliğin (Finans Kapitalism) getirdiği yeni anlayışı görüyoruz. Daha önce yokmuydu? Vardı. Fakat kurumlaşmamıştı ve kötülenen bir durumdu; günah, suç şeklinde kabul ediliyordu. Her şey belli bir yasaya bağlıydı. Felsefenin büyük öncüsü Herakleitos, Tanrı koyduğu yasaları aşamaz demiştir. Şu durumda Tanrı da koymuş olduğu yasalarla sınırlıdır, yükümlüdür. Onları aşması mümkün değil. Bunu, Herakleitos’tan üç bin yıl sonra sonra Albert Einstein da teyit etmiştir: “Allah, kumarbaz değil ki, zar atsın”, demiştir. Demekki O, koymuş olduğu yasalarla kendini sınırlar. Bütün yaşama süreçleri sınırlıdır. Sınırların topyekun atılması, infilak ettirilmesi, “laissez faire, laissiz passez” dedikleri, “bırakınız istediklerini yapıp esinler.” İşte yeni ideolojinin şiârı. Bahis konusu ideoloji uyarınca her şey kâr ilkesi doğrultusunda yürütülür. Bu bakımdan “hem sermaye düzene uygun yaşayacağım hem de sözgelişi biyo-teknolojiyi sınırlayacağım” demem, çelişkidir. “Ya bu deveyi güder ya da şu diyardan gidersin” demişler. Bildirdiklerimizi dünyevî düzlemde gerçekleştirmeye kalkışmış, bahsi geçen ideolojiye karşı çıkmış, felsefe-bilim sistemini o doğrultuda kurmağa çaba harcamış filoso-bilimadamı Karl Marx’tır. Ancak, onun, Sermayeciliğe yönelttiği eleştiriler dindışı dünyevî (profan) düzlemdedir. Hâlbuki Sermâyecilik, haddizâtında, dünyevîliğe esaslanmıştır. O hâlde eleştiren ile eleştirilen ortak bir paradigmayı, yânî Maddecilik–Mekanikcilik–Positivcilik dünyagörüşünü paylaşmaktadırlar. Ortak dünyagörüşü zeminine basan iki ideolojinin (Sermayecilik ile Toplumculuk) birbirlerine köklü seçenek oluşturamaz. Millî Toplumculuk (Nasyonal Sosyalism) benzer durumdadır. Nitekim salt ideolojik savaşın tarihteki ilk esiz örneğini oluşturan İkinci Dünya Savaşında karşı cephelere mevzilenmiş düşmanların “dibin kara, seninkisi benden kara” atasözünden başka birbirlerine söyleyecek fazla bir şeyleri olmamıştır. Bütün sınırları, insâf ölçülerini berhava eden Sermâyeciliğe karşı Nazismin teklifi, seçeneği saçmasapan bir ayırımcılık, insanın insana kulluğu ile kibir olmuştur. Toplumculuğun tersine, Sermâyecilikten doğmamış olan Millî Toplumculuk (Nasyonal Sosyalism) nemasını Sermâyeciliği beslemiş olan Toplumsal Darvincilikten almıştır.

Çağımız ideoloji dönemidir ve bunun iki yüz yıllık geçmişi vardır. Bu ideolojinin gereği kârdır, zorunlulukla kârdır. Kâra karşı hiçbir güç çıkamaz. Bu anlamda Sermâyeciliğin belirmesiyle birlikte sâdece dini sollayıp hayatı terketmiş değildir. Bilimi de, aynı şekilde, kenara itmiştir. İşte biyo-teknoloji deniyor, genetik ile gen mühendisliği, filan falan deniyor. Bunlar, tabîî ki, bilim değil. Bilimin kurucusu Aristoteles’tir. O, M.Ö. Dördüncü. yüzyılda bilimi, bilgi iştiyâkımızı tamı tamına karşılamağa yönelik sistemli çalışmalar bütünüdür diye tarif etmiştir. Deyimi müdhiş bir istek, karşı durulmaz bir arzu anlamında kullanmıştır. Bilim, ona bakılırsa, zorunlu ihtiyaçları karşılamaz. Bilimin zorunlu ihtiyaçların karşılanmasıyla, demekki zanaatla (teknikle) ilgisi ilişiği yok. Onuncu, Onbirinci. yüzyıllarda İslâm medeniyeti dairesinde bilim yöntembilgisinin (metodoloji) zanaata uygulanmasıyla filizlenen fendir (teknoloji). Gerçi henüz kurumlaşmamıştır. Bellibelirsizdir. Yapılan nedir? Bilimin yöntemleri kullanılarak zorunlu ihtiyaçların karşılanmasına gidilmiştir. Zanaatın öyle bir yönü yoktu, bilimin yöntemlerini kullanmazdı. Zanaat, insanlık kadar eskidir. Oysa bilim yenidir. Az önce söylediğim gibi, M.Ö. Dördüncü yüzyılda ortaya çıkmıştır. Öyleyse zanaat, bilimi on binlerce yıl itibâriyle öncelemiştir. Zanaata yol yordam çizen aklıselimdir. Buna karşılık felsefeden doğmuş olan bilimin yapısı ile yöntemini tersimleyen (design eden) biçimsel akıldır. Felsefe-bilimin diqyalektik, kıyas, tümevarış, tümdengeliş, çözümleme ile birleşim türünden yöntemleri zanaata zerkedilip uygulanınca karşımıza fen çıkmıştır. İslâm medeniyetinde bu, doludizgin ciddilikle uygulanmamıştır. Daha ziyâde oyun görünümünü sunar. Eski devirlerden beri bilinip kullanılagelen güneş, su ile kum saatlerinden farklı olarak üstünde çeşitli şekillerin hareket ettiği ilk mekanik saatler imâl edilmiş. Bunlar, zaman ölçme âleti amacına hizmetinden ziyâde bakanları oyalamağa, eğlendirmeğe yönelik olmuşlardır. Ayrıca gök gözlemleri için. âletler, çeşitli başka araçlar ile usturlab imâl ediliyor. Peki, fen nerede müdhiş bir patlama yaşanmıştır? 1600larda Sermâyeciliğin ortaya çıkış eşiğindeyken kuzey batı Avrupanın, özellikle Felemenk ile İngilterenin fene (teknoloji) hamile olduğu görülür. Fen, Sermâyeciliğin ana devingendir. Kâra tapan Sermâyeciliğin nazarında tüketimin habire kamçılanması zorundadır. Tüketimi karşılayacak üretim için zincirleme imâlât zorunludur. Bu da fenin sağladığı sanayiyle mümkün olmuştur. İnsanın kol ve fizik gücünü gereksizleştiren makinelerden kurulu mekân demek olan fabrika sanayinin belkemiğini oluşturur. Bu verdiğim tarife uygun sanayinin tarihte öncesi yok.. 1700lerin başlarında İngiltere’de doğmuştur. Neden? Çünkü kazancı artırma meselesi var. Sermâyeciliğin dayandığı birkaç temel var. Bunlardan biri Sömürgecilik, öbürü İmperyalism ve nihayet sanayi. Bu üçünden biri eksik kaldımı, Sermâyeciliğiniz de yok demektir. Onu kuramaz, oluşturamazsınız. Matematik bir zorunlulukla bunların varolması lazım. Sömürgeciliğin yaygın tarzda yürütülmesi İmperyalismdir. Nihayet sanayi zorunludur.
Büyük bir sıçramayla bugüne gelelim. Bugün, bütün yapılıp edilenler, sureti haktan da gözükse, demokrasi, insan hakları, onun bunun için yapıyoruz, dense de, arkada hep kâr anlayışı vardır. Kâr etkenini inkâr, solumadan yaşıyorum cinsinden bir yalana benzer. Bazıları şu kadar zamandır,sözgelişi bir, iki aydır uyumuyorum kandırmacasını uydurur. Mümkün değil. Yapamazsınız. Çocuğun, toplumun dışında, doğada doğup büyümesi gerçekliğe aykırıdır. Yok, ayı, kurt filan falan beslemişmiş de.. Bunlar hep masal. Sermâyeciliğe tevessül ediyorsanız, bir yerleri ve birilerini sömüreceksiniz. Başka yolu yok. İnsanı ve doğayı. Doğaya dost fen geliştirilemez. Bir fennin olduğu yerde doğaya yer yoktur artık. İkincisi Sermâyeci bir iktisadın hâkim olduğu ortamda sürümü ve ona arka çıkması lazım gelen üretimi habire arttıracaksınız. Öyleyse sürümü besleyecek üretime ihtiyaç var. Eski dönemlerde insan, ihtiyacını karşılayacak kadar üretirdi. Oysa şimdi esas olan üretim değil, tüketimdir. Tüketim kamçılanıyor.
Tüketim tümüyle luzumsuzdur. Küçük bir örnek vereyim. Otobüse biniyorum, kamu taşıtlarıyla gidip gelirken bakıyorum, dört, beş kişi aynı ânda otobüste cep telefonuyla konuşuyor. Ben artık,‘moruğ’um; işte, ömrümün yüzde doksan beşi cep telefonsuz geçti. Neyim eksikti? Şimdilerde de onsuz idâre ediyorum. Ben evden buraya yürüdüm. İş adamı olsaydım, yürüyebilir miydim? Yürüyemezdim. Çünkü kâr peşinde koşardım. Kârla benim ilişkim kurulduğu anda bütün bu yaşama çenberim altüst olacaktır. Tüketimimi ben en aza indirebiliyorum. Ama bakıyorum bütün dünya, Tevrat’ta geçen mesele benziyor; yedi yıl kuraklık, yedi yıl yağmur gelecek; sonunda firavun bakıyor, bütün millet çıldırmış, bir tek saraydakiler akıllı kalmış, kırın diyor testileri, başka çâre yok. Ben de bu gidişle tüketim çılgınlığına kendimi vereceğim artık. Çünkü Merih’ten gelmiş acayip bir yaratığa benzemeğe başlıyorsunuz. Çarkın dışında kalmakta ısrar edene yaşama hakkı tanınmıyor.
Sermâyeciliğin şart koştuğu fen ve sanayinin belirlediği dünyada dooğanın korunmasından, doğal dengelerin muh2âfazasından bahsetmek abesle iştiğâldir. Bu saatten sonra doğallıktan bile söz edemeyeceğiz artık. Hher şey sunileşmektedir. Atom enerjisinden de tehlikeli süreç, biyoteknolojiyle başlayandır. İki yüz yıl sonra dünyanın sâhibi, patronu bir avuç ‘İyi saatte olsunlar’ın dışında annne ile atadan olma doğa verisi insan olmayacak. Yeryüzünün tekmil bitki örtüsü ile hayvan varlığı gibi, sözümona insan da genleri değiştirilmiş yahut tamamıyla sunî yollardan elde edilmiş bir varlık olacak. Fabrikasyon usulü imâlâtın seçeneği nefsî–iktisadî–siyasî (psiko–ekonomiko–politik) etkileyip belirleme yöntemidir. Günümüzde uygulanan işte bu yöntemdir. Fabrikasyon usulü imâlât, elbette daha etkili, güvenilir, süratli ve verimlidir. İlk başta bahalı bir yatırım olmakla birlikte zamanla daha verimli olacağı muhakkaktır. Hedef, talimatlar doğrultusunda duygusuzca, düşüncesizce, itirazsızca, dirençsizce iş gören, uyuyup uyanan, beslenen, gezen, eğlenen insanın elde edilmesidir. Taleb olunanları istendiği biçimde üretecek, üremeden sevişecek, yemeden beslenecek. Böyle manâdan topyekun kopmuş sözümona insana doğal doğanın söyleyeceği ne olabilir ki! Doğa manâlar âleminde anlamlıdır. Hâlbuki kulac attığımız anlamın kurutulmuş yabancılaşmanın dünyasıdır. O dünya işte, fazla uzağımızda değil. Tersine eşiğinde duruyoruz. Bu yüzden doğayı, doğal çevreyi kollayıp koruma gibi lafıgüzâf bana oyunmuş gibi gözüküyor.

AYŞE GÖZEN: Şimdi, social construction of technology, yani teknolojinin toplumsal yapılanması denen bir şey var. Yani bugün, kâr düzenidir, kapitalizmdir, bunun hepimiz farkındayız. Orada bile kâr, model olarak kabul edilemeyecek bir yerde, yani teknoloji söz konusu olduğu zaman yönünü değiştirmek zorunda. Nitekim, biyo-teknolojiye baktığımız zaman, o kadar ortalık ayağa kalktı ki, bizde bu konular yeni tartışılıyor oysa Batı’da çoktan beridir tartışılın şeyler, ve bu kimya şirketleri, yeni …ler geliştirmek zorunda kaldılar, doğayı daha az kirletmek için. Yani bir yerde teknoloji, dönem dönem, belli kirlilikler yaratıyor ve yeni gelişen teknoloji o kirliliğin önünü almaya çalışıyor. Temizlemeye çalışıyor. Şimdi biyo-teknolojinin geldiği noktada, … … teknolojinin gelmesinin nedeni de o potansiyelinin olması. Yani biyo-teknoloji genetik biliminin teknolojisi. Genetik de inanılmaz bilgi iştiyakını gideren bir bilimi. Genomu çözüyorsunuz. Siz merak etmiyor musunuz, ben neyim diye? Ben çok merak ediyorum. Yani benim genlerimde ne var? Ben bunu çok merak ediyorum. Tamam, bu bilgi iştiyakını genetik bize çözüyor ama sonra teknoloji, o insana kalıyor, kâra kalıyor, şirketlere kalıyor, ne yönde, ne şekilde kullanılacağı. Ama sırf bu kullanma potansiyelleri farklı alanlara çekilebilir diye o bilimi yok sayamayız, inkâr edemeyiz, ya da önünün kapayamayız ki. Bilimin gittiği yerler orası. Biz neyiz? Bunu bilmeyi gerçekleştiriyor.

HALİT REFİĞ: Şimdi efendim, ben, Teoman Bey’den Hayrettin Bey’e bir köprü kurmak istiyorum. Önce Teoman Bey’in konuşmasından bazı küçük parantezcikler açmak istiyorum.

Teoman Bey gayet ilginç olarak bilimin Aristoteles ile başladığını ifade etti ve başlangıçta bilimin aslında bir istek, bir arayış olduğunu ifade etti. Sonra zaman içinde bilimin karakter değişiminden söz etti. Burada, fenni oluşturan İslam düşüncesinden sonra Batı düşüncesinde önemli değişimin 1600’lerde olduğunu ifade etti. Bu 1600’lü yıllar sözü olunca ben buraya bir parantez açma ihtiyacını hissettim. Francis Bacon (?) bilgi güçtür, kudrettir, diyor. Yani burada İngiliz sömürgeciliğine kazandırdığı, geliştirdiği imkanlarla bilgiyi bir silah haline dönüştürmesinin ilk felsefi temelini görmekteyiz, tam da Teoman Bey’in işaret ettiği 1600’lü yıllarda. Aynı şekilde Teoman Bey, 1700’lü yıllardaki önemli değişime dikkati çekti. Evet, çok dikkate değer bir değişim 1700’lü yıllardaki. Ben burada özellikle bir tarih vermek istiyorum; Teoman Bey’in genel görüşünü biraz özelleştiren bir tarih. 1776 yılı çok ilginç bir yıl bana göre. 1776 yılı, genellikle Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin yayınlandığı yıl, yani Amerika’nın İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşını başlattığı yıl olarak bilinir. Daha az bilinen iki özelliği var. Birisi, James Watt’ın buhar makinesini ilk defa makineye tatbik etmesi, öbürü de Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği adlı kitabını yayımlaması. Bana göre 1776 çok ilginç bir tarih. Günümüzü ilginç bir şekilde belirleyen bir tarih. Amerika’nın bağımsızlığı, endüstri devriminin başlangıcı ve kapitalizmin ilk teorisi. İlginçtir, gene Teoman Bey’in üstünde çok durduğu bir mesele, dünya tarihindeki Anglo-Amerikan varlığının etkileri konusunda. Şimdi bu açıdan bakıldığında 1700’lü yıllar, Teoman Bey’in işaret ettiği gibi, endüstri toplumlarına geçiş dönemi. Endüstri toplumuna geçişi hazırlayan ne? Sermaye birikimi. Bu sermayenin nasıl edinildiği, gene tarihi kayıtlarda belli. Niçin bu sermaye Osmanlı toplumunda olmamış da mesela İngiltere’de olmuş? Şimdi bu açıdan bakıldığında bir mesele var. Deniyor ki, insanlığın uygarlık dönemine geçişi tarım toplumlarıyla başlamıştır. Uygarlık tarihi, insanların toprağa yerleşmesi ve toprağı işlemesiyle başlar. İkinci uygarlık endüstri dönemidir. Hatta bazı düşünürlere göre biz şu anda üçüncü uygarlık dönemine girmiş durumdayız. Buna bilgi çağı, enformasyon çağı diye adlandırılmakta. Şimdi, biz bilgi çağına gelmeden, tarım toplumlarından endüstri toplumlarına geçişteki değer değişimlerine bakalım. Tarım toplumları varlıklarını neyle sağlıyorlar? Topraktan edindikleri ürünlerle. Dolayısıyla tarım toplumlarının doğayla bir iç içeliği var. Tarım toplumlarının insanları biliyorlar ki doğaya hakim değiller. Başka bir güç var. Yani ne zaman yağmur yağar, ne zaman kuraklık olur, ne zaman sel baskınları olur, ne zaman kıtlık olur. Bu, insanın kendi gücü içinde değil. Başka bir üstün güç var. Bu üstün güç ne? Bu üstün güç tanrı, Allah, büyük yaratıcı. Dolayısıyla kaderi onun elinde. Onun elinde olduğu için onunla iyi geçinmek zorunda. Fakat endüstri toplumlarına geçişle bir büyük değişim oluyor. Siz fabrikanızı kurduktan sonra, fabrikanızın günde kaç saat çalışacağını, ne kadar ürün vereceğini, ne çeşit ürün vermek uygun olacağını siz kendiniz tayin edecek durumdasınız. Burada Allah ile aranızda artık bir anlaşmaya gerek kalmıyor. Burada kendi bilginiz, kendi kaderinizi tayin etmekte mutlak güçmüş gibi görünüyor. Tabii acabası var. Şimdi, burada, ben şöyle bir görüş içindeyim. Tarım toplumlarında esas olan doğa ile ilişki. Burada temel değer tanrı. Doğayla ilişkiyi düzenleyen o. Endüstri toplumlarına geçtiğimizde tanrı artık bireyin kendisine mahsus bir iç mesele haline geliyor. Ama toplumun kaderini tayinde adeta gereksiz bir unsur haline geliyor. Burada ne gerekli unsur haline geliyor. Madde. Maneviyat dünyasından maddi dünyaya geçiliyor.

Hayrettin Bey’in benim büyük saygımı, hayranlığımı kazanan bir tarafı var. Benim Hayrettin Bey’i tanımam herhalde bir on beş yılı buldu. Kendilerini tanıdığım zaman henüz TEMA Vakfı kurulmamıştı. Yalova’daki arboretumda bir ortak tanıdığımız bizi bir araya getirmişti. Ben orasını gördüğümde çok etkilendim. Böyle bir çalışmayı gerçekleştiren kişiye çok büyük bir hayranlıkla saygı duydum. İşin ilginç tarafı, Hayrettin Bey, Türkiye’nin sayılı sanayicilerindendi. Sanayinin çok önde gelen bir kişiliğiydi. Hayrettin Bey’in soyadının belirttiği gibi bir sanayi markasıydı. Şimdi, burada ilginç bir nokta var. Biz, bir tarihi oluşum görüyoruz. O nedir? O tarihi oluşum, doğanın ve manevi değerlerin terk edilip sanayinin ve maddi değerlerin ön plana çıkması. Tarihi oluşum bu. Ama özel bir durum var. İşte bunu ben bilhassa Hayrettin Bey’den bu vesileyle açıklamasını rica edebilir miyim? Türkiye’nin en önde gelen, en seçkin sanayicilerinden birisi, tedrici olarak sanayi dünyasıyla bütün ilişkilerini kesip kendisini bütünüyle doğaya adıyor. Dışarıdan bakıldığında garip bir durum. Yani, birçok doğacı var ki, doğal olarak doğacılar. Ama sanayiden doğaya geçiş özel bir durum. Bu geçiş konusunda, Hayrettin Bey acaba, onun için çok özel değilse, bizi bu dönüşümüyle ilgili olarak bir miktar aydınlatabilir mi?

HAYRETTİN KARACA: Ben teknolojiye karşıyım. Ne zaman oluştu bu? Çocuklukta oluştu. Ben köy köy geziyorum, bir kasaba çocuğu olarak ve bu hayatı çok seviyorum. Altı yedi yaşındaydım. Ne yapılıyorsa köyde, her şeyi yapmaya gayretliydim. Buğday ekiyorduk derede. … … Böyle elekten süzüyorsun, bir kere daha, bir kere daha. Sonra kurutulması lazım. Hasırlar yayılır. Üzerine bir çarşaf örtülür. Buğdaylar serilir. Ama onu koruyacak bir … ihtiyaç var. Kuşlar var. … … Bağbozumu, sabah beni erken kaldırmazlarsa, çünkü erken toplanır üzüm, kıyameti koparırdım.

Ben Bandırma doğumluyum. Bandırma’nın köylerinde geziyordum. Biz çardakta yatarız mesela, bostan bekleriz. Sabahleyin tan yeri ağırınca, … … duyarsın çıtır çıtır. Sabahleyin kalkarsın, yiyecek bir şeyin yok. Hemen gider bir karpuz seçersin. Karpuz kesilmez. Bıçağı vurdun mu patlar. O kadar serttir. Bıçağı yarım sokarsın, … kesersin, … … kestiğin kapağı yerine koyarsın, bir vurursun, açılır, göbeği çıkar. İşte israf orada başlar. … çekirdeklerini bırakırsın, başlarsın göbeğini yemeye. Suları akar üstüne başına ama olsun ben bayılırım. Harman dövülecek. Cılız bir çocuğum. Tabii … … beni de bindirirler. Fakat bir taş koyarlar ki o ağırlık olsun diye. … … … … Fakat hayvan dolaşırken pisler, ihtiyacı gelir durur ama yürürken yapmaz o işi. Durur, kuyruğunu kaldırır. Hemen sen orada alacaksın. Tenekeyi yarım keserler kürek gibi. Sapından tutacaksın da işiyorsa, pisliyorsa, onu harmana döktürmeyeceksin. … … … Sonra beni gelip alırlar, kaldırırlar, harman yerini temizlerler. Fakat bir gün … … … Bandırma’da, orada idim, May…’a doğru gidiyorum, … Ovası’na indim. Harman yok. Harman yerlerinde faaliyet yok. Harman yeri güzel bir yerdir. Aşağıya doğru çamurlanmıştır, beton gibi olur da, buğdaylar falan karışmasın diye özel bir yeri vardır. Sonra tan yeri ağardı, sonlara doğru geldim, sordum, dedim ki, bu sene niye harman yok? Harman makinesi geldi dediler. İşte o günden beri ben teknolojiye karşıyım. Benim hayallerim bitiverdi. Ben böyle başladım. Zaten iş hayatına girdiğimde … emekli olacağım diye düşünüyordum. Bizim zamanımızda ananın babanın dediği emirdi. O çocuklar için en iyisini düşünürdü o. Babam esnaf olacaksın dedi, biz esnaf olduk çıktık. Ben tarih ve edebiyat okumak istiyordum. Olmadı. Esnaf olduk, sanayici olduk vs.

Teknoloji işsizlik üretir. Ben teknolojiye bu yüzden karşıyım. Teknolojinin esas görevi işsizlik üretmektir. Bakın ben sanayiciyken, 800 işçi ile yaptığım bir işi, fuarlara gidip o makineleri görünce hemen alırdım mecburdum çünkü … … 700 işçiye indirirdim. Aynı işi 700 işçiyle yapmaya başlardım. Bir fuara daha giderim, bakarım yeni teknoloji gelmiş, onu da alırım, gene işçi çıkarırım, 500’e iner. İşçileri çıkarmak zorundayım. Ama bunun çaresi var. Ben dünyayı kirletmek için gelmedim. Ben insan olduğum için … … Çevrem var, doğayla olsun, toplumla olsun, ben onun içinde … … mutlu olmam lazım. Ben Anadolu insanının o kültürünü yaşamışım. Onu özlüyorum. … … … Yoksulumuz vardı ama açımız yoktu. … … … Komşusu aç yatırmazdı. … … … … Ancak onun da çaresi var. Ben dünyayı kirletmek için, dünyayı yok etmek için gelmedim bu dünyaya. O halde teknoloji eğer işsizlik yaratıyorsa çaresi var. Ben bir ay çalışayım, yine aynı üreteyim, ne üreteyim, yaşam için, gıdam için, giyinmem barınmam için, eğitim için, ne varsa onu üreteyim, orada durayım. Herkese iş bulayım. Bir bölümünü işsiz yapmaya gerek yok. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin ben o kadar daha az çalışarak… Ben yeni bir düzen arıyorum. Yaşanabilir dünya… …Survival. Survive’i artırayım, …’ın ne olduğu umurumda değil. Yaşanabilir dünya arıyorum ben. Yoksa yokum ki. Bindiğim dalı kesip gidiyorum. Kirletiyorum. … … … Temel avcı. Aldığı zaman eline tüfeği hareket eden her şeyi vuruyor; yılan olsun, kertenkele olsun, kuş olsun. Her şeyi vuruyor. Yolda gençler bunu çeviriyorlar. Diyorlar ki, Temel sen ne yapıyorsun? Avlanıyorum, diyor. Avlanıyorsun ama doğanın dengesini bozuyorsun. Ne kadar anlatmak isteseler de bir türlü anlatamıyorlar. Hırpalıyorlar. Dövüyorlar. Temel kan revan içinde eve geliyor. Görüyorlar ki üstü başı perişan, Temel sana ne oldu diye soruyorlar. Sormayın, diyor, ben … … yengesunu bozmuşum. Şimdi olay bu. Farkında değil adam yaptığının.

Şimdi bakın, bu doğal dengeden, gelelim biyo-teknolojiye. Dünyadaki bütün canlılar birbirini tahrip … … , evet birbirinden yararlanmak için, hepsinin varlığını korumak için, sonuna kadar kimse kimseyi öldürmez. Sonuna kadar değil. Demek o denge var. Bir eko sistem var. O eko sistemi ben tahrip etmek için, onun içine getiriyorum bir canlı daha koyuyorum. Mesela bir ormana gidiyorum, o ormanda olmayan bir ağacı daha oraya koyuyorum. O eko sistemi kirletiyorum, bozuyorum, işte oradan başlıyor iş. Biyolojik istila diye bir … … onu göndereceğim. İstediğiniz kadar oradan, ben söylemiş gibi yorumlayabilirsiniz. Florida’da bataklıkları kurutamıyorlar. 30’lu yıllarda. Sıtma var, hastalık var, bir türlü baş edemiyorlar. Biri öneriyor, melo… … diye bir bitki var Avusturalya menşeili. Onu kullanın diyor. Hakikaten … bataklıkları kurutmaya başlıyor. O kadar revaç görüyor ki, fidancılar, üreticiler tohum ve fidan yetiştiremiyorlar. 600 bin hektarlık alan üç sene sonra tamamıyla kurtuluyor. Herkes rahatlıyor. Fakat kaşınma başlıyor, nefes darlığı başlıyor. Ne oldu, kim yaptı bunu? Çıkardığı enzimlerden oluyormuş bu. … … … … Kesiyorlar, daha hızlı büyüyor. Yakalım diyorlar, daha hızlı gelişiyor. Fakat kökünden çıkardığı enzimlerle tüm doğal eko sistemi öldürmüş. Hiç başka canlı yok, tek o kalmış. … … Bozmuş. Demek ki oraya bir … koyarken daha iyi düşünmek lazım. Gene başka bir örnek: Tanzanya ve Kenya’nın, Uganda’nın ortak olduğu … … …. tatlı su levreğini oraya atmışlar. Çünkü levrek çok makbul. Derisi, … … … çok para getiriyor. Onlar da zengin olmak istemişler, almışlar Nil’deki levreği oraya atmışlar. 400 balığı yemiş bitirmiş. Ormanları yakmışlar, kesmişler … olarak satmak için, ormanları da bitirmişler. Sonra, bir denge varmış, alglerin geçindiği bir balıklar varmış, o balık olmayınca algler de başlamış daha hızlı büyümeye, sudaki oksijeni tüketmeye başlamışlar. Peki soruyorum şimdi, niçin acaba Nil’de bunu yapmıyor? Niçin o mel… doğal vatanı olan Avustralya’da öyle yapmıyor? Çünkü hepsini dengede tutan başka canlılar var. Bugün mesela al…us dediğimiz … ağaç var. Türkiye’yi istila ediyor gittikçe. … … … … Buna biyolojik istila diyoruz. Ama o kendi vatanında, Çin’de uslu uslu duruyor. Biyo-teknoloji ile getirsen, daha da berbatını getiriyorsun. Bilmiyorsun. Fransa’ya 200 yıl önce giden Osmanlıların götürdüğü güvercinlerin zararı bugün çıkıyor. Çünkü onun karşılığı yok. Bu biyo-teknoloji ile bunların daha da beteri olacak. Acaba ben doğayı tanısam, orada teknoloji var, bilim var, beni yaşatmak için … … … ama bir ben zararlıyım. İnsanoğlu doğanın içinden çıkar, mutlu. Ama doğayı tahrip et, ben kalayım, yaşayamam. İşte ben doğanın … bozuyorum, bu teknolojiyle bozuyorum. Şu andaki söyleyeceklerim bundan ibaret ama daha çok söyleyeceklerim var.

AYŞE GÖZEN: Ben bu dönemlendirmelere katılıyorum. Hem Teoman Bey’in yaptığı dönemlendirmeye, hem de Halit Bey’in yaptığı dönemlendirmeye; farklı adlar verebiliriz buna. Pre-modern, modern- post-modern diyebiliriz, pre-fordist, fordist, post-fordist diyebiliriz. Pre-fordist dediğimiz dönemde, ben bunun üzerine yazdığım için fordist tanımını kullanacağım, tarımın … … bir toplum. Fordist dönem dediğimiz dönem, sanayi toplumu, artık kâr üzerine, verimlilik artışı üzerine, işçinin azaltılması üzerine kurulmuş bir düzen. Şimdi biz, post-fordist topluma geçiş, yani bu fordist toplumun getirdiği sıkıntıların, artık insanlar ayırtına varıyor ve bir geçiş dönemi. Şimdi buradan biyo-teknolojiye gelirsek, o teknolojiyi, fordist çıkarlar doğrultusunda kullanmak da mümkün, post-fordist nasıl bir toplum, nasıl doğaya döneceğiz, bunun yararına da kullanmak mümkün. Nitekim ben de bir senaryo yazdım, her ne kadar sinemacı değilsem de. İşte post-fordist … biyo-teknolojiyi … … … olarak ve post-fordist toplumda kullanarak tekrar boş zaman yaratmak, boş zamanlarımızı en iyi şekilde kullanabileceğimiz bir düzen, işte yanmayan ormanlar, yani diyorsunuz ki Nil balığı geliyor başka yerde … şimdi bunu daha önce bilmiyorlar, burada biyo-teknoloji falan yok, alıyorlar adamlar fordist düzende, nerede ben daha çok yetiştirebilirim, koyuyor. Halbuki genetik biliminde onun nedeni, niçin Nil’de yaşıyor da orada yaşamıyor…

HAYRETTİN KARACA: Nil’de yaşamıyor. Nil’de diğerleriyle beraber yaşıyor. Orada diğerlerine bir zarar getirmiyor.

AYŞE GÖZEN: Tamam. İşte bunun bilimini çözmek mümkün oluyor, değil mi? Bunu deneme-yanılma ile değil de, biliyor olarak, yani onların geni, o gen ihtiyacı nedir o dengeyi kurup o dengeyi tüm dünyaya mal etmenin potansiyelini taşıyor bu bilim. Dolayısıyla bunlar doğal, doğaya yakın yaşama, orman yangınlarından kurtulmak mesela, ateşe dayanıklı… Sonuç olarak, benim hayalimdeki, post-fordist toplumda, dünyada bu genetik biliminin ve biyolojinin de yardımıyla, doğayla barışık, sürdürülebilir bir düzen kurulabilir, en azından öyle bir potansiyelimiz var.

HAYRETTİN KARACA: Bir sual geliyor aklıma; teknoloji geliştikçe bunu sermaye benim lehine mi kullandı bunu, aleyhime mi kullandı? Teknoloji geliştikçe insanlar daha mı mutlu oldular, daha mı doydular, adaletli bir paylaşım düzeni mi kurabildik? Amerika’da 22 kişinin geliri, şahıs olarak, dünyada, 48 ülkenin yıllık gelirine eşitmiş 1990’da. Bugün 3 kişinin yıllık kazancı aynı 48 ülkenin gelirine eşit hale gelmiş. Sermaye korkar. Güçsüzdür. Birleşir. Rekabeti de önlemek istiyorlar şimdi. Dünyada büyük büyük firmalar birbirleriyle birleşiyorlar. Niye? Çünkü korkuyorlar. Sömürememekten korkuyorlar. Adam sömürmeden yaşayamamış. Geleceğini sömürerek kazanmış. Bunlar bana bugün insan hakları diye ders veriyor. Düşünün. Onun için ben soruyorum. Teknoloji bugün varsa, geliyorsa, acaba insanlar daha mı mutlu, yoksa daha mı fazla acı çekiyorlar? Fakirlik artmıyor mu? Teknoloji buna çare bulmaya niyetli mi? Kim kullanıyor teknolojiyi? Ben kullanmıyorum. Benim lehime değil.

AYŞE GÖZEN: Araya bir parantez açalım. Bunu burada dediğiniz anda, sizin gibi şimdiye kadar teknolojinin uzağında kalmış toplumlar için daha fakirliğe girmek anlamına geliyor.

HAYRETTİN KARACA: Ama teknolojinin dengeli bir dağılımı yok, belki sorun oradan kaynaklanıyor. Fakir daha da fakirleşiyor.

TEOMAN DURALI: Bu bayağı göreli bir şey. 1981de bir arkadaşımla birlikte. Toroslar’a çıktık. Orada Yörükler obalar hâlinde yaşıyorlardı. Kışın, kışlak denilen, ovadaki köylerde oturuyorlar, yazın da yaylaya çıkarlardı. Keçi kılından çadırda oturuyorlar. Yol, su, cereyân yok. Aşağı yukarı yüzlerce yıllık hayatlarını önemli ölçüde tekrarlıyorlar. Toplumda, burada ayrıntısına giremeyeceğim, bir denge hâkim. Gözle görülebilecek bir denge var; insan ile doğa ve insanların kendi aralarında. Çok sağlıklı bir denge. 1986da tekrar aynı yöreye gittik. O tarihte aşağıya köylere ışık, yol ve su gelmiş,. Yukarıya, yaylaya çıkmaz olmuşlar. İşsizlik var. Hayvanları satmışlar, hayvancılıkla uğraşmıyorlar. Gençler şehre inmiş, hastabakıcılık, hademelik yapıyor, ayak işleri görüyorlar. Kopma var. Televizyon felâkatine marûz kalmışlar. Televizyonla birlikte yapyabancı bir hayat sürmeğe koyuluyorlar. Bunun yarattığı çeşitli dalgalanmalar; karı–koca ilişkilerinde, çocuk ile anne–baba ilişkilerinde bir sürü benzer şeyler ortaya çıkmış. Kısacası, toplum dediğimiz zincirin halkaları dağılmış durumda. Bir tatsızlık ve sürtüşme ortamı ortalığı kasıp kavuruyor. Rol modelleri tamamıyla değişmiştir.

Bilgi güçtür de nereye dek güçtür ve ne işe yarar? İlk gittiğimizde 36 çocuğa sorduk, Türkiye’nin başkenti neresidir diye. Bunların yüzde 40ı Karsantı cevabını verdi. Karsantı, Adana’nın nahiyesi. Bir kısmı Develi dedi. O da Kayseri’nin kazası. Üç yahut beş çocuk Istanbul dedi. Ankara diyen çıkmadı. Şimdi biliyorlar artık. Istanbul, insanımızın nirengi noktası. O ikinci gidişimizde televizyondan Ankarayı, şunu bunu, açık saçık sevişme yollarını öğrenmişler. Fakat nasıl ata binilir, keçi sağılır, çadır çatılır yahut bozulur, hangi otun hangi rahatsızlığı giderebileceği; bunlar unutulmağa yüz tutmuş. Buzdobalı, elektrikli süpürge girmiş. Eve hasredilen vakit ile emek azalmış; dolayısıyla ev, yuva olma niteliğini git gide yitirmiş. Demin beğefendi anlattı, biçerdöverin girmesiyle yersiz kalan işkolları aylaklığa mahkûm. Orada soğutucu kullanılan birtakım teknikler vardı eskiden. Bunlar kalkmış ortadan, onların ustaları da işsiz kalmışlar. Benzeri bir durumu, Grönlanddaki insanlar yaşıyorlar. Adamlar yaşama mücâdelesinden kesilmişler.Evlerinde rahatları sağlanmış. İlk bakışta olumlu bir şey gibi gözüküyor. Ama değil. Grönlandda 1988de intiharların yüzde 20 arttığı belirlenmiş. Hayatın derin manâsı mücâdele irâdesi ile kâbiliyetinde yatar. Aşk, dayanışma, fedâkârlık, hep mücâdeleyle el ele, kol kola yürüyen insanî tavır ile tutumlardır. Küresel olarak bunu örnekleyebiliyoruz. Yaşatan bilgi kutsaldır. Cep telefonun, arabanın nasıl kullanılacağının; Alinin külahını Veliye giydirmenin, borsadan, kumardan üstün kazançların temininin; rock and roll’u mükemmelce becermenin bilgisi yaşatan bilgiler değildir. Kendimi ve başkalarını yoketme bilgisi, elhak, silâhtır. İstenen bumudur? Günümüz mekruh küresel medeniyetin taleb ettiği budur.

Şimdi teknoloji iyidir, güzel, iyi bir unsur. Çare buluyor, kendi kendini yeniliyor. Meselâ sürdürülebilir doğadan bahsediliyor. Şimdi birincil doğa ormanı yıkıyorsunuz, yakıyorsunuz. Arkasından yeniden ormanlaştırıyorsunuz; en iyimser bir çözümle diyelim. O, sürdürülebilir oluyor. Hayır, efendim. O birinci derecedeki ormanın zenginliği, varlık çeşitliliği öbürlerinde yok. Ben bunu bizzat gözlemledim Malezya ile İndonezyada. monokültür olmasa bile ona doğru bir gidiş var. Çeşitlilik ortadan kalkmış gözüküyor. O çeşitliliğin olmayacağını baştan kestiremiyorsunuz. Bilim çok aldatıcı bir durumdadır. Dışarıdan bakan insanlar, doğrudan doğruya bilimin içinde olmayanlar, bilimin her şeye cevap getirebileceğine inanmaktadırlar; bir çeşit ilahî, mucizevî bir hadise gibi. Hâlbuki bilimde deneme ve yanılmanın sonucunda birtakım sonuçlara ulaşılır ve deneme-yanılmayla sonuçlara ulaştığınızda iş işden geçmiş oluyor; o orman , nehir gidiyor, deniz bitiyor, geri getiremiyorsunuz. Bu şartlar altında bugün dünyada çözüm imkânı kalmamıştır. Yaşamanın sürdürülebilir olması ancak dünyayı terketmekle olacak herhalde. O seviyeye taşıdık hadiseyi.

AYŞE GÖZEN: Bu senaryoyla yaşamak çok zor olsa gerek. Yani nasıl yaşıyorsunuz böyle bir senaryoda?

TEOMAN DURALI: Sizi de bu senaryonun farkında olarak yaşamaya davet ediyorum çünkü gerçeklik bu.

AYŞE GÖZEN: Umut görmek istiyorum. Bunu yapabiliriz. Teknoloji iyidir diye bir şey söylemedim. Teknoloji ne için kullanılırsa, hangi amaç için kullanılırsa o amaca bağlı olarak iyi ve kötü sonuçlar ortaya çıkar.

ÜLKÜ KARAOSMANOĞLU: Teoman Bey’in bakış açısından konuya yaklaşıldığı zaman –ki o bakış açısından mevcut duruma yaklaşıldığı zaman ‘sürdürülebilir kalkınma’yı, ‘sürdürülebilir kâr’ olarak anlayan ve bu amaç uğruna kutsal olan ne varsa buldozer gibi üzerinden geçen sistemin rotası bir uçuruma, dolayısıyla umutsuzluğa çevrili- teknoloji kontrolsüz biçimde kâr hırsıyla atbaşı gittiği sürece doğayı da insanı da ezip geçecek. Sistem dışına çıkabilmiş tek örneğin de Marks olduğuna işaret etti Teoman Bey. ‘Dinsiz’ bir toplum öngördüğü için de mukavemetle karşılaştı. Peki, gelecekte umutsuz olmamak adına sistemin tamamen dışından bir uyarıcıya mı ihtiyacı var dünyanın? Ya da meraka yönelik bilimin altını mı çizmemiz gerekecek? Gerçek bilim bu sistemin dışında mı kendini gösterebilir? Bu tabloda dinin yeri hakkında nasıl bir öngörüde bulunulabilir?

TEOMAN DURALI: Efendim, din de din olmaktan çıktı. Din de kapitalistleşti. Bugün dine dönelim deseniz, nasıl ki o ilk ormanları bulamazsak, o bozulmamış, sermayecileştirilmemiş dini de bulamayacağız artık.

ÜLKÜ KARAOSMANOĞLU: Peki, şuradan bir çıkış noktası bulunabilir mi? Bu, toplantıya katılanlar, çoğunlukla ve özellikle Batı referanslarıyla bulundukları noktaya geldiler. Türkiye’de okur yazar kim varsa her birisinin algı antenleri genellikle Batı’dan gelen yayın dalgasına ayarlıdır. Örneğin Rusya’da, Çin’de, Hindistan’da bilim yok muydu? Afrika’da düşünen insanlar hiç mi olmadı? Mısır’ın kültüründen insanlık tarihine kalan nedir? Batı’nın bilimi neden tartışılmaz? Bilimin tarihini Avrupa orijinli kaynaklardan öğrenirken dünyanın diğer kültürlerinin, bilimlerinin es geçilmediğini kim iddia edebilir? Dünya siyasetini sömürgecilik üzerinden kurgulamış bir uygarlığın örneğin doğunun kültürünü de, bilimini de yağmalamadığından nasıl emin olabiliriz?

TEOMAN DURALI: Karşıtlık, doğu-batı değil. Bu yanıltıcı bir şey. Hep bunu söylüyoruz. Böyle bir şey yok. Zihniyet olarak, anlayış olarak bir karşıtlık varsa o da arkaiklik ile modernliktir. Sermayecilik öncesi, eski dönem, sermayecilikle birlikte düşünüş ile duygulanışlar da kökten değiştiler. Eski dönemdeki zihniyetler üç aşağı beş yukarı birbirlerine benzerlerdi. Dokuzuncu yüzyıldaki bir Çinli, İtalyan, Ganalı okumuş yazmış biri ve hattâ adam okumamış yazmamış olsun; toprağıyla uğraşan insanların zihniyetleri birbirlerine benzerdi. O Doğuludur, bu Batılıdır falan filan değil. Bugün Doğulu dediğiniz, Doğudan anladığımız Şark dediğimiz olay, arkaikliktir. Garp dediğimizde de kastedilen modernliktir. Hepsi bundan ibarettir. Teknoloji ve sanayiye geçmiş insan ile geçmemiş insan. Az önce Halit Beğin belirttiği toprağın, tarımın insanı ile sanayiye geçmiş olanın ve burada sanayiye geçmiş olan, sermayeci olan adamı kalkıp da sırtını sıvazlamak, ikna etmek, sen hoşsun, iyisin doğayı kirletme, yapma etme demek, boşa kürek çekmektir. Adam, tapınılacak kadar harikulâde ağacı ekvator ormanından kestiriyor. Kollarını kavuşturmuş seyrediyor. Yahu, bu bir insanın devrilişi gibi, dramatik bir şey, koskocaman ağaç küt diye düşüyor aşağıya diyorum. Anlaşılmaz gözlerle bana baktı ve güldü. Bilâhare o ağaçtan ne imâl edilecek dersiniz? Pipoların filtresi. İmâl edilecek şey bu.

AYŞE GÖZEN: Pardon, burada şunu diyebilir miyiz acaba? Bir yerlerde birleşiyoruz, değil mi? Arkaik diyorsunuz, sermayeci diyorsunuz… Peki bunu yadsıyıp, yani bütün bu olanlara, önümüz karanlık gelmese, bu farklı … …se acaba bu sermaye sonrası, işte post-modern, post-fordist neyse, bu toplumu nasıl oluşturabiliriz? Yani, bu elimizdeki verilerle, buraya gelmişiz, bunu farklı şekillerde tanımlayabiliriz … …

ÜLKÜ KARAOSMANOĞLU: Teoman Bey bu çerçevenin içinden olumlu bir şey çıkartmak mümkün görünmüyor mu size?

TEOMAN DURALI: Bu ilişkiyi durduramazsınız. Şimdi kalkıp da Koç’a, Sabancı’ya, üretimini şu kadar düşür, doğayı daha iyi kullanalım nasıl dersiniz? Kabul edermi bakalım? Bugün petrol tröstlerine, deniyor ki, yapmayın, Alaskanın kuzeyini delmeyin, oranın çevre şartlarını allak bullak emeyin. Mümkün mü? Olmuyor. Adam bundan vazgeçermi? Kazanç elde etmek, tutkudur, tutkunluktur. Mâlî Sermâyecilik o tutkunluğun ideolojisidir. Sermâyeci müteşebbisin mahvedici tutkusundan vazgeçmesi için de elinizde ordular yok. Stalin’in lafı vardır, Papa’nın kaç tankı var, diye sorar. Şimdi Afganistan’ı bombalıyorsa, orayı yerle bir ediyorsa, niye bunu yapıyor? Afganistan Onüçüncü. yüzyılda yaşıyordu da ondan. Gördüğüm, yaşadığım bir ülke olmasından ötürü çok daha yakından biliyorum. Adamlar Onüçüncü yüzyıl, lafın gelişi; Onbirinci diyeyim isterseniz yahut Onbeşinci yüzyıla uygun bir tüketim içinde. Adam Dior kullanmıyor, Coca Cola içmiyor, hamburger yemiyor, şu marka ayakkabı giymiyor; sandaletle dolaşıyor vs. Yani bu, ne El Kaide’dir, ne Usame bin Ladin’dir; sırf onu sistemin içine çekmek, oraya da tüketim çılgınlığını sokmak, onları pazar haline getirmek maksat. Afganistan sözünü ettiğim çenberin içerisine girmeğe karşı direndi. Tüketiciliği bilmiyor değil, bal gibi biliyor. Fakat istemiyor. Kapısını kapatmış. Bugün İran da böyle. İran’ı da döve döve sistemin içine alacaklar. Çünkü İran da bu tüketime hayır diyor, bu sisteme, rejime hayır diyor. Uzun lafın kısası, yeryüzünün kaynaklarını düzelmeyecek biçimde yoketmişiz ve dolu dizgin yoketmeğe devâm ediyoruz. Yakmışsınız o ormanları, çöl olmuş. İnsan bunu bizzat görebiliyor. Ne kalıyor geriye çözüm olarak diye sordunuz. Bir tek, kullanılmamış kaynaklar olarak yeryüzünün dışında birtakım yerler var. Yeryüzünün üstünde, içinde artık kurtarılabilecek neresi var, bilmiyorum. Bir tek, Güney kutbu (Antarktika) kaldı belki.

HALİT REFİĞ: Evet, ben Hayrettin Bey’e dönüş yapmak niyetindeyim. Efendim, şimdi, gene burada Hayrettin Bey ile başlayayım. Teknoloji insanın lehine mi kullanılıyor meselesi. Bunu şu şekilde de söyleyebiliriz: Teknoloji iyiliğe mi kullanılıyor, kötülüğe mi diye bir soru da sorabiliriz. Bu soruyu sorduğumuz zaman, Teoman Bey şöyle bir görüş ileri sürdü. Doğu ile Batı arasında bir fark yok esas itibariyle. Ben Teoman Bey ile birçok konuda aynı paralelde düşünüyorum, çok yakın düşünüyorum. Ama Batı konusunda belki bir farklı düşünce içindeyiz. Doğu ile Batı arasındaki en büyük fark, bir zihniyet yapısı. Yani fark, diyelim ki, sanayi toplumları öncesinde, tarım toplumlarında pek görünür bir şey değil. Toprakla uğraştıklarında, toprakla uğraşan toplumlar birbirlerine benzer yaşam tarzları geliştirmişler. Görünür değişim, sanayi devriminden sonra, sanayi toplumlarının ortaya çıkmasından sonra keskin fark ortaya çıkmaya başlamış. Ama bunun öncesinde de bence Doğu ile Batı arasında çok büyük bir fark var. Bu farkı, Teoman Bey’in çok yakından tanıdığı, Kutadgubilig dergisinin son sayısında … ilgili bir yazı var. Peter Sloterdijk, günümüz Alman düşüncesinin çok ilginç bir düşünürü, bizim de yazarlarımız arasında yer alıyor. Sloterdijk, Doğu ile Batı arasındaki en büyük ayrımın, insanlığın önündeki en büyük dramın efendi-köle ilişkisi zihniyetinde olduğunu ifade ediyor. Bu efendi-köle ilişkisi, eski Yunan’ın insanlığa bir hediyesidir. Yani Eflatun’dan itibaren … demin … … …den bahsetmişlerdi, Aristoteles, ‘Nikomakhos Etik’ adlı kitabında, köleler olmasa zenginlik olmaz diyor, zenginlik ancak köleler sayesinde olur diyor. Şimdi, Yunanlı böyle bir gerçek geliştirmiş ve bu zihniyet, efendi-köle ilişkisi zihniyeti, netice itibariyle günümüze kadar süregelen bir zihniyet. Bugün de Amerika ben efendiyim diyor. Öbürlerine açıkça sen kölesin demiyor ama ben efendiyim diyor. Şu veya bu şekilde efendiliğimi kabul edeceksin diyor. Silahımın gücüne karşı gelsen bile, bilginin gücüne bir şey diyemezsin, bilginin gücüne bir şey diyemezsin, bak ben neler biliyorum, diyor. Biz burada bilginin efendinin kölesini kullanmada, kölesini zapturapt altında tutmada bir silah haline getirildiğini görüyoruz. Şimdi burada şu noktaya varıyoruz. Benim şahsi görüşüm, ben insanlığın başındaki en büyük belanın, insanın insana karşı efendilik taslaması olduğu düşünüyorum. İnsanlar mutlak olarak eşittirler demiyorum ama yaşama haklarında eşitler. Yoksa, değer açısından,

Meseleyi Teoman Bey kadar keskin koymayacağım ama ben de çok iyimser değilim bugünkü görüntüden. Ama, çıkmayan candan umut kesilmez meselinden kaynaklanarak umudun nerede olabileceği konusunda diyorum ki, umudun birinci şartı, insanın insana efendi olma zihniyetinin aşılabilmesidir.

Şimdi buradan başka bir alana giriyoruz. Sözü o alana taşıyıp devretmek istiyorum. Bizim şu ana kadar, konuştuğumuz hep teknolojiyle ilgiliydi. Yani, ilginçtir, atom fiziğiyle uğraşmalar ile insan hücreleri üzerine yapılan çalışmalar tarihsel olarak birbirine paralel. Her ikisinde de fizik vardır. Ama bizim belki çoğu zaman gündem dışı bıraktığımız bir mesele var, insan ruhu meselesi. İnsan ruhu konusundaki bugünkü bilgimiz ilk insanın bilgisinden çok daha ileride değil, belki de değildir. İnsan ruhu konusundaki bilgimiz, yani insanın ruhu olduğu idrakinden bu yana o konudaki bilgimiz gelişmiş değil. Çok karmaşık bir mesele. Hiçbir zaman da insan ruhunu, insanın biyolojik hücreleri gibi tanıma imkânının olabileceğini sanmıyorum. İnsan ruhunun bütün özelliklerini kavrayamazsak bile bir mesele var. İnsanlar bununla çok ilgilenmişler. İnsanın kötülüğe temayülü. Bildiğimiz bir şey var ki insan kötülüğe meyilli bir yaratık. Bütün dinler bunu ifade ediyor. İnsan yaratılıyor, Adem, arkasından Havva, derken, cennetten kovuluyorlar. Prometheus’un tanrılar tarafından cezalandırılması neden? Ateşi tanrılardan alıp insanlara veriyor. İnsanlar ateşi sadece yemek pişirmek ya da demir dövmek için kullanmıyor. Ateşi başka insanları yok etmek için de kullanıyor. Şimdi, biz bu örnekleri çoğaltabiliriz. İnsan ruhunun varlığını idrak ettiği andan itibaren insan ruhundaki kötülüğe temayül de keşfedilmiş. Şimdi, ben diyorum ki, acaba insan ruhundaki bu kötülük temayülü, Hayrettin Bey’in teknoloji insanın lehine mi kullanıldı, aleyhine mi sorusuyla yakından ilgili. Birçok yazarın, düşünürün ileri sürdüğü mesele ileri teknolojinin kötü ellerde ne dehşet verici sonuçlar ortaya çıkartacağı. Şimdi, belki cevap verilmesi çok zor bir soracağım. Bu soruya ben Teoman Bey’den başlamak istiyorum. Teoman Bey’in felsefi bilgisinden ötürü. İnsan kötülüğünün engellenmesi, sınırlandırılması imkanı var mıdır sizce?

TEOMAN DURALI: Bu sorunun iki cevabı mümkün. Birincisi, biraz önce belirttiğiniz, manevî, ruhî, öbürüsü de maddî açıdan bakılırsa. Ruh manevî asıllı değil de, maddelerin etkileşmesinden doğan bir güçse, o takdirde, kötülüğe yol açan unsur maddece tesbit olunur. Diyelim ki bu bir gendir. O geni yok ederseniz, kötülüğün de önünü kesmiş olursunuz. Bu böyle değilse, ruh maddî menşeli değil de maneviyse, o takdirde insanlığın iyiye yöneltilmesi bir rejim sorunudur. O rejimin de dayanağı eğitimdir. Eğitimden başlarsanız. Önemli bir tartışma çıkmıştı bir zamanlar: Biyolojide, eğitim mi, genler mi diye. Yetiştirme mi, doğa mı? Ben, aciz ve naçiz bilgilerimin çerçevesinde, bir yetiştirme olayı olduğuna kani oldum. Tabii ki düzeltilemeyecek çeşitten insanlar var.. Dinin, “biz onların kalplerini mühürlerdik” dediği. Bunun ruhhekimliğindeki (psikiyatri) karşılığı ruh hastasıdır (psikopat). Teolojinin mühürlü kalp dediği ruhhekimliğinde ruh hastasıdır (psikopat). Dengeli, olağan görünür. Savaş anılarından dinlediklerim uyarınca düşman hücum ederken ateş edilir. “Öldürmezsen, karşındaki seni öldürecek” düstûru. Güzel. Ama düşman çekilirken kaçanın arkasından ateş etmeğe devam edenlere ne demeli? Bundan zevk alanlar var. Öldürmekten tarifsiz zevk duyanlar. Çocukluğumuzda da görürdük, kertenkelenin kanadını koparanlar olurdu. Tutmuş, meselâ, kedinin kuyruğunu kesiyor, hayvanın duyduğu acıdan zevk alıyor. Onu düzeltemezsiniz. Onu artık, bilemiyorum, yine siyaset ile hukuk düzeninize kalmış bir şey; idam mı edersiniz, hapse mi atarsınız, ne yapacaksanız yaparsınız. Ama düzelmiyor. Onun dışında, büyük çoğunluk, eğitimle düzeltilebilecek insandır.

Ruh, gerçekten manevî kaynaklı olaysa, maddenin etkileşmesinin sonucu değilse ve işin içine dini karıştırmak istemiyorsanız, din artık hayatımızdan çıksın diyorsanız, ne yapmak lazım? Bu durumda, insanı ve ruhunu maddîleştirmeniz gerekir. Bugün yapılan da budur. Amerika başta olmak üzere, onun öncülüğünde yürüyen Sermâyeci dünyanın yaptığı budur. Ruhu maddîleştirmek iki yoldan mümkün. Yine eğitim. Propaganda. Reklam yoluyla beyin yıkama hadisesi. Öbür ideolojiler de bunu yapmışlardır, gerek Nazism gerekse Komünism de bunu yapmıştır. Ama en başarılısı, uzun süreli olduğundan, Sermâyeci düzendir. Sürekli bombardıman altındasınız. Bu yüzden, doğayı yıpratma sürecinin dışına çıkamıyoruz. En basiti, kullandığımız ışığın lüzumsuzluğunu düşünelim. Kullandığımız suların israfını düşünün. En bilinçli, doğacı insanlar bile bunu yapıyorlar.
Reklam ile propaganda yönüyle ruhun maddîleştirilmesi olayı vardır. Daha ötesi, insanın biyolojik olarak belirlenmesi olayı vardır. Bütün araştırmalar, çalışmalar bu maksada yöneliktirler. Gen ve genetik mühendisliği, insanı temelden belirlemek, istenen belirli tipte insanı ortaya çıkartmak. Şu anda işte bu kopyalama işine gelinmiştir. Tabîî bundan daha sonuç alınmadı, yol uzun gözüküyor. Ömrünü, davranışlarını belirleyeceğim. Tepkilerini belirleyeceğim. Burada kaza ihtimallerini en aza indirmek isteniyor. 2001 Uzay Macerası filmi vardı, biliyorsunuz, harikulade bir filmi, Stanley Kubrick’in. Oradaki bilgisayarı düşünün. Bilgisayar bir anda bir karakter özelliği gösteriyor. Bu istenmiyor, bu olmaması lazım. Olduğu takdirde bu düzen yürümez. Bu düzenin de yürümesi hayatî bir olaydır, yoksa hepimiz aç kalırız, gideriz. Şimdi, bu saatten sonra, demin başta Ayşe Hanım olmak üzere benim bu umutsuzluğuma tepki gösterdiniz, sevimsiz buldunuz, karşı çıktınız, dediniz ki, bu şartlar altında çıkmayan candan umut kesilmez. Can, ruh demektir. Can olmadığı takdirde, artık ona umut beslemenin de lüzumu kalmaz. Bugün Çin’in nüfusu 1 milyar 300 milyondur. Çin, bu nüfusu beslemek durumunda. Kopyalanmış buğday tohumu kullanmak mecburiyetindedir. Bu ne yaratacaktır? Sadece tarım alanında değil, insan tabiatı üzerinde ne gibi etkisi olacaktır diyor muyuz? Hani bilim her şeyi biliyordu, her şeye cevap veriyordu? Çin’i bundan vazgeçiremezsiniz, kimseyi vazgeçiremezsiniz? Yarın Türkiye’de, belki şimdi de bu uygulanıyordur bu tür tohumlar. Aynı şekilde, Sibirya’da, yeni bir tohum ekilmek isteniyor, donmaya karşı. Orta Asya’da tarımı fazlalaştırmak, üretimi çoğaltmak, bilhassa pamuk üretimini çoğaltmak için dev sulama projeleri gündeme sokulmuştu 1960’lı yıllarda, Kruşçev zamanında. Orta Asya ve Aral Gölü bugün, kocaman bir gölden küçücük bir neredeyse pis kokulu birikinti haline getirildi. Demekki çözüm iki türlü mümkün. Ya maddî, ya da manevî. Ama manevî olanı bana çok uzak görünüyor. Gündemden çıkarılmış gibi. Kala kala, maddî şartlar kalıyor. Ben her yıl bana gelen birinci sınıfları gördüğümde bu ikinci yöntemin çok başarılı olduğuna da kaniyim artık. Tek biçimli insanlar çıkıyor. Monokültür insanlar. Aynı şeye gülen, aynı şeye üzülen, aynı şeye aynı tepkiyi veren. Bu yolda gelişme var. Bunun, Yirmibirinci yüzyılın temel gelişmesi olacağı kanısındayım.

HALİT REFİĞ:
Hayrettin Bey, siz çok ilginç bir deney yaşadınız. Dünyadaki doğal dengeler meselesi, ilk ortaya çıktığında, hatta bu mesele ilk defa dünya çapında söz konusu olduğunda, gerçi ilk olarak 1972’de Stockholm’deydi ama dünya çapında ses getiren 1992 yılında Rio Yeryüzü Zirvesi’ydi. Siz de orada bulundunuz. Orada sorunun dile getiriliş şekline şahit oldunuz. Teoman Bey’in bahsettiği ilgisizliklerin bir örneğini o tarihteki ABD başkanı George Bush’un bildiriyi imzalamadan Rio’yu terk edişini, bütün bunları yaşadınız. Bu karanlık tabloya rağmen, siz TEMA deneyine girdiniz. Siz, dünyanın içinde bulunduğu bu karanlık durumu ilk defa sarsıcı bir biçimde ifade eden Rio Yeryüzü Zirvesi’nden itibaren, bu geldiğimiz güne kadar, Türkiye’de bu konuda en dikkate değer toplu hareketlerin başında, önünde, içinde bulundunuz. Sizin yaptığınız çalışmaların bugün itibariyle bir sonucuna bakarsak, Teoman Bey’in umutsuzluğunu doğrular istikamette mi, yoksa Teoman Bey’e de umut verecek bazı gelişmeler elde edildi mi?

HAYRETTİN KARACA: Sorun varsa, çare de vardır. … … … … … O onu imzalayamazdı. Çünkü o oraya harp ve kimya sanayinin desteğiyle gelmiştir. Onu kaybetmek … Oğlu da böyle. Konuşmalarımda, bunun babası da Bush’tu diyorum. … çıkmamış. … … … … Şimdi olay bu. … … … … insan var bu dünyada. Bakın, dünyada, globalleşme süreci içinde, bir sürü karşıtlar var şimdi. Bunlar büyüyor mu, küçülüyor mu? Büyüyorlar. Seattle’da olan olay, biliyorsunuz. … … … İki sene sonra. … … … kırmadılar, dökmediler, uslu uslu oturdular. Ama toplantı yaptırmadılar. … … … Toplantıya mani olmak için canlarını ortaya koydular. Polisin müdahalesine hiç ses çıkarmadılar. Tevkif edilenler hemen usul usul gittiler. Bu olayı ertesi günü IMF’ye ve Dünya Bankası’na destek verenler de bu olayı yazmak zorunda kaldılar. Demek ki bir mesaj verilebiliyor. … … … … … ama görevi bize vermiş, insana vermiş. Peki bugünkü yıkıntıyı, tahribatı, bu zaptedilmez tüketim toplumunu … tüketmeden mutlu olamıyor insanlar. … … … Çare belli. … … … Yeni bir yaşam ahlakı, yeni bir tüketim ahlakı diyorum. Utanma diye bir kelimenin üzerinde duruyorum. … … … … … İnsan vicdanı hala var. Bu bitmedi daha. Çünkü dünyayı yaşanılır kılmak için uğraşanlar var bugün. Kime karşı? Sermayeye karşı. … … … … Nümayişler yapıyorlar. Var yani. Ben bu haftanın başında Ankara’da katı atıklar yahut atık su … … … bakanlığının müşterek düzenlediği … … … konuştular. … … … … … … … Şöyle bir sual … … acaba, dedi, siz uğraşıyorsunuz bu kadar, bir de kirleten öder diye bir yasa çıkarmışsınız ve sonuç almaya da gayret ediyorsunuz, acaba … … arttıkça daha çok mu kirletir dünyayı, daha az mı? … … … … huzura kavuştum artık. Ben bir hafta evvel iki tane gazete aldım tesadüfen. Üç magazin bir gazete alıyorum. Hürriyet, Milliyet Sabah, bir de Cumhuriyet. … … … … Kadın hakları, kadın hakları diyorsunuz ya… …. Ortaksınız şimdi. … … Sizi satarak, sizin üzerinizden geçiniyor. Acaba bugün çıplak kadın basmazsa tirajı ne kadar olur? Şimdi, eğer diyorum, geçen gün aldım iki tane gazete, bir tanesi Cumhuriyet. Beni her gün görevlendiriyor. Türkiye’nin sorunlarından, dünyanın sorunlarından … … … Bir de baktım, Hürriyet’i aldım … … Oh yarabbi. Bir kız varmış, o onu kaçırmış, ne olmuş falan… … … … Bütün sayfayı doldurmuş. Sağ tarafta bir hanım resmi var. Sol tarafta futbolcular var. Hiç başka bir şey yok. … … Ne güzel rahat ettim ya o gün. Allah razı olsun o gazeteden. Beni dünyanın meselelerinden kurtardı. … … … … … …

HALİT REFİĞ: Ben size bir soru yöneltmiştim. Gerçekten merak ediyorum, siz TEMA’nın kurulduğundan itibaren şu konuştuğumuz güne kadar yapılan çalışmalar sizin açınızdan umut verici sonuçlara vardı mı?

HAYRETTİN KARACA: Bunu bir devlet politikası halinde olmasını amaçladık … … … bir yere geldik. TEMA toplumu bilinçlendirdi. Hatta çok güçlü oldu. Silahlı kuvvetler, kaymakamlar, bakanlar, valiler, üniversiteler, profesörler, doçentler hepsi … … … 550’ten fazla temsilcimiz var. … … … Yavru TEMA’cıları kuracağız. İlkokul öğrencileri. Samsun’da bir gün … … dolaşıyorum. Bana, … … yoruluyorsun ama. Bak şimdi, bu yaşta yoruluyormuşum. Bu yavru TEMA’cılar seni beş dakika görmek istiyorlar, bizim büroya gelir misin, dediler. Tabii gelirim, dedim. Büroya gittik. Bir abla, bir abi, bana dediler ki size altı aylık faaliyetimiz hakkında bilgi arz edeceğiz. Ciddi ciddi böyle. … … … … … … … ondan sonra, ikincisi kalktı. … … … bir abla konuşuyor, bir abi … … olağanüstü bir hizmet. Daha iyisi olamaz. O çocuklar neler yapmışlar altı ay içinde. Bir uyanma var. Bir bilgilenme var. … … … … Peki, dediler, biz de senden bir şey istiyoruz. Çikolata mı isteyecekler, şeker mi isteyecekler diye bekliyorum. Yavru TEMA’cılar kurultayını kuracaksın, dediler. … … … … … sorunlarını tartışacağız ve sonuçları Türk ulusuna yayınlayacağız, dediler. Yani TEMA buraya kadar gelmiş. Ama amacı doğrultusunda daha … … bunu siyasi kadrolara kadar getirememişiz. Halkı bilinçlendirmiş ama Türkiye’yi yönetmeye talip olanlara anlatamamışız. Mera kanunu çıkmış ama tatbikat yok. Mera kanununun aleyhte değiştirmek için yasalar çıkartmışlar. 1950’den bu yana 24 tane orman yasası çıkmış, birisi belki ormanın lehine ama kalanının hepsi orman aleyhine. Kim çıkartmış? Benim vekalet verdiklerim çıkartmış.

HALİT REFİĞ: Az önce de söylediğim şeyi tekrarlıyorum burada. Batı kendisini zaten diğer toplumlardan ayırıyor. Batı, Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması adlı kitabında çok açıkça belirttiği gibi The West versus The Rest diyor, Batı, geri kalana karşı diyor ve kendini kendine ayırıyor. Bu ayrımda kendisine bir öncelik tanıyor. Önce ben istediğimi yapacağım, istediğimi elde edeceğim, sonra geri kalanların durumu ne olursa olur. Dolayısıyla Türkiye üstündeki, Türkiye’deki bugün temel meseleler, Türkiye’nin kendi içinden gelen meseleler, Türkiye’ye çıkan ithal edilen, empoze edilen meseleler.
Şimdi Ayşe Hanım, Amerikan orijinal NPQ’sundaki yazılar arasında kendi görüşünüze daha yakın bulduklarınız hangileri oldu? Görüşünü paylaşmadığınız, tamamen farklı düşündüğünüz yazılar hangileri oldu?

AYŞE GÖZEN: Mesela geri dönüşümsüzlüğün vurgulanması çok önemli. Ben de tamamen bu görüşteyim. Yani öyle bir kurumsal yapı oluşturulmalı ki, bu biyo-teknoloji tetkiklerinden yararlanmakta, bilim insanları geri dönüşümsüz bir şey yapamasın. Böyle bir kuralın konmasında yarar var. Mesela, AIDS aşısının bulunmasında genetik biliminin önemi. Bu çok önemli. Bugün AIDS’tan ölenlerin sayılarını vermiş bu makale, hangi makaleydi hatırlamıyorum. Çok büyük yararı olacak AIDS aşısının. Bunu da başka türlü bulmak mümkün değil. Ancak genetik bilimiyle bulmak mümkün. İşte bu genetik hastalıkları söylemiştim. Bilmiyorum burada bahsediyor mu? Yani genetik bilimiyle ilgilenirken ihtiyatlı olma prensibi, bu cartagena protokolünün de belkemiğini oluşturuyor. İsterseniz bu konuya daha sonra cevap veririm.

Bugün çok sıcak bir gündem var. Bu, daha önce tartışılmış şeylerin tekrar gündeme getirildiği bir sayı. Çok da cesaret göstermeleri de gerekmiyormuş. Ama bu gerçek, burada söylenenleri karalamıyor bence ve burada sadece şeyden de bahsedilmiyor, biyo-teknolojiden. Genelde bilimin öneminden bahsediyor. Ki, ben bilimin önemli olduğunu düşünüyorum. Ama bu, kimin tarafından kimin için kullanıldığı, tamam, bugün Amerika bilimde ileri ve kendi efendiliğini pekiştirmek, başkalarını köle yapmak için bilimden yararlanıyor, buna da katılıyorum. Bence bizim NPQ Türkiye’yi çıkarıyor olmamız da, şimdiye kadarki tartışma herhangi bir ülkede, herhangi bir entelektüel camiada yapılabilirdi, sizin dediğiniz gibi, vicdan sahibi Avrupalıların, Amerikalıların da bulunduğu. Bence, NPQ Türkiye olarak, Türkiye açısından bu gelişmelerin, özellikle biyo-teknolojideki gelişmenin öneminin ne olduğuna baksak, yani Türkiye’nin açısından ne olduğunu da biraz irdelesek belki daha ileri gideriz diye düşünüyorum. Dilerseniz o konudaki fikirlerimi söyleyerek başlayayım, sonra da bir tur atarız. Bilmiyorum, siz ne düşünüyor musunuz?

ÜLKÜ KARAOSMANOĞLU:
Ben zamanla kısıtlıyız diye düşünüyorum. Teoman Bey ve Hayrettin Bey’in bizim için ayırdıkları zaman sona erdi. Zamanla ilgili bir soru sorabilir miyim? Zamanın bu kadar bilincinde olmanın, her an hızlı bir tempo içinde ve gözümüz saatte yaşamanın müthiş bir yabancılaşma olduğunu düşünüyorum. Soyut bir kavram olan ve kendini doğal hayat akışı içinde hatırlatması gereken bu kavramın, çevremizdeki maddi bir nesneymiş gibi her an somut olarak dikilmesi, modernizmin temel payandalarından biri olan yabancılaşmanın da boyutlarını katlayarak büyümesi sonucunu doğuruyor ki, bu noktada doğallığın nereye kadar yitirileceği sorusu akla geliyor. İnsanoğlunun zamanla olan ilişkisindeki bu yapaylık, zamanın ‘gelecek’ parçasına nasl yansıyacak? İnsanın dün ve bugün zamanla olan ilişkisi gelecekte nasıl olacak? Teoman Bey ne dersiniz?

TEOMAN DURALI: (Bant kaydı yapılmamış.)

HAYRETTİN KARACA: Ben de kendi kendime bir sula sorabilir miyim? Hayrettin devam et, diyebilir miyim kendime?

ÜLKÜ KARAOSMANOĞLU: Tabii ki.

HAYRETTİN KARACA: Efendim, tövbekarlar var. Ben de … … tövbekarım. … … Kirletme, temizlemeye de uğraşma. Mesele bu. Acaba dünyayı kirletmeseler, bugünkü sermaye grubu, yaşayabilirler mi? Kirletmeden zengin olabilirler mi? Zengin olmanın yolunu … mu önlerine? Nerede duracak bunlar? Nereye kadar? … … 50 bin dolara mı çıkacak gayri safi milli hâsıla, 100 bin dolara mı? Hayır. … … Peki ama üretmeden gelemezsin ki oraya sen, kirletmeden gelemezsin ki oraya, tükettirmeden gelemezsin ki. Ne kadarı yeterli? How much is enough? Bunu bulun. Benim yaşamam için, bütün canlıların yaşaması için, benim ne kadar tüketmem lazım. Onlar yoksa ben yokum. Kendi bindiğim dalı kesiyorum. Lüks değil bu. Doğayı korumak lüks değil. Bu benim ihtiyacım, benim yaşama şartımın temeli bu. O halde bunun içinde bir ahlak vardır. Utanmak vardır. O kelimeyi yorumlayalım bakalım. Artık yeni bir tüketim ahlakına ihtiyaç var. Şimdi, tüketmeden zengin olmak mümkün değil. Dünyayı kirletmeden zengin olmak veya onlara göre… … … mümkün değil. Bugün dünyanın kirletilmesini önleyecek bir hareket var mı dünyada? Durdurabilir miyim ben bu gidişi? Var. İnsan vicdanı var. O halde benimle başlayacak bu. Beni kullanıyor bu, hala da beni kullanıyor. Bakın Türkiye’de gazeteler var. Arka sayfasında tam reklam var. Bugün bir gazetenin yüzde 35-40’ı reklamdır. Reklam almadan yaşayamaz. Yani demek ki, reklam ne demek? Tüket diyor, yok et diyor, sarf et, bitir diyor. Dünyayı kirletemezse, bitiremezse, iletişim yok. Az sonra, diyor televizyonda. Reklam değil, haber bülteninin içine giriyor. İlle tükettirecek. Durdurulamayan, frenlenemeyen bir tüketim canavarı var bugün. Bu olmadan, hiç mümkün değil. O halde benimle başlayacak. Beni kullandı, beni araç yaptı, beni kullanarak da dünyayı yok etmeye devam ediyor. Etmeyecek, efendim! Ne kadar ilan verirse versin. Dünyada geçen sene 450 milyar dolar dünyada reklama para verildi. Benden aldı, beni kullanıyor. Eskisini getir, yenisini al diyor. Beni kirlettirmeden, tükettirmeden gazete satamıyor. İş buraya kadar geldi. Yani gazete, basın, medya kirlettirmeden yaşayamaz hale geldi. Bugün bir köşe yazarımız 1500 dolar vermiş, şarap içmiş, yazıyor. Eğer o gazetenin sahibi, reklamları almasa, o adam şaraba nasıl 1500 dolar para versin?

Şimdi efendim, o halde yeni bir paylaşma düzeni diyorum ben buna. Dünyada nasıl yaşayacağıma ben karar vereceğim. Hükümetlerden, devletlerden, milletlerden bir şey beklemeyin. Bugün, Irak’a niye gelmiş adam, diyor ki, ben demokrasi kuracağım. Tamam, inandık. Ama harp inanılmayacak kadar çabuk bitmiş. Irak ordusu teslim olmuş. Ne olacak şimdi? Adam silahını tüketmek zorunda. Düşmanı olmadan yaşayamayacak durumda. 700 milyar dolardan 900 milyar dolara çıkmış silah üretimi. Ne işe yarar bu silah? Silah sanayi olmadan Amerika yaşayamaz, ekonomisini çeviremez. 450 milyar dolar silahlanmaya harcıyor Amerika’ya. Kime karşı? Biyolojik silahlar var ya, onları gömecek yer arıyor. Hiçbir eyalet kabul etmiyor. … … … … … satamıyor da. … … … Eskiden satıyordu. … … Niçin gömecek onları? … … … … Yenisini icat etmiş, daha güçlüsünü, eskisine ihtiyaç kalmamış. … … Amerika’nın içinde vicdan sahipleri var. … Bu çoğalacak. Yazmakla çizmekle bir yere gidemez. Bir hareket lazım. … … … Şikayet ediyorum. … … … Ama bir şey yapamıyorum … … Bu benim şahsi fikrim. Ben Kuvayı Milliyeci’yim, Atatürkçüyüm, ben bağımsızlık savaşçısıyım. … … … … ve ben eğer teknolojiyi kendim üretmedikten sonra ben bağımlı olurum. … … … Canavar gibi, pırlanta gibi bir gençlik geliyor. Ben onların sayesinde yaşayacağım. Yeni her şeyi ben bulacağım. … …nı ben bulacağım, en iyi tohumları ben üreteceğim. Her …de ben öne geçeceğim. Başka bir umut yok. Ben gençlere güveniyorum. Aralarında yaşıyorum. Canavar gibiler. Kendilerini adamışlar. Onlar geliyor. … … … Ben insana güveniyorum. Bana güveniyorum, sana güveniyorum, ona güveniyorum. Başka çaresi yok. Bizi idare edenlerin … yok … çünkü onlar birbirlerine destek vermek zorundalar. Bugün ben Amerika’ya destek vermeden yaşayamam. Bu hale gelmişim. … … Düşmanı olmayan bir Türkiye, olmadı mı? Oldu. Ben Balkan Paktı’nı kurmuşum, Sadabad Paktı’nı kurmuşum. … … Benim geçmişimde düşmanım yok. … … … Anadolu medeniyetinden benim yarattığım bu barış, dünya barışının da temeli olacak. Ama bana göre … toprak … Çünkü toprağı kaybediyorum ben, gücümü kaybediyorum. Bütün dünyada ama sadece Türkiye’de değil. Amerika tarım topraklarının yüzde 40’ını kaybetmiş. Buğday geleceğin en korkunç silahıdır. … … … Bugün yedi ülke var buğday ihraç edebilen. Onlara bağımlılar. … … … … … …

AYŞE GÖZEN: … ben Türkiye’nin bilim ve teknolojide kendisini güçlendirmesi gerektiğini düşünüyorum. Hiçbir şey olmasa, bu teknolojinin zararlarından kendisini koruyabilmek için kendini güçlendirmeli. Savunma bütçesine konan parayla araştırma geliştirme bütçesine konan paralar arasındaki dağlar kadar fark kaldırılmalı. Yani eğitime destek verilmeli. Bu gençler, Hayrettin Bey’in dediği gibi, bilimle ve teknolojiyle yoğrularak yetiştirilmeli ki, bu dünyada biraz sağlam bassınlar ve bu dünyada köle olmaktan kurtulsunlar. İkinci aşama, iyi bir dünya yaratmanın yolu da bilim ve teknolojiden geçiyor. Dolayısıyla ben Türkiye açısından bu bilimi ve teknolojiyi karalamanın özellikle çok zararlı olduğunu düşünüyorum.

TEOMAN DURALI: Birincisi, bilimi karalamam, çünkü yediğim ekmek. O zaten mümkün değil. İkincisi, bilim inanç yaratmaz. Aslında bilimle ilgili çok yanlış bir görüş var. Bilim ne dindir, ne ideolojidir. Bilme isteğimi karşılama sürecidir. Sistemli olarak bilgi ediniyorum. Bu edindiğim bilgiler, bazı inançlarımı pekiştirebilir, kimisini çürütebilir. Bilgiye giderken önce bir inancım var, biz buna varsayım diyoruz. Ve o inancı deneye sürdüğümüzde o inancımız ya destekleniyor ya da devriliyor. Ama her inancı da süremeyiz. Çok az inancı deneye sürebiliriz. Çünkü deney bize ölçü veriyor. Şu kadar ölçüde şu böyle olmaktadır, şu ölçüde bu böyle olmamaktadır. Ben sevdiğim insana beni ne kadar seviyorsun diye yaklaşsam bu saçma bir sorudur. Bunun deneyi mümkün değil. O halde, bizim inançlarımızın bilimin dışında kaynağı vardır. Onu söylemeye çalıştım hep. Bilimden kaynaklanmıyor inançlarımız. Çeşitli. Bunlar, toplumumuzda yer alan insanlara olan inancımızdan gelmektedir, toprağımıza olan sevgimizden gelmektedir. Bu hususu hiç açmadık burada; insan-doğa ilişkisinde insanın yeri yurdu ne türden bir rol oynamaktadır? Bu hiç getirilmemiştir gündeme. Oysa bu konu bugün çağdışı gösterilmektedir, kabul edilmemektedir, insanın yeri yurduyla olan bağlantısı. Tebessüm ediyorlar, nereden geliyor bu adam, hangi gezegenden inmiş, yurtmu kalmış dünya varken? En önemli inanç kaynağımız, aitlik duygusu. Nereye ait olduğumu bilmem lazım her şeyden önce. Kabile, aşiret, akraba kalmadı, millet siliniyor, aile ortadan kalkmış, ortada böyle rüzgâra kapılmış hazan yaprağı gibi savrulan birey var. Ne olduğunu, ne olmadığını bilmiyor. Ruh sağlığı, beden sağlığı gibi belli birtakım belirtilebilecek nedenlere dayanmamaktadır. Ruh sağlığının pek çok işâret edilemez etkeni vardır. Bu, keşfedilemeyen etkenlerden en önemlisi aidiyettir. Onun patlaması, onun dağılması insanı ortada bırakıyor. Korkular ortaya çıkıyor. Korkan insan teslim olur. Gelen etkilere derhal ellerini kaldırır.

AYŞE GÖZEN: Pardon ben anlamak için soracağım. Farklı bir ideoloji dediniz, alternatif bir ideoloji olarak. Alternatif ideolojide bir işçi sınıfı var. Yani ‘bütün dünyanın işçileri birleşin’ derken, nerede bunun yaşama şansı?

TEOMAN DURALI: Komünizm…

AYŞE GÖZEN: Uygulamalarını sormuyorum.

TEOMAN DURALI: Uygulamalarından bahsediyorum ben.

AYŞE GÖZEN: Ama uygulamaları çok başarısız oldu, ideolojisi yenildi.

TEOMAN DURALI: Orada yine, yani Marx’ın salt öğretisinde de bir aitlik duygusu var. Yerindedir, değildir, bunun tartışması yapılabilir. Oradaki aitlik duygusu, belli bir sınıf bilincidir. Belli bir sınıfa mensub olmak.

AYŞE GÖZEN: Evet. Dolayısıyla, bütün dünya işçileri birleşin.

ÜLKÜ KARAOSMANOĞLU: Koordinatları çok belli, net.

TEOMAN DURALI: Evet, belli, net.

AYŞE GÖZEN: Yani illa ‘benim ülkem!’ diyecek.

TEOMAN DURALI: O en somutudur. Tecrübe ettiğim, yaşadığım bir olayı aktarıyorum. Bunlar okumayla elde edilecek şeyler değil. Anılarının bulunduğu, doğduğu, büyüdüğü, alıştığı, gördüğü manzaranın insanı olabilmek. Ben deniz kıyısında doğdum, orada büyüdüm ve bütün gençliğim denizci olma hayaliyle geçmiştir. Çünkü benim manzaram, deniz, ufuk ve renk olarak da mavilik. Ben böyle bahtsız bir çağda doğmasaydım, mesela iki yüz, üç yüz yıl önce dünyaya gelseydim, kâşif olurdum, gemici olurdum. Bu, dayanılmaz bir tutkudur. Çocukluğumdan beri beni hep çeken, ayartan seyahat olmuştur . Halâ öyle.

Bugünkü çocuğun yöresi yok. Koordinatsız. O çocuk yirmi beş – otuz katlı binânın bir katında, dairesinde büyüyor. Bir şey görmüyor. Geçmiş bir tarihte ilahiyat fakültesinde, yine böyle bir toplantıda doğa yoksa din de bir şey ifade etmez demiştim. Allahı çocuğa neyle anlatacaksınız. Allahı anlatmak için çocuğun ekilmiş tohumdan çıkan fidanı, yeni doğmuş bir tay, bir kuzuyu görmesi lazım. Acıma, merhamet duygusu böyle oluşmaktadır. Hayatta en çok yaptığım şey, Hayrettin Beğe özellikle arzediyorum, fidan ekmek olmuştur. Bu da luzumsuzca yanan ışığı, boşa akan suyun musluğunu kapatmak gibi bir hastalık. Toprak gördüğüm her yere gidip bir şey ekmek geçer içimden. Bir hastalığımdan da bahsedeyim: Yaşlı ağaçları öperim. Böyle ulu ağaçlar gördükce, bunu bana güney batı Anadolu’da bir Tahtacı öğütlemişti. O gün bugündür, böyle sotadan yaklaşırım; hani yeni bir sapıklık türümü çıktı demesinler diye, ona yapışıp öperim. Öp ömür alırsın demişti. Bakalım nice ömür almışım, göreceğiz. Her neyse. Doğa yaşanarak sevilir. Doğada yaşanmadıkca, içinde bulunulmadıkca sevilemez. Niye seveyim ki? Görmediğim kadına aşık olmam gibi bir şey bu. O bir mucizedir. Bilimsel olmayan bir anlayıştır. Çocuğun mucizeyle yetişmesi gerekir. Saygı duysun, utansın diye. Utanma bir sınır koyar. Burada masaya çıkıp şıkır şıkır oynamıyorum. Utanıyorum. Yahut başka şeyler yapmıyorum. Kitap hastasıyım. Kitapçı dükkânına giriyorum. Çok elim gidip gelmiştir. Ama çalmaktan utanıyorsunuz. Kimden utanıyorsunuz? Bilmiyorum. Kendinizden, Allah’tan… Zaten aynı kapıya çıkıyor. Belirli mercinin, dünyevî bir kontrol merciinin dışında ne olursa olsun onu Allaha atfediyoruz. Budur insanı durduran. Şimdi, bu kontrol merciini sözünü edegeldiğim menhus düzen ortadan kaldırmak zorundadır, işini görmesi için. O halde, barışmaktan söz ediyorsanız ve Ayşe Hanım da Türkiyeden bir fikir çıksın diyorsa, benim aklıma başka fikir gelmiyor. Hâlihazır düzenin ortadan kalkması, devrilmesi lazım. Bu düzende doğayla barışmak, yeniden bütünleşmek imkânsızdır. Çelişkilidir. Söz konusu düzenin istediği, yeni insanın ortaya çıkarılmasıdır.Gidiş o yöndedir. Yeni bir insan ortaya çıkıyor. Bizim şurada edindiğimiz dertleri hiç düşünmeyen, böyle şeyleri aklına getirmeyen bir insan türü belirmektedir. Bu, ya psiko-pedagojik yöntemlerle üretiliyor ya da doğrudan doğruya biyo-teknolojiyle. Gidiş biyo-teknoloji olacak. Şu anda psiko-pedagojik olan yöntem giderek biyo-teknolojikleşecek ve insan üretilecek. Artık buna herhâlde insan diyemeyeceğiz. Yeni bir kavramın bulunması gerekecek. Bu iki şık dışında üçüncüsü aklıma gelmiyor. Gidiş, ikincisinde. Beni hep karamsar olmakla eleştirdiniz, gördüğüm manzara, harita bu efendim. Haritaya göre gidiyorum. Harita bana bunu gösteriyor. Ne olursa olsun, o haritaya şiddetle karşıyım. Onu kati suretle istemiyorum. O yüzden de, başlangıçta, fundamentalizmimi vurgulamıştım.

HAYRETTİN KARACA: (HAYRETTİN BEY’İN BU KONUŞMASINDA SÖYLEDİKLERİNİN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU ANLAŞILMIYOR.)
… … … … karşı duramazsın. Bunun çaresi var mı? Var … … 50’den fazla … projesi. … … Bir köye götüreyim sizi. Bolu’ya. … … Bu köylü, yedi sene evvel … … … … bir orman köyü olarak, orman idaresi o sene … … … ama esas… … … orman idaresi, tarım idaresi … … … bilim budur … … … … … kredi buldu, orta vadeli … … … yüzde … daha fazla fiyat istiyorlar … … … öğlen vakti kimseyi bulamazsın, çoluk çocuk herkes çalışıyor … … … KDV diyor şimdi köylü … … … para istemiyorlar, yardım için … … orman idaresinin yaptığı iyiliğe karşılık … … … bir benzinci var … … …

AYŞE GÖZEN: (Son söz)

ÜLKÜ KARAOSMANOĞLU: Orijinal NPQ’daki makalelerde, canlının manipüle edilmesi tehlikesine, genom projesinin sömürülmesine veya genel olarak kotrolsüz gelişen gen teknolojisinin insanlığa verebileceği onarılması güç tahribata karşı çizginin nereden çekileceği sorusunun yanıtını doğal olarak sistem içinden öneriler sunarak yanıtlar vardı. Genellikle bilgiyi yükselten bilimcilerin bilgiyi uygulayanlarla aynı olmadığını, cinin şişeden çıkma tehlikesine karşı tıpa görevi görecek olan bir Yüksek Komisyonun oluşturulabileceği gibi bir öneri vardı. Deneyimli bilim adamları ve filozoflar topluluğundan oluşması önerilen bu komisyonun BM bünyesi içinde görev yapabileceği ifade ediliyordu. Bizim bu toplantımızda bu tür önerilerle geleceğin kurtarılamayacağı konusunda fikir birliğine varılmış durumda. Ayşe Hanım ve Hayrettin Karaca, sistemin kendini ayakta tutabilmek için kendi yaralarını kendilerinin sarmak durumunda olduklarını ve çözümleri de bulmak durumunda olduklarını ifade ediyorlar. Bilimin insanlığın değil, çok uluslu şirketlerin hizmetinde olduğu sürece doğayla zorunlu olarak barışmalarının olmazsa olmaz bir zorunluluk haline geleceği dönemlerde de ölümü mü, öldürücü ‘kâr’ arzusunun vazgeçilmez cazibesini mi tercih edeceklerdir?

HALİT REFİĞ: Son sözümüz…