Babama felsefe öğrenimine başladığımı söylediğimde bir dayak yemediğim kaldı. İtirazının maddi yönü, gelecek endişesi falan yoktu. ‘Bu milletin tefekkürü mü var ki, tefekkürün en üst seviyesini teşkil eden felsefeye girmek istiyorsun?’ diyordu. Ölümünden sonra birçok konuda olduğu gibi bunda da haklı bulur oldum babamı.” Trakya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Teoman Duralı’nın ifadeleri bunlar. Tefekkür dünyası hayli hırpalanmış bir kalabalığa felsefi yaklaşımlar sunuyor olmanın kolay olmadığı ortada. Bu röportajla aynı sıkıntıya biz de ortak oluyoruz. Yine de Teoman Hoca’yı dinlerken, tıpkı geçen haftalarda piyasaya çıkan ‘Sorun Çağının Anatomisi’ isimli kitabını okurken olduğu gibi birinin ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak’ çağrısını yinelemesi gerektiği inancı ağır basıyor.
İnsanlığa ‘sonsuz mutluluk ve ölümsüzlük’ armağan ediliyormuşçasına bir coşku hâkim. Daha ne olsun, dünyanın öteki ucu ‘bir tık’ yahut ‘alo mesafesi’ kadar yakınımızda. Teknolojik gelişmelerin verdiği heyecan ve bir adım ötesine, bir yeni versiyonuna, bir sonraki aşamasına geçme arzusu insanoğlunun ayaklarını yerden kesiyor. Sadece o mu, bitkilerin, hayvanların, arzın zedelenmedik yanı kalmadı. Aradığımız ne, doğru yerde aradığımızdan emin miyiz? Bu soruların cevabı bizde yok. “Türkiye’de bilim felsefesi alanında çalışan birkaç isimden birine soralım, belki yüreğimize su serper” dedik; lâkin Duralı, bir ileri aşamaya taşıdı tedirginliğimizi.
Girizgâhı kitaptan yapalım. Durum özetle şu: “Kapattığımız 20. yüzyıl, tarihin en karanlık çağıdır. Hiçbir devirde insanlar birbirine bu kadar sistemli kötülük etmemiştir, edememiştir… ‘Elimin altındaki canlı olmayan, madde değil mi onu nasıl olsa kafama göre biçimlendiririm’ varsayımıyla hareket ediliyor. Sadece doğa mı? Hayır, ‘Beşer de madem maddedir, öyleyse o da tasarladıklarıma göre şekillendirilebilir… Moleküler biyolojinin mümkün kılmaya çalıştığı kopyalama, insanı hedef aldığında ne olacak? Kopyalama olayı gerçekleştiğinde kişinin en temel insani durumu olan ‘ben’ yahut ‘kendi’ sorunu ne olacak? Her şey ‘ben’ime bağlı. Karar verme, tercih yapma, irademi konuşturma… Genetik malzemeyle oynanıp bana istenilen biçim verilebiliyor. Bizim insan olarak en büyük teminatımız birbirimizi yaratmamış olmaktır. Silah zoruyla üstüme baskı kurabilirsiniz. Serbestliğim gasp edilebilir; ama o vakit bile hürüm. Hürlük metafizik, oysa serbestlik siyasi veya hukuki bir terim. İnsan fıtratça hürdür… Buna karşılık moleküler genetik, hürlüğü topyekûn gasp eder.”
Mesele bir yönüyle oldukça net, öte yanıyla zihinlerimiz gibi karmakarışık aslında. Bu röportaj muhasebeye davetten öte bir şey değil. Muhasebe bir şeyi değiştirir mi? O başka bahsin konusu…
3 G teknolojisi büyük gürültü kopararak hayatımıza girdi. Uluslararası terminolojide, 3 G’yi yoğun kullanan toplumları tanımlayan bir sıfat var: Ubiquitous; ‘her yerde aynı anda hazır ve nazır olan’ karşılığını veriyor sözlükler bu tanıma. Toplumlar, Tanrı’yı tanımlamak için kullanılan bir sıfatla niteleniyor. Sadece bu bile zihinlerin ve ruhların ne kadar karmakarışık olduğunu ortaya koyuyor sanki?
Bana artık kabak tadı veren bir deyimlendirmem var. Çağdaş medeniyete ‘İngiliz Yahudi Medeniyeti’ diyorum ben. Bu medeniyetin en önemli iddiası sömürü, ideolojisi ise sermayecilik yani kapitalizmdir. Sömürmek için aldatmak zorundasınız. Aldatmak için uyuşturacaksınız. Aklı uyuşturmak duygulara ağırlık vermek demektir. Aklın ürünü ‘düşünme’dir çünkü. Düşünmeyi bastırdığın ölçüde duygulara ağırlık veriyorsun.
İnsanı akleden olmaktan çıkarıp hissedene dönüştürüyorsun…
Evet. His kötü müdür? Hayır. Aklın ve düşünmenin denetiminde kaldığı sürece duygu iyi ve hoş bir şeydir. Aklın kontrol edemediği duygular, biraz aşırı bir deyim kullanayım, insanı zinaya götürür. Ne diyor Kur’an, ‘Zina etme’ değil, ‘Zinaya yaklaşma!’ Çünkü yaklaşırsan dizginleyemezsin. Nedir onu dizginleyecek olan? Akıl. Bu sömürü düzeni düşünmeyi topyekûn durdurma kararında. Duygusunun esiri olan insan, nefsinin esiridir aslında. Düşünce insana mahsustur ve duygudan gelmez. Bu anlamda insan hayvandan neş’et eden bir evrim çizgisinin neticesi değildir. Cep telefonlarının insanlığa ne yararı olmuştur? Benim yok, neyim eksik? Arabam da yok. Lüzumlu mu? Değil. Bunu şuradan biliyorum. İnsanlar binlerce yıldır yol alıyor, yer değiştiriyor. Bugün İstanbul’dan Pekin’e 10 saatte gidiliyor. Marko Polo bir yılda gitmiş. Onun yaşadığı, gördüğü ve bunların kendisine kattığı zenginlikleri düşünün, bir de bugün yaşanan seyahatleri. Binlerce insan sürekli yer değiştiriyor. Ne oluyor sonuçta, ne değişiyor. Neye dönüşüyor bu hareket? Dönüştüğü şey şu: Dünyamızı mahvettik.
Bir de biyoteknoloji meselesi var ki, insanlığı ölümsüzlüğe taşıyor sanki bilim adamları…
Ömrün uzaması falan söz konusu değil. Laf bunlar. 3 bin yıl önce yaşamış ve yüz yaşını devirmiş bir sürü adamın adını sayabilirim. Bugünse tanıdığımız adamların ortalama ömrü 60-70 sene. Hani ömür uzayacaktı? Bazı teknolojiler çok hayır getirmiştir. Tıp gibi. Ama aynı zamanda şer de getirmiştir. Adı ne olursa olsun teknoloji ürünlerinin hiçbiri bizi bir yere taşımaz.
Bakış büyüdükçe önümüzde büyük gibi duran şeyler küçülüyor…
Bilmiyorum… Daha mı iyi görüyoruz. Şimdi Mevlana gelse buraya, oturup konuşsak o mu daha iyi bilir yoksa biz mi? 3 G’yi bilmiyor evet, mikroskobu da bilmeyecektir, fotoğraf makinesinden de haberi yoktur. Ne olacak yani? Zatına halel mi gelecek? 1990’larda gittiğimde Sumatra Ormanları’nda yaşayan insanların bu teknolojilerden hiç haberi yoktu, neleri eksikti? Tam aksine benden daha zengindiler. Mutluluksa amaç, onlar bütün bunlara erişmiş insanlardan katbekat mutlu. Aralarında cinsiyetlerin birbirine tahakkümünü görmedim. Erkek kadını dövmüyordu mesela. Evleri, yiyecekleri, tertemiz suları, tertemiz havaları var. Ve uyumlu bir insan ortamına sahipler. Avrupalı antropologların ‘ilkel’ dediği insanların en önemli özelliği çevreleriyle uyum içinde olmaları. Bugün nereye gidersem gideyim adam beni takip ediyor. En sevmediğim şey gözlenmek. Kaçabileceğimiz yer kalmadı. İslam’ın temel şartlarından biri mahremiyettir. Ama odanızın içine kadar giriyor, her şeyi görüyor ve dinliyor.
Bir adım sonrasını da biyoteknoloji mümkün kılmıyor mu? Genetik uygulamalar sebebiyle bedenin mahremiyetinden söz etmek bile zor artık…
Aynen öyle, hiçbir mahrem alanımız yok ve açıktır ki mahremiyeti kalmayan birey robottur artık.
Geriye ne kalıyor bu durumda?
Hiçbir şey… Bir mekanizmadan başka. Çağdaş medeniyetin yapmaya çalıştığı şey, insanı ‘organizma’dan ‘mekanizma’ya dönüştürmektir. Eflatun insanı üçe ayırıyor. Belden aşağı, göğüs ve baş. Belden aşağı; süfli, bayağı duyguları temsil ediyor. Göğüs; yüce duygulardır, yüreklilik, yiğitlik. Başta ise duygular durulur, düşünceye dönüşür. Bu sınıflamaya uygun olarak çağımızın medeniyeti belden aşağısını hedeflemiştir. Yeme, içme, karşı cinsle ilişki içinde olma, gezme tozma. Bunlar üzerinde yoğunlaşmıştır.
Hazcı bir yönelim.
Sadece hazzı düşünüyor. Beden acısını giderecek bütün tedbirler alınıyor. ‘Ruh acısı’ derseniz ruh kalmadı ki acısı olsun.
Bu hâlin nihilizmi tetiklediğini söyleyebilir miyiz?
Gayet tabii. Tam anlamıyla bir hiççilik var. Hiççilik ‘değer tanımamak’ demektir. Aslında 19’uncu yüzyılın hiççileri değer tanıyordu, en azından hiçliği bir değer olarak görüyorlardı. Bütün değerlere başkaldırma, bütün değerleri yıkmak isteme de bir değerdir. Bugün insanın bu tarafı da yok. Onun için düşünmesi lazım. Düşünme yok ki, ‘değerleri yıkıyorum’ diyebilsin. Çünkü bunu dediğinizde o hareket ve düşüncenizin gerekçesini araştırmanız, sizi oraya yönlendiren sebepleri bulmanız lazım.
Din buna müsaade etmediği için mi karşısına kafa tutan bir ideoloji çıktı?
İlk isyan bayrağı sermayeciliğin erken dönemlerinde kiliseye karşı çekilmiştir. Katolikliği yıktılar önce. Nihayet 1789 ihtilal-i kebiriyle (Fransa) birlikte ruhban olmayan, ruhbanı ezmiş yok etmiştir. Frenleri patlattılar. Sermayeciliğin felsefesi ‘bırakınız ne dilerlerse yapsınlar’dır. Kapitalizm ve liberalizm iç içe yürüyen iki hadisedir.
Peki, bozulmanın 5 asırda bu kadar ağır ilerlemesi üretim süreçlerinin yavaşlığıyla mı alakalı?
Dini ortadan kaldırmak zor bir iştir. Kolay olsaydı bizde kalkardı. İnsan ne zaman ortaya çıkmışsa din de o zaman çıkmıştır. İnsanların inançlarını özellikle öteyle ilgili inançlarını tanzim eden bütün nizamlar dindir.
Kitapta geçen yüzyılı ‘sorun çağı’ olarak niteliyorsunuz. Bilim ve teknoloji açısından bakarsak sorun teknolojinin üretimi mi yoksa kullanımının zorunlu telakki edilmesi mi?
Kullanımının zorunlu hâle gelmesi üretilmesini zorunlu kılmaktadır. Onsuz yaşayamıyoruz. Öyle hissettiriliyoruz. Bu bir zorlama işi. Çalıştığım yerde odama zorla soğutucu koydular. Benim bütün çocukluğum, gençliğim, orta yaş dönemim soğutucusuz ortamlarda geçti, yine sıcaktı. Dünyanın en sıcak yerlerinde dolaştım. Soğutucu yoktu. Şimdi neden onu ‘olmazsa olmaz’ gibi kabul ediyoruz.
Siz ‘doğaya dost teknoloji üretilemez, teknolojinin olduğu yerde doğaya yer yoktur’ diyorsunuz. Fakat ‘soluduğumuz havadan çok teknolojiye ihtiyacımız var’ gibi bir algı oluşmuş durumda. Bu inancın önüne geçme şansı var mı?
Her şeyden önce çağımızda filozof bilim adamı diye bir şey yok. O çağ, 1950’lerden itibaren Einstein, Heisenberg, Heideger, Adorno, Jaspers, Ortega y Gasset gibi devlerin ölümleriyle kapandı. Bugün, teknoloji üreten, teknisyenler, mühendislerdir. Bilimin tarifi bambaşka şimdi. Altında değil felsefe, bilim bile yok. Düşünceden temel alan bir üretim olmadığı için sınırlanması da mümkün değil. Günümüzde alınan tedbirlerde, sapılan yollarda bir neden etki bağıntısı kurulamıyor. Sadece mevcut sistem yürüyor. Dikkat edin ‘teknoloji, teknoloji’ deyip günde 5 sefer secde ediyoruz âdeta. Teknolojide son 60 -70 yıldır yeni bir şey yok. Batı klasik müziğinde bir laf vardır, ‘bir tema üzerine varyasyonlar yapılır’. Çeşitlemeler yapmaktan ibaret üretimleri. Telefonu Graham Bell icat etti. Bugün 3 G’ye kadar geldik. Temelde bir değişim var mı? Hayır, bir türevden, uzantıdan başka. Füze teknolojisi II. Dünya Savaşı’nda vardı. Almanlar oraya buraya attı. Bugün onunla Merih’e gitmeye çalışıyoruz. Çığır açıcı, yepyeni, bilinmedik ne var?
Yakın dönemin en önemli teknolojik gelişmelerinden biri biyoteknoloji alanında yaşanıyor. Siz bunun atom enerjisinden bile daha tehlikeli olduğunu söylüyorsunuz. Bunun ne kadar farkındayız?
Bugünkü düzenin amacı insanı kontrol altında tutmak. Şimdiye kadar kontrol, eğitim, propaganda ve reklamla sağlandı. Buna lüzum kalmasın isteniyor. Mesela rejim kurup, Rusya’ya komünizm getiriyor. Sonra öngörülmedik bir kaza oluyor ve Stalin çıkıyor. İran’da Şah’ı devirmek için İslami duyarlılığı kaşıyor; ama Humeyni’yi öngöremiyor. Hitler’i de göremediler. Nasyonel Sosyalizm’in çıkışını ayarlayamadılar. Başlarına püsküllü bela kesildi. Bu örnekler tekrar etmesin isteniyor. Bu yüzden de kendi kontrolünde bir beşer istiyor.
Bu süreç doğrudan müdahale ve kontrol altına almaya kadar gider mi?
Aynen öyle.
İnternet üzerinden sistemlere sızan hackerların başka bir versiyonu âdeta… İnsan da aynı şekilde müdahaleye açık olacak mı diyorsunuz?
Evet, evet… Çipleri organik imal etme çalışmaları sürüyor. Şimdikiler mekanik, henüz organiği üretilebilmiş değil. Bunu ekecek ve dışarıdan yönlendirecek. Şimdi nasıl bizim bütün iletişimimiz bir merkezden yönlendiriliyorsa, sadece dinlemiyor adam aynı zamanda yönlendiriyor da… Bunu bireyden bireye yapacaklar.
Bilim kurgu film senaryosu konuşmuyoruz değil mi, gelecek öngörüleri bunlar?
‘Bilim kurgu’ diye bir şey kalmadı, her şey imkân dâhilinde artık. Jules Verne’in bilim kurguları vardı bildiğim, onların da tamamı gerçekleşti.
Peki, bir de içeriden bakalım meseleye. Müslümanlar olarak bizim bu üretim ve gelişmeler karşısında nasıl konumlanmamız gerekecek? Özellikle de din bilimleri alanında çalışan ilim adamları bu sorunlara cevap vermeye hazır mı?
Düzeni İslamileştirmediğiniz sürece bireysel çabalarla bir şeyi değiştiremezsiniz. İslami bir düzen kurduğunuzda teknolojiyi durdurabilir misiniz? Tek başına kalırsanız yine durduramazsınız, yarışmak zorundasınız. Sizi yer bitirirler. Ancak çok geniş bir sahada, İslami bir düzeni gerçekleştirirseniz buna imkân doğar. Büyük nüfusu, büyük coğrafyayı etkilemesi, ifsat etmesi kolay değil.
Teknolojiyi kullanmamak mı, yoksa muhasebesini yaparak ihtiyaca binaen kullanmak mı çözüm?
İhtiyaca binaen kullanmak elbette. Ama ihtiyacın ne olduğunu doğru koymak lazım ortaya. Teknik her zaman vardı, din gibi. Teknoloji nedir? Felsefe, bilimin yöntemini ihtiyaçların karşılanmasına kullanmaktır. En kısa tarifi bu. Burada aklın, vicdanın buyruklarını yerine getirmek lazım. Vicdan Allah’ın sesidir, başka bir şey değil. Bunu kontrol edecek, ‘yeter’ diyecek bir güce, otoriteye ihtiyaç var.
Böyle bir otorite mevcut mu?
Eskiden bizde âlimler vardı. Başka yerlerde ruhban vardı. Onlardan kalan boşluk doldurulamadı. İslami bir hayat tarzı kurulmadıkça dolmaz. Müslüman güçlü olacak, teknoloji üretecek ama kapitalistleşmeden yapacak bunu. Mesela bugün hükûmetin aşırılıklarıyla tütün kesildi. Çok aşırı idi bana kalırsa, Türk usulü, ‘vur’ dedin mi öldürüyor. Bu tarzı cep telefonlarına uygulasalar, kamusal alanda yasaklansa. Sigara dumanından daha zararlı, çünkü ışın var. Bugün görmüyoruz, yarın kanserler, zihinsel engelli çocuklar patlak verecek, o zaman karşılaşacağız gerçekle. Genetiğe de etki yapıyor olması lazım, radyo dalgaları.
Din ve bilim ilişkisine gelsek. Sürekli din ve bilim birbirinin karşıtı imiş gibi sunuluyor ve bilim ideoloji gibi dine alternatif olarak sunuluyor.
Bilim ideolojileşince dinle çatışır; ama bilim, bilim olarak kaldığı sürece böyle bir şey mümkün mü?
Suyun kaç derecede kaynadığını araştırmamı din yasaklamıyor. Dinle bilim çatışır mı, çatışır tabii; ama en üst katlarda. Dinin işi hayatı düzenlemektir. Bilim haddini şaşırırsa -ki çok ender olacak bir şeydir bu-orada din müdahale eder. Ama bunun örneği yok denecek kadar az. Hıristiyanlıkta olmuştur. Çünkü kilise bir kurumdur. Ben Allah’ın bilgisine rakip olamam, gördüğümü söyler, görmediğimi ona havale ederim.
Problem Allah’a rakip olma hırsı mı?
Tabii. Özellikle de bilimsel olarak kanıtlayamayacağım insanın türeyişinde. İnsanı hayvandan türetmek müthiş bir kafa tutuculuk. Allah kendi zatına uygun yaratmış. Ruhundan üflemiş, bir yerlerden getiremezsin. Zaten bütün dert o ruh, onu bir yok ettik mi gerisi çok rahat olacak.
Hayvanın tabiatına teknoloji vasıtasıyla müdahale edileli çok oldu, bitkilerle oynandı. Toprakla, arzın yapısıyla. Ve şimdi biyoteknoloji, insanı hedef alıyor. Tek değişen mahlukun yapısı mı, toplumlar da nasiplerini alıyor mu bu süreçlerden?
Sadece sömürülen yıpratılıp yok edilmiyor, sömüren kendi sonunu da hazırlıyor. Buna ‘yabancılaşma’ diyoruz. İnsanın zatına yabancılaşması. Üretmek ibadettir. İbadetin maksadı insanı üreticiliğe alıştırmaktır. Bana gençler çok sorar. ‘Neden varım?’ diye. Görev yapmak için derim. Hepimize bir ödev verilmiştir. Onun için varız. Birinci ödev kâinatta Allah’ı temsil etmek. İkinci ödev birbirini kollamaktır. Bunu şaşırdığın anda her şey çığırından çıkar ve bugünkü tablo oluşur.
Düşünce dünyası, fiziki dünya bu kadar altüst olmuşken hukuk ne durumda? Yeni sorunlara verecek hukuki karşılıklarımız var mı?
Ahlakın olmadığı yerde hukuk da olmaz. Düşünce dünyası zayıfladığında kavramlar çoğalır, düşünme bulanır. Bugünkü dünyada bunu görüyoruz, çok karışık, içi boş kavramlar var ortada. Hukuk; matematik, fizik gibi çok düzgün, açık, belirgin bir sahadır. Kavramları çok açık biçimde tarif edilmeye muhtaçtır. Hâlbuki bugünkü kavramlar muallak, karanlık. Bir sürü şey söylüyorsunuz. Demokrasi, insan hakları, hayvan hakları, çocuk hakları… Sağlam bir hukuk felsefesinin tek kavramı adalettir. Adalet bütün sorunları çözmeye muktedirdir. Bir şeyin layık olduğu yerde bulunmasıdır adalet.
*Bu söyleşi 28 Eylül-4 Ekim tarihli (Sayı 773) Aksiyon Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Konuşan: Ayşe Adlı
Kaynak: http://mehmetsabrigenc.com/yayin/teoman-durali-ile-sorun-cagi-ve-anatomisi-hakkinda-hasbihal/