Filosof-Bilimadamı ve Felsefe-Bilime İlişkin Mülakat
Sayın hocam sizin çalışmalarınız kültür felsefesi üzerine sizce filozof dediğimiz kişiler bir kültürün filozofu mu yoksa kültürler üstü olarak değerlendirilebilecek olan bir felsefe geleneğinin mi filozoflarıdır? Eğer bir filozofu kendi kültüründen bağımsız ele almak mümkün değilse veya filozoflar kültürlerinin filozofları ise, Müslüman bir düşünür ya da filozof için çağdaşlaşma kriteri nedir? Bu kriter nasıl belirlenebilir? Çağdaş problemlere yönelik bizim kültürümüzden ne gibi çözümler üretilebilir?
Filozof, içinden çıktığı kültürün değerlerini taşır. O kültürden, o kültürle yolu bulmuş ve biçimlenmiştir. Felsefeciler yahut filozoflar da herkes gibi toplumunun, kültürünün insanıdır. Zaten aksini düşünmemizin imkânı yok. Çünkü kültür bizi belirleyen, meydana getiren içine doğup içinde geliştiğimiz bir olaydır. Fakat filozof kültürünün dar çizgileri, sınırları içinde hapis kalmaz. Filozof olmanın başta gelen şartı, onun kültürünü aşabilmesidir. Filozof herhangi biri değil. O dâhîdir. Dâhîliğinin en belirgin özelliği hayâlgücünün geniş olmasıdır. Filozof, hayâlgücünün genişliği ölçüsünde kültürün çizdiği ufukları aşmar. Felsefeci ile filozof farklı kişilerdir. Filozof, özgün bir yapıyı meydana getiren kimsedir. Elbette bu yapı güneşin altında hiç görülmemiş bir olay değil. Fakat özgün ve yeni ufuklar açan yönler içerir. Filozof, yeni ufuklar açan kişidir. Her durumda içinden çıktığı kültüre yeni kapılar açan biridir. Özgün ve yeni bir ufuk açamayan kişi filozof değil; sâdece yorumcu, yânî Türkcede felsefeci dediğimiz kişidir. Kısacası filozof için yerellikten evrenselliğe yol alan bir yapının müellifi, denilebilir.
Sorunun ikinci kısmına geçersek: Müslüman filozof için çağdaşlaşma kıstası nedir sorusunu ele alalım. Öncelikle, İslâmın hem dine hem de o ondan türetilmiş bir medeniyete işâret etmesi nedeniyle sorunlu bir kavramdır. Günümüzde Müslümanlık var. Ama ortada böyle bir medeniyeti kalmadığına göre, bana İslâm filozofundan bahsetmek zor görünüyor. Çünkü, o medeniyetin kültüre olan yansımalarını yaşayarak yetişmiş kişiden söz etmek zor. Müslümanlığın toplumda halen yaşanan birtakım unsurlarından bahsetmek mümkün. Ancak, İslâm medeniyetinden çıkmış bir Müslüman kültüründen bahsetmek bayağı müşkildir. İslâm kültürü bir çok toplumda azalmaya başlamış, bazılarında hiç kalmamıştır. Meselâ, İstanbulda Nişantaşı yahut Bebekte; Ankarada Çankaya yahut Kavaklıderede İslâm medeniyetinin kültüre yansıyan hangi unsurlarını görebilirsiniz? Bu kültüre ait unsurların tamamıyla silindiği şehirlerde doğup büyümüş olan insanımızın İslâm medeniyetine dair görebileceği nedir? Kısacası Gazalî, İbn Rüşt, Bîrûnî, Fârâbî gibi, İslam medeniyetinden çıkmış filozoftan bahsedemiyoruz. Bunun sonucu olarak günümüzde İslâm medeniyetinden çıkmıp ona yeni ufuklar açan bir felsefe-bilim sistemine rastgelemiyoruz.
İslâm felsefe-bilimi yaklaşık yüz, yüz elli yıldır dumura uğramış olması, sonuçta bunun bütün bir medeniyeti etkilenmiş olması sorunun diğer bir yönüdür. Felsefe ve onun içinden çıktığı medeniyet birbirleriyle sıkı sıkıya bağıntılıdır. Kendini Müslüman sayan, bilen filozofun varlığı ayrı bir konudur. İslam dini ile medeniyeti farklı şeylerdir. Biri inanç düzeni, öbürüyse yaşama biçimi, dünyaya bakış ve onu algılayıştır. Peki, “Müslüman olup da çağdaş medeniyette yaşamak mümkün mü?” diye sorabilirsiniz. Burada dini yaşamak ile onun gerektirdiği kültürü ortaya koymak arasında fark olduğunu belirtmek gerek. Tabîî ki, Müslümanlığı, bir din olarak yaşayabilirsiniz. Dini her yerde yaşamak mümkün. Fakat bugün o dinin gerektirdiği kültürün ortaya konulması mümkün değil.
İslâm medeniyetinin yaşandığı ortama Dârü’l-İslâm denir. Günümüz şartlarında Dârü’l-İslâmı yaşama imkânı yok. Bu durum sâdece birtakım dinî muamelâtın zorluğundan ibâret değil. Dârü’l İslâmın büyük ölçüde siyasî ve iktisadâ bir olay olmasından kaynaklanmaktadır. Bir coğrafyada bu siyasî ve iktisadî düzen kurulamıyorsa, o yöreye Dârü’l İslâm denilemez. Müslümanların suretâ idaresindesindeki her yer Dârü’l İslâm değildir. Çünkü İslâm, her şeyden önce, bir düzen işidir. Hırıstıyanlık ile İslam arasındaki farklardan biri de budur. Dârü’l-İslâmda herkesin Müslüman olması gerekmez. Buna karşılık, bir yerin Hırıstıyan olması için oradakilerin o dinden olmalarına bakılır. Hırıstıyanlığın, Hinduluğun, Budacılığın tersine, İslâm, misyoner dini değildir. İslâm düzen dinidir. Her şeyden önce düzenini kurmak ister. O düzen kurulduktan sonra, toplumdaki bireyler, ister Müslüman olur isterlerse olmazlar. Tercih kendilerine bırakılmıştır. Ancak, tarihe baktığımızda bu konuda sapmalara yahut zorlamalara da rastlamak mümkün. Şu var ki. bir bölgenin Müslümanlığını konuşmak zor bir mesele. Gerçekten o bölge Müslümanmı değilmi diye değişik parametrelere bakmak icâb eder. Orada üç-beş adamın Müslüman olması, onların abdest alması, namaz kılması, bayramları kutlaması o bölgeyi Müslüman kılmaz. Müslüman olarak adlandırılabilmesi için oradaki düzenin İslamî olması şart.
Bana göre günümüzde İslâm filozofundan bahsetmek mümkün olmadığından, çağımızın sorunlarına kendini Müslüman kabul eden filozof yahut felsefecilerin ortaya koyacakları çözümler dışında medeniyyet olarak İslâmdan çözüm beklemek beyhudedir.
Türkiye’deki entelektüellerin, hep yanlış anlaşıldıkları veya yeterince kendilerini anlatamadıkları yönünde yakınmalarını duymaktayız. Bu durumun kendi dışımızdaki düşünceler, siyasi odaklar tarafından doğru anlaşılmasıyla ilgisi var. Size göre bu tür yakınmaların altında hangi felsefi boşlukları görüyorsunuz? Kendimizi daha iyi anlatabilmek için neler yapılmalıdır? Türk düşünürlerinin felsefeleri yeterince anlaşılması ve felsefenin kurumsallaşması konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
Sorunuzla ilgili olarak bir hatıramı anlatmak istiyorum. Babama felsefe öğrenimine başladığımı söylediğimde bana kızmıştı. Kızmasının nedeni, felsefenin yanısıra birçok başka yeri kazanma imkânına sâhib olmama rağmen, bunu seçmemdi. Tereddütsüz felsefeyi tercih ettim. Çünkü bunu okumak istiyordum. İstediğimi babama ilettiğimde bir dayak yemediğim kaldı. Ona sordum: “Felsefeyi biliyormusun?” “Felsefeden tam olarak ne anlıyorsun ki, böylesine olumsuz düşünüyorsun?” Babamın itirazının maddî yönü, gelecek endişesi filan yoktu. Parayla pulla alâkasının bulunmadığını< biliyordum. Babam, hiç unutamadığım ve sizin sorunuzu da formülleştirebilecek şu cevabı verdi: “Bu milletin tefekkürümü var, tefekkürün en üst seviyesini teşkil eden felsefeye girmek istiyorsun”. Ölümünden sonra babamı birçok konuda olduğu gibi, bunda da haklı bulur oldum. Taleb edilmeyen bir malı piyasa sürmeye çalışıyorsunuz. Bu, son seksen yılda Türkiyedeki durumdur. Süreyi uzatıp yüzyıla çıkartmak da mümkün.
Osmanlının çöküşü ile genel olarak düşünme kabiliyetimizin çözülmesi paraleldir. Devletin çöküşü ile düşünce kabiliyetimizin çözülüşü iç içedir. Hangisinin ötekisini tetiklediği başka bir tartışma konusudur. Düşünmenin olmadığı ortamda ürünü düşünceye elbet ihtiyaç da duyulmaz. Düşünmekten kastettiğimiz basit bir olay değil. Kişi, ayakkabı boyarken de devleti hortumlarken de düşünüyor. Ama düşünmekten kastettiğimiz bu değil. Düşünmek tam tamına “meditation”un karşılığı olan ve babamın tefekkür dediği şeydir. Bu salt düşünme yahut katlanarak düşünmenin bulunmadığı ortamda, bu sürecin verimi düşünceye de felsefeye de ihtiyaç duyulmaz.
Filozofluk bir dehâ işidir, demiştim. Dehâyı nasıl tarif edeceğimi sorarsanız, bu, her şeyden önce zengin bir hayâlgücüdür. Bu hayâlgücünü sonradan edinemezsiniz. İçinden çıktığınız ortam sizi teşvik eder. Hep aynı örneği veriyorum: Einstein 1890lı yılların Orta Avrupasında, Almanyasında değil de, Kongoda yahut Sibiryanın ücrâ köşesinde yetişseydi ne olurdu? İhtimâl, köyün delisi olacaktı. Einstein’ın dehâsının tohum gibi açılıp serpilebilmesi için bereketli toprağa düşmesi lazım. Bu durum, bütün olağanüstü insanlar için söz konusudur. Christoph Colomb, İtalyada olağanüstü hayâlgücünün gerçekliğe dönüştürecek siyasî ile iktisadî şartları bulamadığından, bunu gerçekleştirebileceği başka bir ülkeye gitmek zorunda kalmıştır. Türkiyedeki felsefe çalışmalarının durumu da buna benzr. Bugün Türkiyede felsefe geleneği diye bir şey yok. Bununla birlikte, çok basit ve keçiboynuzu türünden felsefe öğretimi var. Felsefemiz olmadığından, hocalar nerede yetişmişlerse, hangi kültür dünyasından geliyorlarsa onu öğretiyorlar. Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümünde İngiliz-Amerikan çizgisi; Istanbul Felsefede üniversite ıslahatı sırasında gelmiş Alman filozoflarının etkisiyle hâlâ Alman geleneğinin metafiziği hâkimdir. Galatasaray Üniversitesinde Fransız felsefesi yürürlüktedir. Diziyi alabildiğine uzatabiliriz. Felsefe Bölümlerinde görev alan hocalarımız hangi kültürün felsefe geleneğinden geliyorlarsa onu tedris ediyorlar. Seksen yıllık süreçte düşünce dünyamız dehşet verici biçimde sınırlandı. Sonuçta yaptığımız, Avrupada belirmiş felsefe geleneklerine sadece secde etmektir. Şimdilik, Doğuya, meselâ Çine açılanımız olmadı.
Hemen hemen her üniversitemizde felsefe okutulmakta, ortalığı felsefeciler ordusu sarmaktadır. Ne gereği var, bilmiyorum. Bu durum da plansızlığın programsızlığın bir başka örneğidir. Üniversitelerimizdeki felsefe bölümlerinin hiçbirinde Hint yahut Çin düşüncesinin okutulduğunu göremezsiniz. Okutmak da kimsenin aklına gelmemiştir. Akademisyenlerimizin büyük çoğunluğunun aklı, önüne konulanın dışında bir şeyi düşünmeye ermiyor. İslâm felsefesi öğretimi de aynı şekilde son derece güdük kalmıştır. Son yirmi yılda dünya çapında İslâmın yükselişe geçmesi sâyemizde olmamıştır. Komunismin çöküşünden sonra Avrupanın, Amerikanın saldıracağı hedef kalmayınca, yeni bir tânesi keşfedildi: İslâm. Bu, tabîî, Türkiyede de rağbet kazandı. Kimileri yeniden Müslümanlıklarını keşfettiler. Kimileri de “ben Müslüman olmasam bile günümüzün büyük sorunudur, bu soruna bir bakayım nedir?”, demeye başladı. Kültürümüzün ve düşünce hayatımızın neden bunca kötürüm hâle geldiği Osmanlının son dönemlerinde düşünürlerimizi rahatsız eden bir soru olarak karşımıza çıkar. Bunun temelinde daha sonraki dönemlerde yaşadığımız kültür kırımları aptallığımıza zemin hazırlamıştır. Kimi aydınlarımızın tersine, aptallığımızın biyolojik esâslı olduğunu düşünmüyorum. Demekki bu, özümüzden gelen bir olay değil. Hiçbir toplumun aptallığı özünden gelmez. Bu, tamamıyla kültür olayı olup temelinde eğitim ile öğretim yatar. Toplumun akıllanmasının yahut akılsızlaşmasının temelinde eğitim – öğretim vardır. Bizde süreç akılsızlaşma yönünde yürümüştür. Akılsızlaştırıldık.
Öncelikle felsefe-bilim geleneğimiz olmalı ki, Türk felsefe-biliminden bahsedebilelim. Felsefeyi anlatmak istediğimde halka ve dünyaya ne sunacağımızı belirlememiz lazım. Eskiden felsefe ansiklopedilerinde, günümüzdeyse internette her millete bir felsefe yamanmaya çalışıldığını görüyoruz. Felsefe yapan üç, beş adamın varlığı, felsefe-bilim geleneği bulunuyor anlamına gelmez.
Avrupada bugün İngiliz-Amerikan, Alman, Fransız, İtalyan, Ispanyol felsefeleri gibi klasikleşmiş, kurumlaşmış büyük gelenekler var. Bunlara ilâve Rus ile Leh felsefeleri gibi ikinci yahut üçüncü sırada gelen gelenekler bulunur. Bunların yanısıra Japon, Çin ile Hint felsefelerinden bahsedebiliriz. Tarih sahnesine bilgelik olarak çıkmış Hint ile Çin düşünceleri 1920lerden itibâren etkili birer felsefeçığırı hâline gelmişlerdir.
İslâm felsefesi, Türk, İran ile Arap felsefeleri şeklinde ayrışmazdı. Türkü, Arabı, Kürdü, İranlısı, Hintlisi, Afrikalısı ve hattâ Yahudisi hep birlikte İslam felsefesinin filozofları olmuştur. İslâmda ümmet kavrayışı, kavmiyeti iyiden iyiye bastırmıştır İnsanlar evlerinde ister Türkce, ister Farsca, ister Kürtce isterse Arapca konuşsunlar, kamu hayatına girdiklerinde ayrılık gayrılık ortadan kalkmıştır. İslâm medeniyetinin hâkim olduğu dönemlerde bir Türk yahut Arap felsefesinden bahsetmenin anlamı yoktu. Felsefe-bilim yazılarını Arapca yazdıklarından, Arap felsefesi diye adlandırma yanlıştır. Doğruysa, o takdirde günümüzde çoğunlukla felsefe-bilim yazıları artık İngilizce kaleme alındığından, bütün felsefe-bilim çalışmaları ile araştırmalarına İngiliz dememiz gerekir. Öte yandan, millî dilde yazılıp çizilmesi gerektiğini savunuyorum. Ancak, bu, sorunuza cevap teşkil etmiyor tabîî.
Bütün bu anlattıklarımın sonucu itibariyle, Türk felsefesini nasıl tanıtırız, niye tanıtamıyoruz? sorularını kurumsallaşmış bir felsefe geleneği oluşturduktan sonra konuşmalıyız. Felsefeden bahsedenlerin de felsefe adına ortaya koydukları önemli bir şey yok. Kurumlaşmayı yahut gelenekleşmeyi bir tarafa, felsefecilerimiz çok önemli şeyler söylemeliler ki, talebeleri onları takib etsinler. Eflâtun yahut Aristoteles felsefe adına çok önemli şeyler söylemişler ki, onları takib edenler felsefeyi kurumlaştırıp bütün çağlara bunun damgasını basmışlar. Benzerini Alman felsefesinde görebilirsiniz: Hegelciler, Kantcılar filan var. Peki, Türkiyede kimden söz edebilirsiniz ki? Hasancılar, Ahmetciler, Mehmetciler tarzında .adlandırılabilecek felsefe çizgisinden dem vurabiliyormuyuz?. Ne yazık ki, Türkiyede böyle bir felsefe geleneğini oluşturabilecek kıvılcım bile yok. Türkiyede felsefe dersleri veriliyor diye bir tanıtımda bulunsanız, kimin ilgisini çekmer?. Haddizâtında 1950lerden itibâren Einstein, Heisenberg, Heidegger, Adorno, Jaspers, Ortega y Gasset gibi devlerin ölümleriyle birlikte yeryüzünde filozof-bilimadamlığının da yerinde yeller estiğini düşünüyorum.
Gün gelir bizim de felsefe geleneğimiz yahut felsefemiz olursa, onun zaten tanıtılmasına gerek kalmaz. Er yahut geç birileri kapına dayanırr, felsefeni öğrenir ve tanıtır. Kısacası, güneş balçıkla sıvanmaz. Bunun en güzel örneği Kierkegaard’tır. Unamuno bir şekilde On dokuzuncu yüzyılın sonları yahut Yirmincinin başlarında bilinmeyen, adı sanı pek işitilmemiş Kierkegaard’dan haber almış, çalışmalarıyla onu dünyaya tanıtmıştır. Kierkegaard’a eserlerin tercümesine ulaşamadığından, Unamuno, oturmuş ilerilemiş yaşına rağmen, Danca öğrenmiş ve onun tanınmasını sağlamıştır. Aynı şekilde Farabî de fazlaca tanınmıyordu. Onu felsefe dünyasına tanıtan da İbn-i Sinâ olmuştur.
Size göre milli kültürümüzde ilerlemeye açık, orijinal olarak görülebilecek veya daha fazla geliştirilmesi, düşünülmesi, yazılması gereken bir motif var mı?
Cumhuriyet Türkiyesinde özgün sayılabilecek bir şeyden bahsetmeye imkan yok. “Bu doğalmı, değilmi” bilemiyorum. Fakat bu durum belki de çağımıza mahsustur.
Kültürün yahut düşünce hayatının olgunluğu ile özgünlüğünü dil yansıtır. Bugün dilimizin büyük bir bölümü yabancı kelimelerden oluşmuştur. Bu durum hiçbir şeyi kendiliğimizden ortaya koymadan sürekli aldığımızı ve bu aldıklarımız üzerinde düşünmediğimizi göstermektedir. Ecnebi dillerden gelen kelimeleri tercüme bile etmiyoruz. Kamyon, otobüs, radyo, televizyon vb. aklınıza ne gelirse Türkce karşılıklarını aramaksızın kullanmaktayız. O kadar büyük bir düşünme tenbelliği ve atıllığı var ki, ecnebi kelimelerin karşılıkları aranmamaktadır. Türkiyede bu yüzden felsefe çalışmalarını güdük bırakmaktadır.
Size göre aydınlanma nasıl ve hangi koşullarda ortaya çıkabilir? Sizce aydın ile entelektüel arasında ne tür bir fark görüyorsunuz. Söylediklerinizden aydın olma ile entelektüel olmanın ayrı bir şey olduğu anlaşılıyor. Neler söylemek istersiniz?
Genellikle aydından anlaşılan, okuduklarını sindirmemiş, Türkce yerine Saçmasapanca konuşup yazan, bilgiçlik taslayan, üstünkörü, klasik kültür değerlerimize yabancı, bu yüzden de düşman biri olma keyfiyetidir. Hâlis aydın ise, geniş çaplı tecrübelerinden hareketle yaşadıklarını, tecrübeleri ile okuduklarını özgünce sentezlemiş kişidir. Bu, geçmiş çağların bilgesidir. Önemli olan, özgün sentezden yeni bir bakış açısının çıkmasıdır. Büyük insan dediğinizde, aklıma gelen en çarpıcı örneklerden biri Einstein’dır. O, küçük yaşlarda Kant’ı, Schopenhauer’ı okuyan ve onların ilhamıyla özel ve genel görelilik teorilerini ortaya koyan biridir. Okuduğunuz eserlerden hareketle doğrudan doğruya bir şey kuramayabilirsiniz. Ne var ki önemli olan, okunan eserlerin olağanüstü dikkat yoğunlaştırmasına götürmesi ve birer esin kaynağı olmasıdır.
Dikkatin yoğunlaştırılması çok önemlidir. 1930ların başlarında Einstein, A.B.D.ne gittiğinde gazeteciler, bizlere dehânızı anlatırmısınız, diyorlar. Sorunun kendisi gazeteciliğe has ahmaklık örneğidir. Einstein’ın cevabı ilginçtir: “Dâhî olup olmadığımı bilmiyorum ama hayatımda bir dâhî tanıdım, adı Johann Sebastian Bach’tır. Dehâsının yüzde yirmisi Allah vergisi; yüzde sekseni çalışmadır.” Bach, o günün şartlarında Almanyada Katedrallerde günde ortalama on altı saat durmadan dinlenmeden çalışan biridir. Ayrıca yirmi iki,-yirmi üç çocuğu var. Bunlardan ilk dört oğlu, kendisi kadar olmasa da, hatırı sayılır bestecilerdir. Bach, ilk iki oğlunu kendi yetiştirmiştir. Bilâhare ağabeyler, öbür kardeşleri yetiştirir. Kalabalıkta dikkati derinleştirmek, yoğunlaştırmak zordur. Bundan dolayı büyük işlerin başarılmasında, özellikle de düşünce yapılarının oluşturulmasında disiplin şarttır. Günümüzde sıkıdüzen, yânî disiplin en büyük eksiğimizdir. Bu, her alanda böyledir. Einstein’ın aydınlık ve kesin ifâdesiyle, dehânın yüzde sekseni çalışmadır, disiplindir, dikkatin yoğunlaşmasıdır.
Türkiye açısından düşündüğümüzde her alandaki başarısızlığımızın tek nedeni disiplinsizliktir. Başarının şartı disiplindir. Disiplinsizliği artıran varolan düzenin değişmesi, eğitim ile öğretimin yeniden tanzîmi gerek. Bugün hâkim düzen, disiplinsizliği kesen, gideren değil; tam aksine mahmuzlayan biridir. İnsanı disipline sokmak için istibdadın gelmemesi çok önemli. İstibdat disiplinsizliğin karşı seçeneği değil. Düşünce hürriyeti sorumluluklar ile sınırlanmalıdır. Örneğin, İngiliz meclisinde adamın biri, çocuklarla cinsî ilişki kurmanın serbest bırakılması için teklifte bulunmuş. Böyle bir teklifi bırakın tartışmak, gündeme getirmek bile yasaklanmalı. Birinin, kalkıp çocukla cinsî temâs kurma sapıklığını gündeme getirmeyi tasarlaması bile yasaklamaklıdır. Eğitim sisteminiz, bunu düşünmeye eğilimli bir kişinin kendinden nefret etmesini sağlamalı. Başka bir anlatışla, beslediğim niyetlerde bile alabildiğine serbest kalamam. İcâbında gördüğüm rüyâdan dahî utanmalıyım; bunu bana sağlayacak edebim olmalı.
Düşünceyi alabildiğine serbest bırakmak; isteyen istediğini düşünüp ortaya koysun demek, insanı sapıklığa götürür. Çok önemli görüşler ifade edilmesin yahut eleştirilmesin, demiyorum. Bu, öncelikle felsefenin işidir. Felsefe bunu düşünüyor, ortaya koyuyorsa, toplumuna alabildiğine hizmet ediyor demektir. Felsefenin bunu becerebilmesi için toplumun talepte bulunması lazım. Türkiyede toplumun felsefeden böyle bir talebi yok; olmadığı sürece de özgün bir şeyin ortaya çıkması mümkün değil. Sözgelişi, Ahmet Mithat Paşanın ortaya attığı Mecellenin ortaya çıkısını hatırlayalım. O günün şartlarında Türk toplumunun bir talebini karşılamak üzre, Ahmet Mithat Paşa, harikulâde bir hukuk felsefesi öngörür. Günümüzde onu beğenirsiniz, beğenmezsiniz, çok önemli değil. Ama önemli olan husus şudur: O dönemde hem böyle bir talep hem de buna cevap veren bir dâhî vardı. İki şeyin karşılaşması lazım: dâhiye talep ve talebe cevap verecek dâhinin bulunması lazımdır. Türkiyede talebe cevap verebilecek dehânın olup olmadığını bilmiyoruz. Yine de toplumun aydınlanma talebinin olmadığı açık. Ortaya çıktığında talebi karşılayacak dâhîmiz varmı, yokmu, göreceğiz.
Felsefe alanında da çeşitli çevirileriniz var. Özellikle Gılgamış destanını çevirmiş olmanız dikkatimizi çekti. Bir felsefeci olarak bu eseri çevirmenizdeki amacınız nedir? Türkiye’de felsefe dilinde kavram kargaşası yaşanabiliyor. Bazı eserler iki ayrı çeviride iki ayrı kavram yığınıyla karşımıza çıkıyor ve felsefeye yeni başlayan insanların farklı kavramlarla kafası karışıyor. Bir çevirmen olarak sizce, çevirilerin kavramsal sıkıntılardan kurtulması için ve canlı tutulması için ne gibi şeyler yapılabilir?
Tercümede kavram kargaşasının yaşanması tabîîdir. Zirâ elimizde dil kalmadı. Düşünmemizi en çok bozan dilsizliktir. Dil bir yetkilidir. İnsanın düşünme doğrultusunu belirler. Bilgilenme yönündeki düşünme, yânî felsefenin düşünmesi dille olur. Dil, felsefece düşünmenin omurgasını teşkil eder. Dil, şirâzesinden çıktımı, düşünmenin düzeni bozulur. Dilinkine koşut düşünmenin dağılması ve bunun sonucunda ortadan kalkması geçmişte yaşanmamış olaylardan değildir. Dille birlikte mantıklı düşünme de ortadan kalkar, yerini yalınkat duygulara bırakır. Duyguların karıştığı düşünmede tutarlılıktan bahsedemeyiz. Düşünmenin ürünü düşüncelerdir. Düşünme, disiplinden koptuğunda düşünceler müphemleşirler.
Düşünce kavramlı bir yapıdır. Önermeler, kavramlar arasında kurulan bağlarla ortaya çıkarlar. Kavram, tarife dayanır. Su nedir? Proton nedir? Sorulara cevap verirken nesnelerini tarif ediyor, onlara sınır çiziyoruz. Bunlar tarif edilen şeylerdir. Kavramlar arasında belli bir sınır vardır ve bunları ayırtettiğimizde açıklık kazanırlar. Descartes, kavramlarda açıklık ile seçiklik şarttır, diyor. Kavramlar açık-seçik değillerse, bunlarla ifâde ettiklerimiz belli bir konuya, nesne yahut yöne gitmezler. Açık seçiklikten yoksun kavramlar kalıcı değildir; uçucudurlar. Kavramların önemini kaybettiği toplumlar, afyon yutmuş hâle gelirler. Günümüz Türkiyesinde gördüğümüz manzara işte budur. Millet, uyuşturucu müptelâsına dönmüş, ortalıkta ağzı açık hayran budalası biçiminde dolaşmaktadır.
Kavramların ağırlığı kalmamış. Belirli bir olayın yahut nesnenin kavramına kimi A, kimi B, kimisi de F diyebiliyor. Örneğin, aynı fakültede ve bölümde bir şeye ben “cevher” derken, öteki meslekdaşlar “töz”, kimileri de “substanz” diyor. Kimse ne anlattığını bilmiyor. Cevher, yerine neden töz deniliyor? Töz ne demek? Bu söz nereden gelir? Neden durduk yere bir ses topluluğunu ortaya atarak onu kelimeleştiriyorsun? Bu soruların mutlaka cevapları verilmeli. Kavramlar, ve onların seslendirilmiş ifâdesi sözler, kurumlaşmış, oturmuş olmalıdır. Bunu bütün büyük dillerde görüyoruz. Kurânda ne söylendiğini insanlar aradan bin üç yüz, dört yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, anlayabiliyorlar. Arapca hâlâ konuşuluyor. Dilde kalıcılık önemlidir. Her dilde konuşma ile klasik yazı dili arasında fark var. Babam, öğrenci olarak gittiği Almanyadan babasına yazdığı mektuba “velinimetim, muhterem pederim” diye başlıyıp “hak-i pâyeniz, mahdumunuz” (“ayağınızın tozu oğlunuz”) şeklinde bitiriyor. Babama “evde böylemi konuşurdunuz?” diye sordum. “Bu, yazı dilidir. Bunu konuşma dilinde kullanmak ayıptı,” cevabını verdi. Konuştuğunu, yazılı dili olarak kullanmak tıpkı sokakta geceliğin, pijamana dolaşmak gibidir. Yatak kılığın ile sokağa çıktığında yahut eve misafir geldiğinde giyeceğin kıyafet ayrıdır. Ayırım kültürümüzde belirgindir. Harem ile selâmlıkta farklı kıyafetlere bürünülür. Yatak yahut harem kılığıyla selâmlığa çıkılmaz.
Dil de böyleydi. İnsanların harem, yânî yakın insanların birebir ilişkilerinde kullandığı dili vardı. Bir de kamu, bugünlerde çok moda bir deyişle, kamu alanında kullanılan dil bulunurdu. Bahis konusu dil kültürleşmişlik seviyesini gösterirdi. Bu, imparatorluğun çok incelmiş dili, ifadesiyse Istanbul Türkcesidir. Cemil Meriç’in deyişiyle kelimeler, namusumuzdur. Kimsenin bunları değiştirmeye ne hakkı ne de yetkisi var.
Dil bildirişme aracıdırr. Beni insan kılan bu toplum ile kültürdür. Türkceyse onun bildirişme aracıdır. Türkcenin sözleriyle yetiştim. Her ne olduysam onlara borçluyum. Her şeyimiz buna dayanmaktadır. Dile ve ondaki yerleşik kelimelere ideolojik yaklaşanlar var. İslâm’a düşman ve onun malı olan Arapcadan geldiğinden, “hayat” kelimesini atıyor yahut atmaya çalışıyor. Kaygısı öz Türkce yahut milliyetcilik değil. Sâdece ve sâdece İslâm düşmanlığıdır. Bu anlayışa sâhib olanlara sormak gerekir: “Katar” sözü Türkce değildi de “tren”mi Türkce oldu? “Lağım” Türkce değildi de “kanalizasyon”mu Türkce oldu? “İktisat” Türkce değildi de, “ekonomi”mi Türkce oldu? “Siyaset” Türkce değildi de “politka”mı; “kâtip” Türkce değil de, “sekreter”mi Türkce oldular? Türkceden attığımız yerleşmiş sözlerin bazıları öz be öz Türkceydi. Meselâ “station wagon”lara çocukluğumda “kaptıkaçtı” denirdi. Geçenlerde taksi durağında “bana kaptıkaçtı lazım” dedim. Adam, kapkaçcılıkla karıştırmış olacak ki, “estağfurullah” dedi. “Kaptıkaçtı” Türkce değildi de, “station wagon”mu Türkce oldu? Yine çocukluğumda Zonguldakta kömürü tepeden limana nakleden kalın tellere asılı dolaplara “varagel” denirdi. Yıllar sonra bunlara “teleferik” denir oldu. Öz be öz Türkce olan “hanım” niye Moğolcadan apartma “bayan” (zengin); “beğ”, “bay” oluverdiler?
Dert, üzüm yemek olmayıp bağcıyı dövmek, yânî sözleri Türkceleştirmek değil; İslâmı hayatımızdan topyekûn atmak. Türkce bu .yüzden mahvedilmiştir.
“Hayat” kelimesi ile “yaşam” kelimelerini taşıdıkları tasavvur güçleri açısından karşılaştırmak lazımdır. “Hayat” kelimesinde bin küsûr yıllık bir kültürün işleyip belirlemiş olduğu tasavvurgücü saklıdır. Yaşamınsa tasavvurgücü sıfır. Hiçbir şeyi yoktur. İki kelime arasındaki fark, nesiller boyu oturulmuş aileye iyi, kötü günlerde ocak barınak olmuş bir ev ile yurtla yuvayla ilgisi ilişiği olmayan soğuk, kişiliksiz fabrika mekânı gibidir. Dile yeni kelimeler tabîî ki girip yerleşecek. Sözgelişi elli, altmış yıl önce bilgisayarmı vardı? Bu ihtiyaç çok yerinde bir sözle dolduruldu. Geçmişte olmayıp da ortaya çıkan yeni bir araç için söz elbette türetir. Ancak, bazı türetmelerimizin yanlış olduğu da âşîkârdır. Konunun dışında kaldığından, bunlardan bahsetmeyi başka zamana bırakıp varolan kelimler neden değiştiriliyor sorusuna dönelim. Sözgelişi niye cevhere “töz” denilmeye çalışılıyor? “Cevher”, felsefe dışında, gündelik hayata da girmiş, herkesin anlamını bildiği ve bin yıldır kullandığı bir kelimedir. Meselâ cevher kelimesini, “bu çocukta cevher vardır” gibi, çeşitli anlamda, konuda kullanıyoruz. Cevher kelimesi ile töz kelimesi ayrı nesneler için kullanılabilir. Bilimde, özellikte de kimyada “töz” kelimesi kullanılabilir. “Cevher” bahusus metafizik alan için söz konusudur. Bu deyimler, bilim ile metafizik anlayışımıza büyük zenginlik katabilir. Başka dillerde olmayan bir aydınlıktır. Kafaların aydınlanması dille başlar. Düşünmek için akıl lazımdır.
Osmanlıca kelimeler, Türkce değil, bu nedenle dilden atılmalı diyorlar. Öte yandan Türkce olmayan, rağbet ettiğimiz, tapındığımız, secde ettiğimiz yeni medeniyetin kelimelerini alıyorsunuz. Bu çelişki değil de nedir? Sorun, çözüm bulma istenmemesinden doğuyor. Türkiyede öğretim kurumları, yetişen neslin düşünmemesini sağlamak üzre inşâa edilmişler. Ezberciliğin önüne geçmek, düşünen insan yetiştirmekten bahsediyorlar. Dedemin küllâhına yuttursunlar. Talep, düşünen değil; düşünmeyen insandır. Bu yüzden felsefe geleneğinin hiçbir zaman oluşmayacak.
Gılgamış destanının neden çevirdiğimle ilgili sorunuza gelelim. Yazıyı Sümerler tarafından icâd edildiği gibi, destan da onların. Bu bakımdan çok ilgimi çekti. Destanla ilgilenmemin ikinci nedeni, akıntıya karşı kürek çekmeyi seven kişiliğimdir. Beni Eski Yunanın tanrılaştırılıp göklere çıkarılması çok sıkıyor. Eski Yunanın İlyada ile Odessius gibi çok büyük edebiyat eserinin olduğunu inkâr etmek mümkün değil. Gılgamış, İlyada ile Odessius gibi Yunan eserleriyle yarışacak durumdadır. Bu destanda harikulâde bir hayâlgücü, anlatım ile olayın yansıtılması var. Yazarı yok. Toplumun ortak dehâsının eseridir.
Doğu ile Batı medeniyetleri câmiası diye Avrasya medeniyetlerini ikiye ayırıyorum. Sümer de batı medeniyetleri câmiasının beşiği. Gılgamış da adetâ bu beşiğin anayasasıdır. Gılgamış destanında, Batı medeniyetlerinde ortaya çıkmış değerlerin hülâsasını görebiliyoruz. Bu nedenlerden Gılgamış destanını çok ilgi çekici buldum ve bizim Yunan hayranlarımıza ithâf ettim.Keşke Sümerce bileydim de eseri doğrudan doğruya tercüme edebilseydim.
Biyoloji felsefesi alanında çok çalışmalar yaptınız. Bu alanda yüksek lisans ve doktora eğitiminizi tamamladınız. o alanda. Biyoloji felsefesi Türkiye’de o tarihte ve bugünlerde bile çok bilinen bir dal değildir. Size göre, biyoloji felsefesinin felsefe için önemi nedir?
Biyoloji felsefesi iki yönden önemlidir. Birincisi: İnsan felsefenin baş sorunudur. İnsan, aynı zamanda bir canlı olduğundan, biyolojinin konu dağarındandır. Biyoloji felsefesiyle ilgilenmemin geçmişimle de ilgisi vardır. Çocukluğumdan beri canlıyla uğraştım. İnsanın canlı tarafının diğer canlılarla karşılaştırılması, benzerlik ve farklılıklarının ortaya çıkarılması her zaman ilgimi çekmiştir. Cansızı hiç sevmedim; mekaniğe ilgi duymadım. Çocukluğumda hayvanlarla oynardım. Tavuk, tavşan, keçi, koyun, kedi, it, kuş, balık, kargaya varıncaya dek hemen hemen çevremizdeki bütün hayvanları yetiştirdim. Yetiştiğim yerde bunları yapabilmem mümkündü. Toprakla uğraşmayı, özellikle de ağaç dikmeyi çok severim.
Üniversiteye girdiğimde felsefe okumayı aklıma koymuştum. Ancak, felsefemi temellendirecek bir bilim eğitimi almak istiyordum. Bunun için tıp okumayı düşündüm. Gelgelelim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine tıptan vazgeçip biyoloji okumaya karar verdim. Üniversitede hocam bitkibilimciydi. Bitkilere değil hayvanlara ilgim var, dedim ama hocam, sen bitkileri öğreneceksin, dedi ve mecburen bitkibilim okudum. Sonuçta iyi de oldu. Çünkü o zaman öğrenmeseydim hiçbir vakit ben o tarafa eğilmeyecektim. Aristoteles’e hayran oldum. O olağanüstü sistemine –tarihte ilk—canlının araştırılmasını öngören bilimi temel almıştır. Bundan dolayı mekanik kadar buz gibi soğuk ve sevimsiz Yeniçağ felsefe-biliminden onunkisi nice farklıdır. Fizik ile kimya canlıyı ilgilendirdekleri ölçüde onlara eğildim. Tek başlarına bana bir şey ifâde etmemişlerdir. Canlılar bilimi, tıp, baytarlık, tarımcılık, orman mühendisliği dururken insan, elektrik, makine, uçak mühendisliklerine, fiziğe, kimyaya nereden, nasıl merak salar?
Aristoteles’ten beri, biyoloji felsefeye temel teşkil ettiğini görmek mümkündür. Aristoteles sisteminin zeminini biyoloji teşkil eder. Galileo’yla birlikte başlayan bilim-felsefe geleneğinde biyolojinin, yânî organik olanın yerini mekanik almıştır. Yeniçağda organik olan sevilmiyor çünkü organik bilimdışı kabul edilmiştir. Organik olan, her şeyden önce insana yakındır ve insan kendinden birçok şeyi onda görebilmektedir. Hâlbuki yeni bilim bunu özellikle yasaklıyor ve hiçbir duygudaşlık kuramazsın diyor.
TARİHin DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
1- Değerler
İnsan, hem canlı hem de kültür varlığı olarak geçmişin ürünüdür. Âvâmî siyâsî bir söze başvurursak, insan, hem doğal, hem toplumsal kalıtımı bakımından ‘gerici’dir. Doğal kalıtımı cihetiyle anne-babası yoluyla en eski canlılara, çekirdeksiz hücrelere; başta dil gelmek üzre, kültür-toplum mirâsı vechesiyle ise, yaşadığı günden çok öncelere geri gider. Ne var ki, aynı zamanda ‘ilerici’dir de. Zirâ her anne-babanın çocuğu, ebeveynine birtakım iç —genetik— ile dış —tip— özellikleri bakımından benzemekle birlikte, farklıdır. Bu, kültür-toplum düzleminde de böyledir. Nesiller, birbirlerine bazı değerleri aktarırlar: Gelenekler. Ancak, her nesil, kendi değerler hazinesinde —: Görenekler— irili ufaklı değişiklikler yaparak birtakım kültür unsurlarını sonrakisine devreder. Sözünü ettiğimiz değerler, insanın, elinin altında ve çevresinde bulduğu fizik, coğrafya, topoğrafya, iklim ile hava şartları ve hayvan ile bitki varlıkları çerçevesinde ve taş ile toprak cinsinden hammaddelerden yararlanılarak üretilirler. Görüldüğü gibi, insan, kendi günlük âcil yahut müstakbel ihtiyâçlarını karşılayacak şekilde hammaddelerin, yânî malzemelerin —dallardan, yapraklar ile samandan örülü kulübeden tutunuz da fezâ taşıtına dek uzanan bir yelpâze cinsinden— mamûle dönüştürülmesiyle değerler oluşturulur. Hammaddeden mamûlün üretilmesi, bir fikir şablonu çerçevesinde gerçekleşir. Fikirler, inançlar tarlasından biter. Anlaşılacağı üzre, söz konusu olan zihnin yahut dimâğın, elle iş ve güç birliğidir. Zaman – mekân hatlarında yer alan fizik-kimya kuvvetlerinin doğrudan etkisi ile güdümünde yürümeyen dimâğ-zihin işlemleri manevî dediğimiz âlemdedir. İşlenen ise maddî dünyadır. İnsanın manevîyâtı ile içerisinde yaşadığı maddî dünya arasında dialektik bir ilişki yürürlüktedir —işte bu görüş, gerek İlkçağ Çin bilgeliğinin Taosunda gördüğümüz Yin – Yang karşıtlığında gerekse Eskiçağ Egeli bilge Herakleitos‘un mensur parçası "Savaş"ta ifâdesini buluyor. Maddî dünya ile manevî âlem, sav ile karşısav durumundadırlar. Bu ‘savlaşma’nın ‘evlâd’ı, başka bir deyişle, sentezi, ‘değer’lerdir.
2- İnançlar
İnsanları birarada yaşatacak kudret ile kâbiliyetteki değerler, inançtırlar. Bunların pek küçük bir bölümü, öteki inançların, dolayısıyla da değerlerin ‘anne’sidir.
Onlarıın kendileri, özge inançlardan neşet etmemekle birlikte, ‘inanç doğurur’lar. Bu ‘kaynak inanç’lardan doğmuş olanlar, özellikle maddî zemin ve zaman ile mekân boyutlarında geçer oldukları görülür. Mezkûr ‘inanç’lar —en azından, gündelik yaşama düzleminde— ‘bilgi’ durumuna gelir. Geçerli olup olmadığı soru konusu kılınmayan, ve yukarıda belirtildiği üzre, kendisi esas olup müteâkib inançları doğuran, üstün ve tereddüte mahal bırakmayan yaptırım gücü bulunan ‘inanc’a ‘imân’ diyoruz.
3- Kültür
Bir yahut birkaç merkez inanç (imân) etrâfında yahut altında tutarlıca derleştiğini tasavvur edebileceğimiz bir belirli inançlar bütünlüğü, belli bir Kültürü oluşturur. Bahse konu merkez inanç/ların dayandığı en temel inanç yahut belirli az sayıdaki inançlardan türemiş başka bir inançlar kümesi, akrabası olan yahut olanlarla birlikte oluşturduğu daha üst ve kapsayıcı kültür topluluğu seviyesine medeniyet adını veriyoruz.
İşte, insan olarak hayatımızı biçimlendiren —aile, oba, oymak, boydan millete dek uzanan— kültür katları, değer öbekleri demek olan inanc ilmikleriyle örülür. Bahis konusu inançların içerisine doğuyoruz. Başka bir söyleyişle, dirimsel (İng biotic) yapımız ile fizik çevremiz gibi, toplum-kültür ortamını da hazır buluyoruz. Bir şeyi hazır bulmak, onun, ‘ben’ olmadan önce varolduğunu gösterir. Yaşanan ândan önce varolmuş her şey ‘geçmiş’tedir. Toplum-kültür varlığını ifâde eden gelenek-görenek-âdet çeşidinden geçmiş değerler öbekleri ‘geçmiş’ten ‘şimdi’ye akıp varırlar. ‘İnançlaşmış’ bazı ‘değer’lerden kalkarak bedence ve ruhca kendi ‘ben’imi ve kültür-toplum ortamım ile fizik çevremi ‘değerlendiririm’.
4- Bireylilik
Dirimsel faaliyetleri (İng biotic functions) kesintiye uğratmaksızın canlının irdelenmesinde ulaşabileceğimiz en alt, en temel varlık seviyesi ‘bireylilik’tir. Hücreden başlayarak beşere dek her canlı bireyi kendisine vucut veren ‘altbirey’lerin bütünlüğüdür (Fr intégration). Meselâ, hücrenin çekirdeği, mitokondrisi, golgi cihâzı gibi yapılar, onda yer alan ‘altbirey’lerdir. Filvakî kendisini oluşturan ‘altbirey’lerden hareketle belirli bir hücrenin bütününü daha seçikce anlayıp açıklayabiliriz. Ancak, incelediğimiz hücreyi ‘altbirey’lerine, başka bir deyişle, organcıklarına ayrıştırdığımızda, onun canlı bütünlüğünü yitiririz. Böyle bir durumda o, ölüdür. Demekki, bilim işlemlerinde, yaşayan varolanı ‘altbirey’lerine ayrıştırdığımızda, canlı bütünlüğünü bozup ortadan kaldırıyoruz. Bu durum, yine bir dirimli (İng biotic) varolan olarak beşer için de geçerlidir. O da öyleyse ‘birey’dir. Her canlı birey, evrim basamaklanmasındaki (İtal scala) yapıca ve işleyişce (İng mechanism) karmaşıklık derecesi uyarınca, ‘bireyliliğ’inin farkına değişik raddelerde varır. Bir ağğaç, ışığın kuvvetine, marûz kaldığı basınca göre gelişip serpilir yahut tersine kurur. Bu, ‘bireyliliğ’in farkına varmanın bir derecesidir. Balık, ondan daha seçikçe farkındadır. Çünkü, dış etkenler, onun bünyesinde haz yahut acı duyumlarının ortaya çıkmasına yol açar. Bu durum, artık köpekte, kedide, devede, atta yahut maymunda iyice belirginleşir. Ne var ki, hiçbiri duyu boşandırıcı bir etkene marûz kalmadıkca, durduk yerde, acıyı yahut hazzı duyumlayamaz. Hele, acı, haz ve daha başka duyular üstüne düşünemez. Zirâ kavramlaştırma istidâdına mâlik değildirler.
5- İnsan-olma
Bahis konusu kuvveyi hâîz beşer, bunu içerisine doğduğu toplumda fiile dönüştürdüğünde, ‘insan’ olur. ‘İnsan’ın ‘bireyliliğ’iyse, başka hiçbir canlıda rastgelmediğimiz, ‘ben’ biçiminde tezâhür eder. Şu hâlde, ‘ben’ artık bir dirim birimi değildir. O, anlamagücünün verisidir. Böylelikle maddî değil, manevîdir. Bedenini, bünyesini duyumlayan beşerden kendisini anlayarak başkalarından ayırdedebilen insana geçiyoruz. Kendisini ilkin duyumlayarak, hissederek, bilâhare anlayarak başkalarından ayırdedebilen insanın temel varlık birimi ‘ben’idir. Zaman içerisinde oluşan duyma, anlama ile başkalarından ayırdetme kâbiliyeti ile birikimi, o belirli ‘ben’in tarihidir.
6- İrâde
Öyleyse ‘ben’, ‘tarih verisi’ bir varolandır. ‘Tarihi’ kesintiye uğrar, ‘tarihliliğ’ini unutursa, o insanın ‘benliğ’i sarsılır, giderek çöker. Beşeri meydâna getiren, bütün canlılarda olduğu üzre, evrim–genetik verisi ‘kalıtım’dır. O da, şu durumda, uzak geçmişten yakına ?soyoluş (Y filogenesis)?, yakın geçmişten şimdiye ?bireyoluş (Y ontogenesis) akıp giden sürec ile onun berâberinde getirdiği birikimdir. Görüldüğü gibi, evrimsel–genetik süreçler, tarihî olanları andırır. Şu var ki, insanın olmadığı yerde, ‘tarih’ten de bahsolunamaz. Zirâ, bulunulan ândan önce uzak ile yakın zaman dilimlerinde olup bitmiş süreçlerin incelendiği alan ‘evrim–genetik’tir. Bahse konu evrimsel–genetik süreçler, yer aldıkları yahut taşıdıkları canlıların ‘bireysel katkı’ları olmaksızın olagelirler. Bir tek ?artık ‘beşer’ değil? ‘insan’, ‘öz katkıları’yla, müdâhaleleriyle kendi ‘insan–oluşu’nu inşâa eder. Menşece zihnî olan bu ‘insan–olma’ isteğine ‘irâde’ diyoruz. Şu durumda beşerin evrimsel–genetik kalıtımı gayrıirâdî olmasına karşılık, insanın kendisini inşâa etmesinin sâiki irâdîdir.Ken? disini kendi isteği, yânî irâdesi doğrultusunda inşâa eden insan ‘bilinç’ sâhibidir. Bilinçlenen insan ise, kişileşir.
İrâde-sâhibi olmak, özden hür olmağı şart koşar. Bilkuvve hür olan insanın, hürlüğünü fiile geçirmesi, fiilinde tezâhür ettirmesi, irâdedir. Bu kendisini ilkin düşünme ediminde, bilâhare eylemde gösterir. Eylem de zâten, insana mahsus hareketlerin, onun düşünmelerinin semeresi olan düşünceler tarafından biçimlenip yönlendirilmeleridir.
Düşünceler, en basit olanları dahî, ömrün ilerileyen evrelerinde belirirler. Öncelikle tasavvur, zamanla da kavram birikimine kaçınılmazcasına ihtiyâç gösterirler de ondan. Yaşadıklarımızdan bizde kalan ‘iz’ler, temelde, duyu verilerinden neşet etmiş duyumlar ile bunlardan doğan duygulardır. Dışımızdaki şeylere veya olaylara doğrudan yahut dolaylı ilişkin olarak zihnimizdeki ‘resim’lerin ‘kaba hat’larını, duyu verilerinden neşet etmiş izlenimler ile bunların daha bir seçikleşerek genelleşmesi demek olan duyumlar oluşturur.
Hâfıza
Şeyler ile olayların zihnimize yansıyan sözümona ‘resim’lerine de, nitekim, tasavvur diyoruz. Bunların zaman içerisindeki düzenli ve birbirleriyle bağlantılı birikimiyse hâfızadır.
Olup bitmiş olanların belli bir sonra zihinde canlandırılması, hatırlamadır. İşte, üstüne düşünerek katlandığımız —tefekkür, efkârlanma (réflexion)— tasavvurlar, ‘resim’li olma özelliklerini yitirerek git gide kavram da dediğimiz zihin birimlerinden düşüncelere dönüşürler.
Hatırlayarak düşünmelerimiz, hep geçmişte başımızdan geçenler üstünedir. Olup bitenlerin bizdeki ‘iz’leri üstüne düşünerek —hatırlamalar, hatıralar— kendi ‘ben’imiz ile ‘çevre’miz hakkında düşünceler geliştiririz. Kendi ‘ben’imizi aydınlatan, kendimize açan düşünceler, bilincimizi oluştururken; ‘çevre’mize ilişkin olanlar, bilgilerimizi meydana getirirler.
Nihâyet, duyma-düşünme-hatırlama işleyişlerimiz ile işlemlerimizin tümü,
inanç varlığımızın zeminini teşkil ederler. Söz konusu varlığımız, geçmişte temellenip henüz yaşanmamış zaman dilimi demek olan geleceğe hamle yapar. İmdi, geçmişteki yaşadıklarıyla yoğrulup ‘pişen’ ‘kişilikli insan bireyi’, yaşanacakların nasıl olabileceklerini hep tasarlamakla meşguldür. İşte, hâfızasından sudûr eden onun bu bâriz vasfına ‘tarihî varlık sahası’ diyoruz. İnsan, hem birey hem de toplum olarak tarihî varlıktır.
‘Kişilikli insan’ın kendi ‘ben’ini belirleyen eşsiz özelliklerine kimlik diyoruz. Bireyler için olduğunca, belli bireylerin zaman ile mekânca biraradalığından doğan toplum bağlamında da kimlik söz konusudur. Sonuçta, ‘kişilikli insan bireyi’ vasfına uygun toplum da, varlıkca daha üst seviyede bir ‘kimlikli birey’dir. Nasıl tek bireyin kendi ‘benliğ’ini bilmesi kişisel bilinciyse, toplumun öz ‘benliğ’ini tanıması da onun toplumsal bilincini ortaya koyar. Birinde olduğu üzre, ötekisinde de bilincin esası, hâfızadır. Toplum hâfızasından kaynaklanan hatıralardan yaşayakalanlar, gelenekleşirler. Gelenekleşebilmiş maşerî (kolektiv) hatıralar ise, kendilerini, yaşayan toplumda örf, âdet ile görenek biçiminde duyurur, izhâr ederler. Örf, âdet, gelenek ile göreneklerin heyetimecmununaysa, o toplumun kültürü adını veriyoruz.
İmdi, nasıl, kültürsüz toplum olamazsa, aynı şekilde tarihsiz kültürden de bahsedilemez. Tarih, toplumun benliğine ilişkin bilinci, dolayısıyla, kimliğidir. Geçmişini topyekûn unutmuş insan, hâfızasını yitirmiştir. René Descartes‘ın "düşünüyorum, öyleyse, varım" düsturu uyarınca, hâfızası silinmiş olan, varlığına —yânî ‘benliği’ine— ilişkin bilincini de kaybeder, sonuçta, insanlığından olur. Böyle birine artık insan diyemeyiz. O, salt dirim seviyesine —yânî beşerliğe— rucu etmiş sayılmalıdır; buna ise, ‘bitkisel hayat’ denir. Aynı şekilde, geçmişini düşünemeyen, demekki, tarihsiz kalan toplum, ortadan kalkmağa hükümlüdür. Dünü olmayan toplumun yarını da olamaz. O, tıpkı hâfızasını kaybetmiş kişi gibi, değerlendirme yapamayıp anlamlandırmada bulunamaz.
Anlamlandırma ile değerlendirme, birbirlerini tamamlayan iki ayrı zihin etkinliğidir. Anlamlandırma, yapma ile inşâ etkinliklerinin asıl sâikidir. Değerlendirmeyse, yapılmış, kurulmuş, inşâ edilmiş olanın yorumu, takdîri ve yargılanmasıdır. ALLAH, her iki hassanın biricik mâlikidir. Yarattıklarının kuvvesi —sûreti ve ona eklenecek maddenin çeşidi, niteliği ile niceliği ve dahî Eflâtun‘un deyimiyle ideası— kendisinde saklı —hafî— bulunduğundan, O, her şeyin anlamı ile manâsına ezelden ebede müdriktir —tekâmüle dayanmayan, demekki, mutlak idrâk ile şuur (bilinç) Ondadır. Yalnızca hâlihazır varolan evren (kâinat) değil, olmuş, olan ve olacak bilcümle âlemler ALLAHda anlamlıdırlar. O, anlamlandırma yetisini (Fr capacité), varolan fizik evrende, bilebildiğimizce, bir tek insana bahşetmiştir —bkz: Hicr(15)/26;İsrâ(17)/85 ile 86.
Değerlendirmeye gelince: Madem yaratıcı Odur, yarattıklarının anlamını O, içkince bilir —bu bağlamda ‘anlam’, ‘manâ’ olur—, o hâlde ALLAHın değerlendirme yapmağa ihtiyâcı yoktur. Bunun istisnâsı insanla ilgilidir. Zirâ —Melekût âleminin sâkinleri hâric— sınırlı ölçüde, HÜRLÜKle şereflendirilerek yaratılmış olan, bir tek, insandır. Onun ne duyduğunu, hangi duygulara kapıldığını, ne yapıp ettiğini yaratıldığı ândan itibâren RABBi tarafından bilinmekle birlikte, ALLAH, ayrıca, insanın duyuşunu, düşünüşünü, hâl ile hareketlerini mütemâdiyen gözleyip değerlendirir —"De: Herkes kendisine has ~kendi kâbiliyetine uygun~ tarzda eyler; en doğru yolda olanları ~yolu seçenleri~ en iyi bilen RABBindir ~İsrâ(17)/84.
8– Tarihin Zemini: Akıl
Şu durumda tabîî ki, ALLAHın ölçüsünde olmamakla birlikte —çünkü insan, yaratamaz, sâdece inşâ edebilir—, anlamlandırma ile değerlendirme hasletlerini kişi, RABBİnden doğrudan doğruya almıştır. Başka bir anlatışla, bunları o, beşerliğinden —dirim cihetinden evrim yoluyla— tevârüs etmemiştir. Bu cümleden olmak üzre, ALLAH, yeryüzündeki halifeliğine insanı tayîn etmiştir —Bkz: Bakara(2)/30 ile An’âm(6)/165[1]. Bunu da ALLAH, Kendi Ruhundan kişinin beşer bedenine ‘üflemek’ sûretiyle izhâr buyurmuştur. Bundan dolayı da, Alman mistiki ile din filosofu Johannes —Meister (Usta)— Eckhart‘a göre, Ruhun insandaki tecellisi demek olan Aklın, öteki bütün şeylerin tersine, yaratılmamış olup ALLAHın Kendisini Özünden izhâr edişi olduğunu ileri sürmüştür.
Gücünü Akıldan alan zihin, dünyayı değerlendirir. Böylelikle bütün yaratıklar için ‘değerden-bağımsız’ olan dünya ile doğa, insanda ‘değer’ kazanır. Her ‘değerlendirme’ işlemi, Aklın isterlerine uyarak, bir sıradüzeni derpîş eder. Bu düzenin üç basamağı, ‘ben’, ‘ben-benzeri-olan-biz’; ‘ben-benzeri-olmayan-dünya-doğa’.
‘Ben’ ile ‘ben-benzeri’ alanları aslında önemli ölçüde kesişirler. Aralarındaki ayırım çizgisini çekmek zordur. İkisi, olanın tesbiti şeklinde tecelli eden ‘değerlendirme’nin aşılıp dar anlamda kültür diye nitelediğimiz kurma, inşâ etme mahalinde yer alır. Bu bakımdan ‘ben’i ‘ben-benzeri’ —yânî, ‘biz’— şartlarının bağlamından koparan Freudcu psikolojinin —psikoanalizin— yanılgısına burada işâret etmeden geçemeyeceğiz
Aslında bir değerlendirme-anlamlandırma bağlamı olması bakımından, gerek ‘ben’ gerekse ‘biz’ sahalarında, insan-toplum-kültür âleminin esası tarihtir. Hem bireysel, hem toplumsal kimlik, tarih temeli üstünde inşâ olunur. Kimlik inşâ olunduğuna göre, ortada anlamlandırma dediğimiz bir olay söz konusudur. Bu anlamlandırma işinin en geniş ve derin tezâhürü, kültürün inşâsıdır.
Öz ‘ben’imin inşâsı sırasında mensûbu bulunduğum değişik toplum katmanlarının kendilerine mahsus tarihlerinin ağır baskısını her dem duyumlarım. Bu duyumlama, insan-toplum-kültür çerçevesinde yer alan olaylardan ibâret değildir. Bahsolunan çerçevenin dışındaki fizik dünya-doğayı dahî yine kültürümüzün, dolayısıyla da tarihimizin gözlük camlarından seyrederek değerlendiriyor ve toplum–kültür tarihinden ayırdetmek maksadıyla buna doğa tarihi diyoruz. Gerçi Laikcilik-Positivcilik-Nesnelcilik dünyatasavvuru, giderek ideolojisi, dünya-doğanın, toplumlaştırlması-kültürleştirilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Kısaca evrim ıstılâhıyla dile getirdiğimiz ‘değerden bağımsız’ bir dünya-doğanın, ancak tahlil olunurak incelenebileceği öne sürüledurulmuştur. Ne var ki, adı üstünde, bu, bir dünyatasavvuru yahut ideoloji olduğuna göre, kendisi de, açıkcası, başlıbaşına bir değerlendirme biçimidir. Demekki doğanın ‘değerden bağımsız’ olduğu savının kendisi bile bir değerlendirme ifâdesidir. Şu durumda, doğa araştırmalarında ele alınan konunun yahut nesnenin ‘değerden bağımsız’ olduğu fikri, bizzât bir değerlendiriştir. Nihâyet, araştırmalardan elde edilen verilerin ‘yorum’lanması, ‘değer’lendirme değilse, nedir?
Tarih, belli bir bireyin yahut toplumun, kendi geçmişinden bulunduğu hâlihazır âna değin kotarabildiği, metafizik bir söyleyişle, bilincine varabildiği tüm müktesebât, birikim demek olduğu gibi; bu birikimin üstünde düşünerek onda yer alan olayları, süreçler ile varolanları neden – etki bağları çerçevesinde yeniden değerlendirme işini de dile getiren ıstılâhtır. Anlaşılacağı üzere, ikinci anlamıyla ‘tarih’, bir bilimin adıdır.
Birinci anlamıyla tarihin, her zaman ister birey, ister toplum biçiminde olsun, bütün insanlar için geçerli olduğunu yaşanmış örnekleriyle ilk defa akıcı bir uslupla tasvir eden Halikarnasos’lu (Bodrum) Herodostur (484-425). Sanıldığının tersine, o, bir vaka olarak tarihi ilk keşfeden değildir. Öncelikle medeniyet seviyesine erişmiş kültürler, öteden beri tarih bilincine sâhib olmuşlardır. Hattâ medeniyet aşamasını ulaşmamış kültürlerde de geçmişten gelen birikimler yaşanır. Geçmiştekiler ile şimdi yaşananlar arasında dikkate değer bir kırılma, bir fark yoksa, iki zaman kesiti arasında belirgin bir ayırım çizgisi çekilemez. Bu durumda, yüzeye yansımış bir tarih bilincinden bahis açılamamakla birlikte, yine de geçmişe ilişkin belli belirsiz bir ‘farkındalık’tan söz etmek yanlış olmaz. Demekki, değişik derecelerde olmakla birlikte, tarih, her toplumda bir biçimde algılanır.
Kendi medeniyetlerinin saçtığı parlak ışık karşısında körleşip basîreti bağlanmış, Yeniçağ Batı Avrupalı bir bölük önyargılı, kibirli filosof ile bunların kör topal yamaklarının tersine, onlardan iki bin küsûr yıl önce yaşamış koca Herodotos, tümüyle tarihten yoksun toplumdan söz edilemeyeceği gerçekliğini görüp kendisinden sonrakilere bildirmiştir.
Herodotos, bir vaka olarak tarihi bütün değişik vecheleriyle, çeşitli toplumları tanıyıp incelemek sûretiyle tesbit etmenin yanında, bunu soyutlayarak salt bir kavram olarak da irdelemiştir. Böylelikle bir nevi tarih sistematiğinin zeminini hazırlamıştır.
Gelenek ile görenekleri, örf ile âdetleri ve içerisinde bulundukları iklim, coğrafya ile topoğrafya şartları çerçevesinde farklı toplumlara mensûp bireylerin birbirlerine savaş ile barış dönemlerinde nasıl davrandıklarını bize karşılaştırmalı ve tasvirci tarzda hikâye etmiştir. Nitekim, Almancada —Geschichte— yahut Felemenkcede —geschiedenis— gördüğümüz gibi, tarih, kimi dillerde hikâye anlamına gelir. Ama bilim şeklinde ‘tarih’in belirlendiği Yunancada, Historia, ‘araştırma’, ‘malûmat’ anlamlarını içermektedir. ‘Historia‘, ‘soruşturmak’ demek olan historein masdarının isim hâlidir. İşte, genelde bilimi —επιστ?μ?— tarif edip onun aksiyomatiği ile sistematiğini ilk kez belirleyen Aristoteles (384-322), Historiayı belli toplum-kültür bağlamında olup bitmiş yahut gelip geçmiş olaylar ile kişilerin neden – etki bağlantıları dikkate alınarak araştırılması biçiminde anlayıp açıklamıştır. Tarihi Herodotos anlamında klasik Türkçede vakanüvislik —’vakaların kayda geçirilmesi sanatı’, ‘vaka yazıcılığı’—, Aristotelesinkisindeyse, tarifi ile sistematiği felsefede yapılan bilim olarak anlıyoruz. Daha Aristoteles, bilim olmakla birlikte, tarihin, doğa bilimlerinden farklı bir aksiyomatik ile sistematiğe mâlik olduğu gerçekliğine parmak basmıştır. Bilimmidir yoksa zanaat mı olduğu sorusu bilim felsefesinde henüz tatmin edici ölçülerde cevaplandırılamamış olan iktisâdı bir yana bırakırsak, insan-toplum-kültür âleminin kendisini doğrudan doğruya ele alan uğraşılardan —klasik mekaniğin teşkil ettiği— bilim ülküsüne en ziyâdesiyle yaklaşan tarihtir. Doğa bilimlerinin tersine, bilim olarak tarih, her ne denli konusunun bağlam çerçevesinde kendisi inşâ etmek mecburiyetindeyse de, sonuçta, araştırılan konu ile araştırıcısı arasında zamanca[2] fasılanın bulunması, öznel duygu bağlarının kurulmasını bir nebze önler. Bahsolunan fasıla genişlediği ölçüde bu bağın oluşma ihtimâli de azalır. Bu sebeple, bilimin nesnellik şartına en fazla yaklaşan ‘tarih’ kesimi, onun tarihöcesi (Fr préhistoire) yahud öntarih (protohistoire) kalıntılar üstüne girişilen araştırmalar alanıdır.
Devlet ülküsünde birleşmiş toplum demek olan milletin kimliği en seçik hâliyle ona ait topyekûn birikim üstüne girişilmiş sistematik çalışmalar anlamında tarih felsefesinin kurulmasıyla çıkarılabilir. Şu durumda tarih felsefesi, belli bir toplumun, milletin, kültür yahut medeniyetin kimlik çetelesidir. Nasıl kültürlerin oluşturabilecekleri en üst basamak medeniyet ise, medeniyetlerin dahî ulaşabileceği en yüksek aşama felsefîleşmiş medeniyet safhasıdır. Nitekim bellibaşlı felsefîleşmiş medeniyetler ile kültürlerin kimlik çetelelerini çıkarmış filosofları olmuştur. Bunu Eskiçağ Ege medeniyetine Herodotos ile Aristoteles; Ortaçağ Hırıstıyan medeniyetine Azîz Avgustinus ile Akinolu Thomas; İslâm medeniyetine Gazalî ile İbn Haldun; Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetine Galileo Galilei ile Isaac Newton; Yeniçağın İtalyan kültürüne Niccolo Machiavelli, Fransız kültürüne René Descartes, Jean-Jacques Rousseau ile François Marie Voltaire, İngiliz kültürüne William Shakespeare, Thomas Hobbes, John Locke ile David Hume, Alman kültürüne Martin Luther, Immanuel Kant, Johann Wolfgang von Goethe ile Georg Wilhelm Friedrich Hegel; Çağdaş cihânşumûl İngiliz-Yahudî medeniyetine de Adam Smith, Charles Darwin ile Karl Heinrich Marx yapmışlardır.
Sonuc olarak toparlarsak; gerek birey gerekse toplum düzleminde ‘insan-oluş’unu sağlayan, demekki ‘kişiliğ’ini kuran insanın zihninde açık yahut bulanık bütün baştan geçmiş olanların çetelesinin çıkarılması demek olan tarih, aşağıda dökümü sunulan konuları anlamca kapsamaktadır:
~Kişiler ile toplumlarda bilinçlenilerek —yânî, ‘öz bilgisi’ne erişilerek— ‘kimliğ’in oluşturulması;
~özellikle toplumun maşerî hâfızasında yer etmiş —gelenekleşmiş örf ile âdetler, esâtîrler, kıtlıklar, felâketler, tabîî âfetler, dinî-tasavvufî yaşantılar, iktidar kavgaları, iktisâdî bolluk yahut sıkıntılar, zafer destanları yahut bozgun üstüne ağıtlar, sefer yahut ricatlar, aşk maceraları ile hikâyeleri, yurtlanma efsâneleri cinsinden— yaşanmışlıklar, ya oldukları zaman ya da olup bittikten sonra kuyumcu titizliği ve dikkatiyle ayıklanarak kayda geçirilmeleri: Tariihçiliğin esasını oluşturan vakanüvislik;
~belli bir toplumda, kültürde, medeniyette yahut medeniyetler câmiasında maşerî hâfızaya nakşolmuş yaşanmış cümle olayları elden geldiğince dikkate alarak bunların, nasıl, neden ve hattâ niçin cereyân etmiş olabileceklerini sorgulayıp bilim aklının gerektirdiği nedensellik ile nesnellik ilkelerine uygun tarzda ya düzayak hikâye ederek ya da karşılaştırmalı biçimde izâh edebilecek açıklama örneklerini geliştirip önermek: Tarih bilimi;
~ve nihâyet tarih felsefesi: Bu da, yine, iki bölüme ayrılır: Tarih biliminin felsefesi ile tarih metafiziği.
Nasıl, tarih biliminin ilk şaşmaz örneğini Herodotos’ta buluyorsak, bunun felsefesini de ilk yapan Aristoteles olup Yeniçağda adını koyan da —Philosophie de la Histoire— Voltairedir. Tabîî, gerek Aristoteles’te gerekse Voltaire’de tarih biliminin felsefesi, tarih metafiziğinden besbbelirgin çizgilerle ayırılmış değildir. Yine de, bugün tarih biliminin felsefesi tâbiri altında tanıdığımız çalışma-inceleme alanına ilkin öncelikle Aristoteles’te rastgeliyoruz. Ama asıl oluşup olgunlaşması Wilhelm Diltheyladır (1833-1911).
Tarih metafiziğine gelince; onun da ilk dikkate şâyân simâsı Giambattista Vico‘dur (1668-1744). Bunun doruğunaysa, Hegel ile daha küçük ölçekte Johann Gottlieb Fichte‘nin (1762-1814) çalışmalarında ulaşılır. Ancak, asıl kayda değer hamle çağımızın önde gelen filosoflarından José Ortega y Gasset‘le (1883-1955) vukûu bulmuştur: Tarih, insan-toplum-kültür gerçekliğinin dışında, ondan ayrı mütâlea edilemez. Tam tersine, insan-toplum-kültür, ‘tarih ocağı’nda pişer. Her insan-toplum-kültür gerçekliği, ‘piştiğ’i ‘tarih ocağı’na göre ‘bakış açısı’ (Fr: perspectif) kazanır —bkz: José Ortega y Gasset: "Estructura de la Vida, Sustancia de la Historia", 23.s, "En Torno a Galileo"da; Espasa Calpa, Madrid, 1965.
Böylelikle her insan-toplum-kültür, öz tarihinden ötürü kendisine has bir gerçeklik ‘reng’ine bürünür. Buradan hareketle, ‘insan-tarih-toplum-kültür’ bütünlüğünden bahsetmek lâzım. Her tarih biriciktir; bu yüzden, hiçbir ‘insan-tarih-toplum-kültür’ gerçekliğini başka birinin bakış açısından açıklamağa imkân yoktur. Ancak, bunların arasında benzerliklerin, ortaklıklar ile etkileşmelerin olmadığı anlamını çıkarmak da doğru değildir. Tarihciliğin, ama özellikle de —gerek tarih biliminin felsfesi gerekse tarih metafiziği anlamlarında— tarih felsefeciliğinin zorluğu, ‘insan-tarih-toplum-kültür’lerin özgün gerçekliklerinin üstünde ve onları da kapsayan evrensel yahud insanşumûl değerler ağı var mı; varsa, cüzî birimlerin, bahsi geçen tümel (evrensel) değerler varlığı içerisindeki konumları, önemleri ile ilişkileri nelerdir, sorularında odaklaşmaktadır.
[1] Kur‘ân meâlleri için bkz:
"KUR’ÂN-ı KERÎMin Türkçe meâl-i Âlisi", Ömer Nasuhî Bilmen, Akçağ, Ankara, 1994.
QUR’ÂN, translated and explained by Muhammad Asad, Dâr al-Andalus, Gibraltar, 1980.
[2] Haddızâtında, medeniyetimizin klasik kaynak dili Arapcada tarih sözü zaman veya vakit anlamına gelir. Başka bir deyişle, zaman veya vakitle anlamdaştır.
Leiden’de (Felemenk) yayımlanan "İslâm Ansiklopedisi"nin 1979 Türkçe bakısında (M.Eğ.B., Istanbul) tarih sözünün, ortak Sâmî v~r~h köküne dayandığı bildirilmektedir. İbrancada ‘ay’ anlamına gelen Yerah da aynı kökten türemiş. Buna göre, ‘ay’ ile ‘tarih’ bir kökten çıkıp benzer anlam taşımıştır. Bahse konu anlam, bir taraftan "bir hâdisenin yahut tarihî vakanın vâdesinin tayîn ve tesbiti", öte yandan da "bunun vukûu ânını, zaman devresini ifâde etmek üzre gelişmiştir"(11.cilt, 777.s).
"Biraz Yakın Tarih, Biraz Uzak Hurâfe" (Kitabevi, Istanbul, 1998) başlıklı kitabının 63. sayfasında Ismail Kara beğ bizlere, Şemseddîn Sâmî beğin anıtlık "Kâmûs-ı Türkî"sinden (Ikdâm matbaası, Istanbul, 1899) hareketle, ‘esâtîr‘ sözünün, ‘nizâmsız kelâm’ (saçma) manâsına geldiğini söylüyor. "Nitekim" diyor, "zamanımızda da tarîh-i kadîm, hattâ tarih kelimelerini, ‘vâhî, boş şeyler’ manâsında kullananlar vardır. ‘O, tarihe karışmıştır", ‘bu, artık tarih olmuş’ denildiğinde, ‘yalan olmuş, sâde lafta kalmış’ yahut ‘adı, nâmı pâyıdâr olmuş, iştihâr etmiş’ manâlarından her biri kasdedilir…"
Arapca aslında ‘soyağacı’, ‘soykütüğü’ anlamına gelen ‘şecere’, İslâmîleşmiş dillerden Malaycada ‘tarih’e karşılıktır.
EVOLUTION: THE EPITOME OF THE EMERGING CONTEMPORANEOUS GLOBAL CIVILIZATION
ABREVIATIONS
ACKNOWLEDGMENT
This paper was prepared during my one-term stay (June – September, 1995) in Kuala Lumpur/ Malaysia, where I lectured for the second time at the International Institute of Islamic Thought and Civilization (ISTAC), administered by its founder–director Professor Dr Syed Muhammad Naquib Al-Attas to whom hereby I wish to express my feelings of gratitude.
I am indebted also to Professor Dr. Alparslan Açikgenç (University of Fatih/Istanbul), Dr. Dustin Cowell (Department of African Languages, University of Wisconsin/usa) and Professor Dr. Ernest Wolf-Gazo (American University in Cairo/Egypt) for their comments, suggestions and corrections on the draft.
I. SYNOPSIS
(1) Although evolution as a term came to be used in biology and was primarily meant to designate an exclusively biotic process, it gradually grew out of, and went even beyond, the bounds of this special domain. Eventually, it has become a kind of trademark to a particular civilization, within which we have been living over the past one hundred years, and, moreover, the one which casts at present its spell over all nooks and crannies of our entire globe. The present civilization, in addition to the preceding one, namely the modern western European which was backed up by the materialist–mechanicist world picture and laicist–secularist world view, added to those aformentioned elements the very conception of evolution. in the materialist–mechanicist world view, the religiously determined belief in necessity was still there, though it might be in a rather dormant state. But, with the advent of the post-Darwinian doctrine of evolution, the last vestiges of necessity had also to vanish. Furthermore, thanks to the conception of evolution and also as a necessary outcome of the modern western European civilization’s cardinal principle, secularism, the idea that human is a Got-granted sanctity had to be thrown overboard. Stated in a different manner, evolution is the one conception that draws to the end the thought process set off by secularism.
(2) While laicism is a doctrine about political conditions, secularism refers to the inner state of the human being. Again, laicism is the outcome of the mediæval Christian European civilization. Europe was twice divided into two. On the one hand, the old rift between Rome of Ancient times and her North-Eastern Germanic neighbour had been going on during the Middle Ages, while on the other the socio–politcal authority had been shared by two opposing power bases, namely, the clerics, who claimed a hierarchically ordered successorship to Jesus, God in human shape, and the worldly laymen. The latter, in turn, were again dividedamong themselves into the ruling nobility (dynasties), landlords, farmers, landless peasants (servants), slaves and merchants (mainly Jews) who at a later date formed a new class, the bourgeoisie. A constant struggle between the clerics and laymen went on for the supremacy over who would rule the Christian state. The scores were finally set by the 1789 Revolution, at the end of which the laymen won a resounding victory over the clerics. Once the clerics were overcome, the laymen on continental Europe began to quarrel among themselves: class struggle, first between nobility and bourgeoisie, afterwards, between bourgeoisie and proletariat.
(3) The regime based upon the political power exercised by clerics is called theocracy. Anyone accusing this ruling class for whatever reason is relentlessly charged of committing blasphemy, because the cleric regards himself and his peers as God-sanctioned and prolongation of the Divinity in the world. He is in a sense infallible.
(4) Had there been no military, there would have never been any civilian. Any one who does not belong to the military establishment is a civilian. Likewise, one who is not a cleric must necessarily be a layman. Furthermore, a regime, if not theocratic —i.e., political power held not by clerics—, must be laic. What would there be, then, if you have no clerics? You cannot have a theocracy as a regime. This is exactly the case with the commonly accepted Islam, that is, the Sunnite islam. There has never been in history a state bearing the adjective “Islamic” or “Müslim” and ruled by clerics, merely because such a class does not exist in the fundamental creed of Islam.
(5) In Islam and for that matter in the unadulterated revealed religion, the Divine message and God’s messenger —i.e. the Prophet— are followed, in order of importance, by conscience and reason. The former is regarded as God’s speech, and the latter as our own faculty to interpret and attune it to each and every element we receive from the outside —perception. With the onset of the modern European civilization, conscience was not seen any more as God’s speech in us —humanism. After having denied my inner self, conscience
(6) The human who accepts her/himself as consisting of a mechanically-functioning being constructed from matter will not exceed the level of ‘manness’. ‘’Man’
(7) Evolution, though it has to face, due to its treatment of the past, insurmountable difficulties concerning verification and falsification, and hence not yet well-established; particularly with respect to its heuristic function, epistemologically, however, it is a member of life sciences in its own right.
(8) Towards the end of the nineteenth century, evolution was seen to have outgrown the inere size of a scientific hypothesis,though it might appear, especially to its fanatical adorers, rather as a theory.More and more it was taking over the gigantic dimensions of a doctrine woven out of a trefoil of cardinal dogmas: random mutation, struggle for existence and natural —whatever this natural means!— selection. It was no longer a modest attempt at describing the great variety of species, but a daring inquiry into the nature of the origin and formation of species. Toward the Twentieth century, it had attained the status of a stronghold of the newly emerging, that is, the present-day civilization, the one I may call Anglo-Judaic global civilization.The clear-cut process of human’s dehumanization, begun after the advent of the modern western European civilization in the Sixteenth century, has been almost finalized by the Anglo-Judaic global one. The ultimate ideal of the Humanus religio–ethico–bellicus wasto overcome his biotically determined man (Homo)side through struggle, the Qur’ânic Jihad. The purpose of life for the Homo biotico–economicus,on the other hand, is to ‘hominize’ himself through constant individually conducted competition, exploitation —thence imperialism— and material acquisition —the drive for profit. Starting with capitalism, the ‘center board’ of the Anglo-Judaic global civilization, all contemporaneous ideologies, such as communism, fascism and national socialism, have snatched their due share from the doctrine of evolution.
(9) I shall, in what follows, attempt to differentiate analytically and illustratively the hypothesis of evolution from the socalled doctrine of evolution. The treatment of the definition and dissection of the problematic term Anglo-Judaicglobal civilizationwill be the subject matter of a separate, independent study.
II. INITIUM SAPIENTIAE TIMOR DOMINI
Those who break Allah’s Covenant after it is ratified… And do mischief on Earth: These cause loss (only) to themselves.
Al-baqarah, 2/27.
(1) A new civilization to be dominant worldwide is emerging for the first time in history, i.e. the contemporaneous Anglo-Judaic global civilization.This is in fact a direct outcome of the modern secular western European civilization which can be traced back as far as the Lutheran Reformation that took place in the early Sixteenth century.
The Reformation launched in the early decades of the Sixteenth century thus brought the existing civilization to a crossroads: a fresh beginning was being sought. This beginning brought about a new civilization, the modern secular western European, which was set apart from the foregoing one. It was unique in its kind in that for the first time in history a spiritually-minded legacy was put aside.
(2) Seldom do we come across facts that might seem as cross–cultural. In fact, the common grounds that lie behind this phenomenon are values superimposed globally by the modem secular western European, as well as, especially from the late Eighteenth century onwards, by its offspring and successor, the Anglo-Judaic worldwide civilization.
In this treatise I try to expound how both secular civilizations replaced a spiritually-minded legacy with various world pictures (G Weltbild)derived from particular sciences. The modem secular western European civilization, through a conception represented primarily by celestial mechanics, with heliocentrism as the focal point, as well as the Anglo-Judaic contemporaneous global civilization, through the notion provided by biomechanics, focusing thus on the hypothesis of evolution, lead to the world picture known as mechanicism–materialism.
(3) Out of the world picture comes world view (G Weltanschauung)and so does ultimately ideology along with its ethical, political and economic consequences. However, ethics or morality pertain only to the monotheistic revelatory religion; therefore, in all other traditions, social rules need to be qualified as mores or customs.While religionis in principle a God-given, and thus superhuman structure composed of moral guidelines, i.e. codes of faith; ideology,on the other hand, is a human-made closed circuit philosophical construction set up mainly by economic–political dogmas.Hence, the latter emerges, as a result of the homo economicus in contradistinction to religion’s homo religio–ethico–bellicus.
III. AMOR FEMINÆ
The Prophet said that woman prevails exceedingly over the wise and intelligent, while, on the other hand,gnorant men prevail over woman/ for in them the f›erceness of the animal is imprisoned.
Rumî: Mathna›uî, Book I / 2433 & 2434.
(1) There are many more than just a few features so far known to us that set the human being apart from ali other living and, of course, non-living things. Indeed, we do not even need to go to very far-fetched facts treated by that artificial and unfamiliar undertaking, termed since Aristotle (384-321) as “science”,to realize this. One of our vital, enchanting and, at the same time, common endeavours of daily life is the feeling of lovetowards our friends, parents, children, kin and country; the ladder may lead us up even to the most transcendent and absolute being, God. Although love can be generalized at all levels of our lives, it emerges, primarily, out of the source wherein the relationship between woman and man is cherished. Is it unique to humans? Yes, it is! Let us not be duped by its strong biotic ‘flavour’. It is part of our primary biotic constituent elements: the firing mechanism of reproduction, the necessary device that empowers the species to survive. Still, in human beings this is not the whole story. Without resorting to the supreme level, love of God, we can discover love’s very human complexion already at the biotic level, or more precisely, in reproductive-sexual mechanisms. Let us pick up this common-place version of love from a newspaper story and see what distinctive human characteristics it displays:
“…Marina closed her eyes and made a wish before blowing out the candles on her cake. It was not difficult for her friends to guess what it was as she had made similar wishes two years running. She wants a good husband.
Beautiful and intelligent, with a great sense of humour, and financially independent, it may seem surprising that at thirty two, Marina is still very much single with no boyfriend in sight.
But then she is not alone. Marina is among the growing thousands of Malaysian women in their thirties who are still unattached. ‘… I cannot stand hypocrisy and I do not like being treated like a fool. …All I want in a man is honesty. He does not have to look like…’ she laughs. ‘But seriously’ she continues ‘he can be average-looking but he has to be genuine..’
Equally-attractive Florence, a journalist, airs almost the same complaint. She is thirty six and admits to being more than ready to settle down and have children but bemoans the fact that the right man has not come along either.”
If the desire to get married and bear children were some kind of elaborate extension of a mere reproductive-sexual drive, then the two persons mentioned in the foregoing newspaper excerpt would not remain so unyielding. Animals, even those belonging to groups with highly complex organizations, cannot chose their mates for copulation. Olfactory and/or audio-visual —that is, chemical–hormonal— factors trigger copulation processes. Thus, there is no sense in qualifying copulatory–triggering mechanisms; love affairs are primarily a matter of choice involving free will, an essentially human attribute.
Again, in this context, going back and referring to Maulânâ Jalâ al Din Rumî (henceforth Rumî: 1207 – 1273), we perceive that when the veil of form is swept aside, the Sufi poet beholds in woman eternal beauty, the inspirer and object of all love and regards her, in her essential nature, as the medium through which that beauty reveals itself and exercises activity. Ibn al-Arabî (1165 – 1240) went so far as to say that the most perfect vision of God is enjoyed by those who contemplate Him as woman.
From time immemorial, love has been the central theme in human life, with woman as the principal player of this drama. Man assumes a rather accessory role in this ‘play’. Love, just as the humanness which it reflects to the fullest extent, is twofold: it has its biotic (reproductive-sexual) side and its spiritual aspect. While man stands for the biotic layer —through his easy excitability by sight, smell and sound coming from the opposite sex— woman represents the Divine-spiritual facet of love. This is, of course, a gross generalization, without which we are, after all, unable to proceed with the investigation of our subject matter. Generalization provides us with the necessary pattern or paradigm of the subject matter under investigation.
Following the Taoist yin – yang principle, we canpin down female rudiments in man and in woman certain male factors. A man who develops a very complete, purified and unbiotic love towards God is known to be a saint (A walî). Furthermore, the overcoming and suppression of eroticism, in other words, animality must be regarded as an enormous achievement of the self (A Jihad)for man as male. It is more usual for man to assume the image of the saint. The more a man moves away from the erotic level and comes closer to that contemplative stage we call love, the more he will display womanly attributes such as patience, consistence, care —of which motherlinessis the ideal state—, compassion, determination, willpower, thoughtfulness, in contrast to straightforward physical activity, understanding, penetrating vision, intuition of existence and essence, the ability to dig into the depths –archæology– of the other’s soul (alter ego), and hence succeed in bridging over the hiatus between ‘you’ and ‘I’. Love,briefly defined, is the closing of the gaps that detach ‘you’ from ‘I’. All that lies outside and beyond ‘I’ is some sort of ‘you’ or ‘non-ego’. Plato (427 – 347) calls the basic or initial phase of this development ‘eros’ —sexual passion— and the supreme stage ‘Sophia’ (A Hikmat).In ‘eros’, ‘love’ stretches itself from ‘I’ to ‘you’, that is to ‘my–next–to–me’
(2) It is merely the angle of our view, or the lens through which we are looking, that determines whether an event, or a process, is value-vacant or value-laden. It is evident enough that we cannot cut ourselves loose altogether from our humanness when stepping out into nature in order to investigate it. Does not value-vacancy mean to put one’s humanness into brackets? This is, after all, another sort of human attitude: a negative, simulated one. Why, then, deny or hide the fact that whosoever observes or investigates nature is a human being? Within the limits of mediumscale physics, that is, classical mechanics, this bracketing of our humanness might not affect the state of affairs in any manner.
However, it means a great deal in the life sciences and in those branches of physics as well that investigate the various microcosmic domains such as quantum mechanics and macrophysics, cosmology, for instance. This bracketing alters the chief axiom upon which the epistemology of modern science stands; that is to say, the assumption that science’s subject matter, nature as a whole, as well as its myriad different varieties of elements, is not value-laden. Nature, the subject matter of Galilean–Cartesian–Newtonian, namely, modern science is value-vacant. Hence it can only be described and explained along mechanistic causal paths, and never according to purposiveness. In addition to the axiom of the ‘value-vacancy’ of science’s subject matter, modern science’s ‘mechanistic causal’ explanatory pattern is its other principal axiom. Both axioms intend to impede possible incursions of anthropomorphic, anthropocentric, subjective, sensational, and emotional elements into the matter under scrutiny. But intention or design as such already indicates that there is, nevertheless, an overt or implicit sort of evaluation which, in turn, demonstrates that the human view of nature is of course value-laden. We are up against a value-ladenness that pretends to remain value-vacant. This is the plain paradox upon which modem science and, in fact, the New Age resides. Modern science’s postulation that the research object of natural stuff and conditions should be regarded as value-vacant has promoted materialist– mechanicist–laicist modern western European civilization to an ever more alien and even hostile stance toward nature. Indeed, mechanism with its two other siblings, materialism and laicism, epitomizes man’s alienation from himself and nature. Evidently enough, from the time it was first defined by Aristotle, science has never tolerated that sentiments, daily grievances and current political considerations ever creep into its research activities. But in order to reach this goal it is wrong, if not completely senseless, to remove man, the executive agent of research and evaluation, from the scenery.
Moreover, what would be the scientific advantage if we delete the question “why?” with regard to organisms and their organs? Common-sense questions like, “why are there eyes?”, “to what end do incisor teeth serve?”, “why do dogs turn round before lying down?”, “why do planets not run loose from their respective stars?”, are semantically different from asking “how do planets revolve?” Yet, the former questions are not regarded, in the natural course of our daily lives, as conveying misguided information. Only within the scientific domain is the human view of life and the world accepted as deleterious to knowledge. Anyhow, do these strenuous efforts to keep science clear of ‘human flavours’ really pay of?
There is noway to give an instantaneous ready-made answer to this question.
Now, before further elaborating upon these arguments, let us ask what science is. The answer is to be found in modern science, the role model of which was formed by Galilean–Cartesian–Newtonian, namely, classical mechanics. Likewise, it is according to the understanding of classical, that is, Galilean –Cartesian–Newtonian mechanics that the modern era’s world picture gradually took shape from the late Seventeenth century onward. This is the world picture from which all modern world views and ideologies sprang forth, capitalismbeing the spearhead and principal one among them.
(3) The world picture that stems from classical mechanics is known as materialism–mechanicism–laicism. Materialism is so termed because, according to its assertion, ‘matter’is the basis of all sensible research. Any statement which cannot be based upon matter, must be, in principle, considered speculative. Within the materialist–mechanicist–laicist mentality there can be nothing more humiliating and devastating for a thinker or researcher than being accused as “speculative”.
As for mechanicism, it has come to mean that everything material in the universe and nature runs according to the nomology of mechanics and along routes traced by engineering. In accordance with this view, the Universe is constructed in a simple manner, engine-like, open to all experts in the matter, and intelligible. Anything that does not run like an engine and can therefore neither be described to the minute details nor conceptualized through induction and clearly defined along the mechanistic causal path is rejected at once as something unscientific. Whatever thing or process that does not fit into the frame of the materialist–mechanicist philosophy-science system is accepted as unreal. Hence, real is the mechanic process, which can be conceived and thereupon explained within the logico–empirical fabric. This leaves no place for theological truth which, in principle, should be looked for beyond the domain of all logico–empirical possibilities. This kind of assessment of the world, nature and human life we term laicism.In other words, ridding our lives of all possible and imaginable theological and holy rudiments is the matter of an ideology; that is, laicism. The purge starts with the main vehicle of human communication, namely language. The most radical version of this purge, as Syed Muhammad Naquib Al-Attas maintains, has been undertaken againg the languages of Muslims,
Once language has got rid of theological elements —terms, phrases, concepts— it will become easier to draw generations away from traditional influences emanating from religion. A person removed from this religious fabric will lose her/his most important support and become wieldy, and uniformity takes place where personal stamina is lacking altogether.
Personality represents our humanness, and when this ceases to develop, it is merely the biotic side that remains; consequently a dehumanizedbeing arises. A human being oblivious of her/his spirituality regresses to the level of an economic (L Homo economicus)and biotic being (L Homoferus).
Thus it is the human being, endowed with spirituality, who can be qualified as value-laden.
IV. ECCE HOMO
Of course! I know whence I originate:
Unsatiated like the flame,
I glow and consume myself
Everything
I grasp will turn to light;
And what I let go turns to pitch black;
No doubt, I am flame!
Friedrich Nietzsche
(1) While traveling by train from Vienna to Budapest, in May 1994, I noticed two women, around twenty years of age, coming out of their compartment. They appeared to be chain smokers and avid talkers. They were debating so ardently that they usually forgot there might be people around overhearing them. I could figüre out from their conversation that they had just met on the train on which they were traveling. One of them was Serbian, light blond, in the early stages of pregnancy, whereas the other was Hungarian, a slim brunette with an eloquent countenance. Their beauty was rather eye-catching and the theme and manner of conversation utterly indicative. The blond must have been slightly older than the brunette. This was to be seen from her appearance as well as the way she counseled the other one on the intricacies of life, particularly concerning the relationship with males:
“Do not believe them, their approach is almost always the same: until they trap you they are gentle, show a feigned tenderness and understanding. Once you are in their fold they will display their true face; in other words, they are going to lie to you and betray you all the time. On the other hand, they will expect you to be loyal and devoted, regard you as meek and submissive and themselves as strong breadwinners.”
In perfect German she kept on with her anti-male discourse, while the other one listened quietly, but tensely, interrupting now and then her recently acquainted pal with brisk questions in a relatively poor German. The blond woman switched over to disclose certain important points of her life:
“At present I am traveling to Belgrade to visit my parents. But I am not going to stay in that boring awful hole (Kuhkaff)for long. I got pregnant by a guy I came across. The baby will enable me to acquire permanent residence and later citizenship in Austria as well as a regular, considerable child allowance. Austria as well as other central European countries are, after all, noticeably short of offspring, Therefore, it seems to me that particularly Germany and Austria are willing to offer generous sustenance to childbearing women, especially if they are fairskinned. So why not utilize such a prodigious opportunity? What shall I do with the baby? All right; I am going to give it away to a foster house (Kinderheim). There they will certainly take good care of it.”
After having traveled for nearly three hours we arrived in Budapest. When the brunette got off the train, the blond stayed on to continue her journey.
What sense can we draw out of this talk? If we undertake to generalize the foregoing episode, the consequences seem to be rather ominous; consequences which may even jeopardize the foundations of human life, based as it is on the family. The disintegration of family life has turned into such an everyday occurrence that its repercussions can be witnessed all over the globe, as we can see in Sussy Chako’s novel “Chinese Walls” (1994), rewiewed by Wong Phui Nam in his fortnightly appearing literary column in “The New Straits Times”:
“Born and raised in Hong Kong by Indonesian-Chinese immigrant parents, resident at various times in the United States and countries in Asia and Europe until her return to Hong Kong, married to a Greek musician and now workingfor an international Corporation, Sussy Chako (Xu Xi) may seem to belong to the kind of corporate world that exists in the pages of business magazines published out of Hong Kong … “Chinese Walls” is about love and the moral perversions that result from the blocking up of the channels of the heart through which flow the natural human affections. There is the mother of the family who denies her motherhood to her children, transferring her capacity for love to collective abstractions such as ‘Chineseness’ and tradition, unaware of the contradiction to the teachings of the Catholic Church. All this she does out of her sense of deep isolation, as the culturally displaced, long-suffering wife of a philandering businessman husband. The husband himself, the father of the family and an eight generation Indonesian-Chinese, finds his own outlets in occupying himself with his mining ventures, in cultivating a boastful pride in his business successes and with prostitutes and geishas. Ultimately, however, he finds the grace to admit to his daughter his one great failure in life, which is a failure to love. The constant quarrels of the couple drive Ai-Lin and the younger of her two brothers into an incestuous relationship as a defense against the vanishing security of their world. Maimed for life, the brother loses a clear sense of identity of himself and grows up into a bisexual, eventually to die of AIDS as an illegal alien in the United States.”
(2) The disintegration of human communal life is not a single, onetime event in history. But it never before occurred on such a scale that in so short a span of time, within the one hundred and fifty years, that is to say, 1850 – 2000, it has virtually left no person untouched worldwide. The down-right disintegration of communal life has brought in its wake the decadence and degeneration of persons, the deformation of the human psyche. All naturally and culturally assigned places of each and every being —humans, among others— have become confused, confounded and finally lost. First and foremost, communities have been torn away from their respective frameworks of belief, and thus left virtually shelterless.
(3) We encounter outstanding civilizations, such as the ancient Chinese, Indian, Pre-Islamic Iranian, Sumerio–Assyrio–Babylonian, Hebraic, Egyptian, Palestino–Phoenecian, Ægean, Christian, Islamic, modern western European and Amerindian, throughout the last, say, five thousand years.in contradistinction to noncivilized ones, from some of the distinguished civilized cultures, including the Chinese, Indian, Middle Asian Turkish and Mongolian, Tibetan, Korean, Japanese, Khmer, Thai, Malay, Incan, Aztec, Iranian, Sumerio–Assyrio–Babylonian, Hebraic, Egyptian, Palestino–Phoenecian, Antique Ægean, Roman and Teutonic, remarkable traditions of wisdom and technical wizardry have emerged. Nevertheless, with the exception of the Antique Ægean, none of these ever brought about that historic watershed, the philosophy-science system’s constitution. The foundations of both philosophy and science were laid in Western Anatolia —Asia Minor. But the institutionalization of philosophy in terms of definition and education was achieved by Plato —moreover the founder of the first institution for higher education in history, the Academy—, and that of science —out of philosophy— by Aristotle, creator of the most ancient institution for higher education after the Academy, the Lyceum. Both the Academy and the Lyceum are the precursors of the latter-day Madrasah in the Islamic realm and the university in Europe and America.
(4) Aristotle defined and founded science along the patterns that living beings —the organismic domain. In opposition to the Sophists, the intriguing forerunners of modernity,he did not deny the archaic animisticlegacy altogether. In fact, sophism is the first historic stage of the unfaltering process by which humanity came to lose its ingenuous naturalness. Hence, sophistry embodies many of the attributes that make up modernity such as witticism, effectiveness, stylishness, snippiness, cleverness, cunning, trickery, deceit, pretense, arrogance, sarcasm, impertinence, impiety, exploitation and hostility towards as well as alienation from Nature.
On the other hand, breaking off with the animistic custom, Aristotelian classical science took up single facts unimpededly as objects of research. Yet, it regarded nature and the world as an ordered, harmonious whole —Cosmos— in line with the animistic belief. He regarded, with admiration and wonder, the world as a ‘pre-established harmony’. Where ‘struggle’ or ‘strife’ reigns, there is no order, no necessity, just chaos.In Aristotle’s view, however, the universe is an ordered whole —Cosmos— subjected to and administered by the eternal law of reason —Logos.
Now, all that can be explained is of course also knowable; concurrently, what is unexplainable is unknowable. Hence, the ultimately unexplainable is certainly the absolutely unknowable. If Divinity is the absolutely unknowable, how do we, then, come to ‘know’ Its attributes? Logically, it is impossible to start to mount the absolutely unknowable from the known and knowable. So what we do is to believein them —or we do not believe, which, in turn, is also a belief.We can know only that which is given to us in our mediate or immediate experiences. All that goes beyond the extent of our experiences is not only unknowable, but also unimaginable. We work out our perception data through imagination. Hence hypotheses, the thresholds to knowledge, are brought about. So the precondition of knowledge is nothing except imagination. Unless there is imagination, there will be no knowledge. If, consequently, the contents of our beliefs cannot be extracted from experience and, thus, are not given in our imaginations, from where do they come then? There are two options: they emerge either, from the human’s inner nature, in other words, genes, or from a supernatural source; This is, after all, a fake dilemma forged by the modern laic European civilization’s materialist–mechanicist world picture. According to it, if there is any substance to the term ‘belief’, then the fact with which it corresponds must arise from genetic processes. In case this cannot be demonstrated, ‘belief’ should be accepted as null and vacant, and consequently be thrown into the ‘dustbin’ of history. Since belief is a human being’s most essential attribute, and at the same time the key to open the gates of knowledge, to pluck him of this ‘ground’ means to rob him of his humanness. In this case man is left over to his biotic solitude and wildness. It is only after he grows out of his ‘manness’ into ‘humanness’ that his true form and function becomes apparent: the ‘not–lonely–any–more–culture–founding human being’ versus the ‘lonely–wild–non-viable–biotic–being’. In his man–phase, he is the outcome of and subject to a natural process: evolution;whereas elevated to the ‘supra–man stage’, he unfolds and forms himself freely: history.While evolution is a process, running beyond human involvement, history is a man-directed procedure, in short, development. Briefly reiterating, history is the increasingly believing and thereby knowing human developmentarian —unlike nature’s blind process of culture formation. Furthermore, beliefs are culture’s founding blocks. Therefore, where there is a human being, there must be beliefs. Accordingly, unless there are beliefs, there is no human being: ubi fides, ibi homo.
V. HOMO SAPIENS SAPIENS
“The first thing Allah created was reason.And He said to it ‘turn thy face to Me’ and itdid. He said ‘turn thy back to Me’ and itdid. And He said: ‘swearby My greatness that I created nothing closer to Me than thee. I draw forth by thee, I endow by thee, I reward and punish by thee”
(1) “Traditionally, homo has been associated with brain enlargement, the acquisition of culture, a reduction in emphasis on mastication as a means of food preparation and breakdown, and a bipedal gait…”
Due to the above and other of his physical features, man has been classified in the genus Homo which, in turn, is considered to form a part of the animal kingdom. With respect solely to his biotic features, man is certainly a member of the animal kingdom, and proceeding from this, stands in the realm of living beings. Together with all other living beings, he is made of subatomic, atomic, molecular, cellular and histological structures, and the question may be asked: is this all? According to the mechanicist–materialist–laicist modern world picture, the answer is a definite, “yes”! If nature, non-living and living beings as well as man himself, are looked at through the ‘window’ of the aforesaid world picture, all events, features, mechanisms and functions can be located within the coordinates of time and space.
The difference between man and other living beings, including primates for that matter, does not amount to any thing more than quantitative diversity. This has been the superficial and deficient ‘official’ view of the laicist modern western European and contemporaneous Anglo-Judaic civilizations. First it was man’s abode, the Earth, to lose its sanctity; then it was time to quit his own status: an incessant process towards a total uniformization. in a completely mechanized world, every possible hallmark is eradicated, a case nowadays encompassing all humankind.
(2) “Life began about three billion years ago, probably just once. The earliest organisms were short tretches of nucleic acid floating in a chemical sea. Since then, tens, perhaps hundreds of millions of different species of animals and plants have appeared on Earth. Most are extinct, but many millions are alive today. Whence did they all come?
“One view is that every living being has a distinct and independent origin by special creation; another is that most organisms evolved from simple life–forms but that humans are unique, as they are Deity’s representatives on Earth… Most biologists believe that all creatures are interrelated and descend from a common ancestor. The most effective proponent of this idea was Charles Darwin. His theory of evolution, set out in 1859 in “The Origin of Species”,is now so widely accepted that it is in danger of becoming an orthodoxy…” Most of the current text books of biology accept the fact of human evolution; “…an acceptance now so complete that we forget that in its day it represented a basis for any scientific argument. Why do nearly all scientists believe that evolution has occurred and that we are its products?
Darwin’s argument of ‘descent with modification’ is simple; it has four main parts:
—Organisms differ from each other in ways that are inherited: there is variation;
—more are born than can survive: a strugglefor existence;
—certain inherited variants increase the chances of their carriers’ survival and reproduction: natural selection;
—selection leads to the accumulation of favoured variants which, over a long period, produce new forms of life: the origin of species.”
All living beings grew out of the same roots, the prokaryotes. Furthermore, non-living and living beings arise from a common source, that is, matter. In classical mechanics matteris considered as “consisting of massive atoms which combine to form molecules in accordance with the principles of chemical combinations. The mechanical energy associated with the motion of the molecules within any body accounts for its temperature; the fields of force between them explain gravitational, electric, and magnetic attraction and repulsion…”
This much, however, can be said: “Throughout the centuries that have elapsed since the revival of natural philosophy during Renaissance, the concept of matter has changed its character quite fundamentally. Accordingly, in the present state of scientific thought, all earlier questions about, for instance, the relation of matter, life, and mind need to be entirely reconsidered. When, for example, Descartes classified matter and mind as distinct substances, he was putting the concept of mind and mental activities in opposition to a concept of matter as inert extension, a concept which is now discredited…”
So we arrive at a leveling stage: a stage wherein everything is placed and assessed on the same level. Epistemologically this state of affairs is treated within a formal framework called algorithm. Indeed, an algorithm represents mirrorlike the philosophical outlook of mechanicism–materialism.
(3) “An algorithm is a formal process that can be counted on —logically— to yield a certain kind of result whenever it is ‘run’ or instantiated. The idea that an algorithm is a foolproof and somehow mechanical procedure has been around for centuries, but it was the pioneering work of Alan M. Turing, Kurt Gödel and Alonzo Church in the 1930s that more or less fixed the current understanding of the term. Three key features of algorithms are important here:
i. Substrate neutrality: the power of the procedure is a result of its logical structure, not of the materials that happen to be used in carrying it out. Long division works equally well with pencil or pen, paper or parchment, neon lights or skywriting, using any symbol system one might prefer.
ii. Underlying mindlessness: although the overall design of the procedure may be brilliant, or may yield brilliant results, each constituent step is utterly simple. The recipe requires no wise decisions or delicate judgments on the part of the recipe reader.
iii. Guaranteed results: whatever it is an algorithm does, it always does it, provided the algorithm is executed without misstep. An algorithm is a foolproof recipe.
Algorithms need not have anything to do with numbers. Consider the process of annealing a piece of steel. What could be more physical, less ‘computational’, than that?
Darwin’s ideas about the powers of natural selection can be lifted out of their home base in biology. Darwin himself had few inklings about the microscopic processes of genetic inheritance —and even those turned out to be wrong. Because of substrate neutrality, however, his basic insights have floated like a cork on the waves of subsequent research and controversy, from Mendel to molecular biology’.”
Here it can be seen that algorithm is the right method to be used both in physics —computationally— and in the life sciences —to a great extent non-computationally. In both cases —i.e., physics and biology— we are moving basically along the same formalized logic. Whereas the former displays a quantitative —i.e., numerical and computational— aspect, the latter shows us a qualitative one. Nevertheless, even the qualitative facet of the life sciences is highly formalized. The formalization of the life sciences is done under the rubric of set theory.Along with biometrics,set theory can be considered as the most feasible way to express biotic factsand biological argumentations.While both biometrics and biomathematicssuit physiology, biophysics and biochemistry —molecular biology—, set theory can be applied to solve classificatory problems arising from bio-disciplines such as evolution, systematics and taxonomy.
(4) Since every living thing, from bacteria to mammalia, is a being that displays a ‘background story’ —anthropomorphically expressed, ‘historicity’— all life sciences and their particular disciplines relate in a certain manner to evolution. This is even true for such sciences as physiology and morphology, which form the core of biology. Thus, understandably enough, evolution has, especially from Charles Darwin onwards, become biology’s ‘backbone-discipline’.
(5) Furthermore, evolutionary arguments are expressible within the framework of the set theory
Undefined terms → Primitive terms (intuitively ‘understood’). Concepts commonly ‘understood’ throughs → Postulates —unproved propositions that make statements about the undefined terms— → Definitions → Theorems —propositions that are logical consequences of the postulates—
A set is considered to be ‘specified’or ‘determined’when it is said that any given object is or is not in the set.
The individual objects that constitute a set are called ‘members’ or ‘elements’ of the set. Set B = [a, b, c, d, e]; Object ‘a’ is a member of the set ‘B’: ‘a’ Î ‘B’. Object ‘z’ is not a member of the set ‘B’: ‘z’ Ï‘B’.
The members of two sets are in ‘one-to-one correspondence’if the members of the sets can be paired in such a way that each pair consists of one member from each set, all members of both sets are used, and non-member of either set is used twice.
If sets ‘A’ and ‘B’ have precisely the same members, the sets are said to be equal: ‘A’= ‘B’ or [a,b,c] = [b,c,a]; if sets ‘A’ and ‘B’ have any different members they are said to be not equal: ‘A’ ¹ ‘B’ or [a,b,d] ¹ [a,b,c]. No two members of a biological set can ever be regarded as identical.
If we determine that every member of set ‘A’ is also a member of set ‘B’, it is said that ‘A’ is a subsetof ‘B’: ‘A’ Í ‘B’ or [a, b, c] Í [a, b, c,d]; and [a, b, e] Ë [a, b, c, d] or [6, 8] Í [4, 6, 8, 10]; and [4, 5, 6, 7] Ë [4, 5, 6]; and [4, 5, 6] Í [4, 5, 6] ® ‘A’ Í ‘A’ every set is a subset of itself, If ‘A’ Í ‘B’ and ‘B’ Í ‘A’, then, ‘A’ = ‘B’.
If ‘A’ is a subset of ‘B’ and if there is at least one member of ‘B’ that is not a member of ‘A’, then, it is said that ‘A’ is a proper subsetof ‘B’: ‘A’ Ì ‘B’ or [a, b, c] Ì [a, b, c, d] or [4, 5, 6] Ì [4, 5, 6, 7]; therefore, ‘A’ Ì ‘A’ and therefore ‘A’ º ‘A’; but ‘A’Ë ‘B’ or [a, b, e] Ë [a, b, c, d], therefore, ‘A’ Ì ‘A’, therefore, ‘A’ º ‘A’.
If ‘C’is the set composed of the members of ‘A’ together with the members of ‘B’, it is said that ‘C’ is the ‘union of sets’ ‘A’ and ‘B’. The ‘union of sets’ ‘A’ and ‘W’is the set of objects that are members of at leastone of the sets ‘A’ and ‘B’.
In the foregoing passage (5.), the logical sequence of an attempt to formalize biological statements can be followed. This formalization remains, yet to a great extent uncomputationalized. As a result, the formalized statements in biology still do not supply most of the life sciences and their disciplines with the necessary firm, unambiguous terms and solid, consistent formulations we come across in the physico–chemical sciences.
(6) An organism cannot evolve. Only, organisms in the plural —successions of organisms— can evolve… What can evolve is that which connects organisms in lines of succession and is passed on from generation to generation. That is not actually a material but genetic information; not substance but form.
… Not only is it possible to imagine the first organisms as simply being genes but it is in fact probable that the first organisms were something close to this…”
“…Evolutionary trends in morphology are the result not only of genetic evolution within species, but also of the differential survival and multiplication of species. However, the former process is the fundamental one. The fate of species depends on the ability of the individuals making up the species to cope with the environment, and such an ability can only result from the natural selection of genes.”
“…‘gene’ material is any substance which, in given surroundings —protoplasmic or otherwise—is capable of causing the reproduction of its own specific composition, but can nevertheless change repeatedly —‘mutate’— andyet retain the property of reproducing itself in its various forms.”
“According to the modern interpretation of the fossil record, the first traces of life appeared on Earth about 3,5 billion years ago, within a billion years or so of the planet’s formation. The earliest identifiable life forms were prokaryotes: primitive unicellular microorganisms that, like present-day bacteria, lacked a distinct nucleus.”
“… There is what is called a molecular clock that gives a time of five to ten million years for the splitting of the hominoid lineage into hominids and pongids. It is generally agreed among geneticists that the effects of mutations are on the average detrimental. Only a very small proportion of them are advantageous and so form the raw material for evolution. Every one of the tens of thousands of genes inherited by one individual has a minute probability of change in the process of reproduction. The probability is in the range of l in 10 000 to l in 250 000… If the mutations are detrimental, they are eliminated by natural selection. Sometimes, as in sickle cell anemia, there is a double effect, detrimental in itself as a blood disease, but beneficial in that it offers considerable resistance to malaria. Hence its inheritance may be assured.”
“Organism evolution in the vertebrates may provide an example of an autocatalytic process mediated by the brain: the bigger the brain, the greater the power of the species to evolve biologically … the pressures generated by one cultural shift will sometimes be relieved by the next cultural shift, rather than by a genetic response… This has probably been true of the human species for some 35 000 years, when the human brain reached its present size.”
“… Among animals in the wild only chimpanzees display the combination of a fusion–fission society, territoriality and female exogamy. Anthropological research, however, suggests that this form of organization is typical of human societies in the hunting-and-gathering phase.
“Chimpanzees are the closest living relatives of human beings: the DNA of the two species differs by only a tiny fraction… Thus human beings and chimpanzees not only are close genetic relatives but also share a unique social structure.
Understanding the evolutionary forces that shaped the chimpanzee community may shed light on how human hunting-and-gathering societies evolved…
… The two species —chimpanzees and orangutans— are closely related: their DNA differs only by only 2.2 percent…”
“Percentage difference in nucleotide sequences of DNA between selected pairs of animal species:
Human – Chimpanzee | 2.5 |
Human – Gibbon | 5.1 |
Human – Green—Old World—monkey | 9.0 |
Human – Capuchin—New World—monkey | 15.8 |
Human – Lemur | 42.0” |
A considerable increase in cranial capacity or brain size during the past two million years has taken place: Australopithecus africanus:from 2 to 1.5 million years, between 400 and 600 cc. Homo habilis:from l800 000 to l300 000 years, 600 – 800 cc. Homo erectus:from l400 00 to 400 000 years, 700 – 1200 cc. Homo sapiens: 400 000 years, 1300 cc —Homo sapiens neanderthalensis:100 000 – 40 000 years, l800 cc; Homo sapiens sapiens: since 200 000 years, l800 – 2000cc.)”
“Although the length of pregnancy in the higher apes is much the same as ours, man has a longer infancy phase —time during which the young is wholly dependent upon its mother. This period becomes longer and longer as one progresses up the primate order and man’s is double that of apes:
Lemur | Chimpanzee | Man | |
Gestation | 126 days | 238 days | 266 days |
Infancy | 6 months |
3 years |
6 years |
Juvenile phase | 2 years | 7 years | 14 years |
Adult phase | 11 plus years | 30 years |
55 plus years” |
(7) After all this brief rundown on evolutivo–genetics, we may ask again the age-old debated question about man’s origin, descent and composition.
From the early Seventeenth century onwards, western European manner of thinking, within its mechanicist–materialist frame of mind has been in the habit of regarding all imaginable processes, events and things as basically material mechanisms. Everything that does not adjust to this context is rejected as merely speculative or fictitious.
Classical —the Galilean–Newtonian— science, indeed, provides an utterly disciplined frame of reference for and boosts thereby the scientific endeavour. Furthermore, classical mechanics is the context for doing science in the right and ‘orthodox’ manner. According to this outlook, any attempt to overstep the limits of the materialist–mechanicist frame of science is a violation of the basic tenets of epistemology. Finally, for scientism, positivism’s background, surpassing the bounds of the materialist–mechanicist world picture is exactly that which religion considers as heresy or blasphemy.
‘Reduction’and ‘simplification’ are the two main pillars, out of three —the third being ‘quantification’— supporting modern science. As far as it only concerns science as such, that is, pure or hard science —whereby non-living things and processes are ‘mechanically’treated and ‘positively’ regarded— reduction and simplification —accepting the investigated case to be monolithic and repeatable— as well as quantification —analysis, synthesis and measurement— are definitely suitable principles. The success of the methodology, based, in turn, on the aforesaid principles, proved itself so immense that certain Modern thinkers started to assume that it was the right manner to explain away all imaginable cases —irrespective whether they are repeatable, quantifiable, finally simplifiable or not. Classical mechanics has become to be seen as a so-called ‘all-opening passkey’; out of it a whole ‘world picture’ (G Weltbild) has emerged: materialism–mechanicism. The entire reality is currently thought to be the explanatory content of materialism–mechanicism. Consequently man, as a part of this reality, has a random place within this world picture. Like all other living beings, he is nothing more than an engine.
We have already expressed our doubts that man is merely a living being, let alone an engine. Fundamentally, man is a biotic being. As such, he ensues from other antedating living beings. This, however, does not reflect the truth. ‘Man’is one face of the coin, while ‘human’is the other. Human is the source of the ‘spiritual’ aspect, whence psycho–socio-cultural reality stems. For this reason the human aspect is complex, complicated, hence scientifically unexplainable. Since it is scientifically unexplainable, man is seen to have occupied the whole spectrum. In fact man takes, in evolutionary terms, precedence over the human. in order for humanization —the result of which is the human— to take place, phylogenetically as well as ontogenetically, hominization —the process of man’s coming into being— must have occurred. Contrary to human, man is the focal point of scientific research. ‘Under the ægis of materialism–mechanicism’ ‘manhood’ has monopolized the whole ‘humanness’ and as such is being the object of scientific research.
(8) Now, I have attempted to present the following: I tried to describe the devastating effects of the contemporaneous civilization that we are experiencing in our daily lives. I have emphasized mainly the immense alteration in the assessment of woman’s place in society, as well as her stance and attitude with regard to herself and her main functions. This I did because woman, particularly as the childbearing and rearing human, is the centre of society. Almost worldwide, we can say, the male gender has always been there only insofar as it fosters and protects ‘home and hearth’. At this point, as in many others, life and religion join hands.
Reaching its climax in the mid-Twentieth century, the Anglo-Judaic worldwide civilization
Here I revert to what I have said at the onset of this passage (7.), that is, the question of man’s origin, descent and composition. The question precisely about man’s origin should stand for the ultimate limit whither scientific research on man might legitimately be conducted. Just as there are taboos in our individual lives, likewise there are restrictions on our collective existences. For instance, since times immemorial, regardless of which cultural background, it is unthinkable for a sane and decent grown-up person at any point to be inclined to imagine his parents’ sexual intercourse that would represent his biotic reason for being. No doubt the imagery content of the foregoing example is revolting. So is the curiosity that leads us to the interrogation about man’s origin. In short, this interrogation and the response given to it give rise to the hypothesis that ensues from unconnected premises and remains on hazy empirical evidences. But more important are its ef fects, felt in the domain of morality.
The first historical turning point was when Nicolaus Copernicus consistently and flagrantly declared that the Earth was no longer, in Aristotle’s words, the brightest and best of all possible worlds. This declaration brought about a new historic era, the modern laicist western European civilization. The Earth lost thereby its holiness and became an ordinary planet, just like any other. That the Earth, even in the physical sense, was no longer the centrepiece of the Universe delivered such a devastating blow on the humans’ psyche that they could not recover thenceforth from the impact they had to endure.
The second huge watershed came when Charles Darwin, with his hypothesis of evolution, brought the human being down to the level of man, one among other animal species. This, in turn, represents the land-mark of transition from the modern western European to the contemporaneous Anglo-Judaic global civilization.
BIBLIOGRAPHY
If not otherwise indicated, the translations into English are by the author himself.
Muhammad Naguib Al-Attas: “Islam and Secularism”; ABIM, Kuala Lumpur/Malaysia, 1978.
A.G.Cairns-Smith: “The first organism” in “Scientific American”, pp: 74 – 84, June 1985.
Daniel C. Dennett: “Darwin’s dangerous idea” in The Sciences,published by the New York Academy of Sciences, pp. 34-40, New York, May-June 1995.
Teoman Duralı: “A reassessment of human evolution/ a spiritual and material evaluation of human evolution based on islamic considerations” in Ludus Vitalis, published by the CEFPSVLT, pp. 171 – 192, volume: II, number: 2, Mexico, 1994.
Teoman Duralı: “Religion, woman, nature”, in Turkish Daily News, Ankara, April 14 1995.
Teoman Duralı: “A New System of Philosophy-science from the Biological Standpoint”;Peter Lang, New York – Vienna – Berlin, 1996.
Sir John Carew Eccles: “Evolution of the Brain/ Creation of the Self”,Routledge, London, 1991.
Anthony Flew: “A Dictionary of Philosophy”;St Martin’s Press, New York, 1987.
Tomas de Galiana Mingot: “Diccionario ilustrado de las ciencias”; Librairie Larousse, Paris, 1987.
Michael P.Ghiglieri: “The social ecology of chimpanzees” in Scientific American,pp 84 – 91, June 1985
Hisham Harun: “Still single at thirty something” in The New Straits Times, Kuala Lumpur, Thursday, June 22, 1995.
Taufik Ibrahim & Arthur Sagadeev: “Classical Islamic Philosophy”,translated fom Russian by H. Campbell Creighton; Progress Publishers, Moscow, 1990.
Maulânâ Jalaluddin Rumî: “The Mathnawî”,volumes: I & II, translation from the original in Persian and commentary by Reynold A. Nicholson; Islamic Book Service, Lahore, 1989.
Steve Jones: “The nature of evolution” in Tl›e Cambridge Encyclopedia of Human Evolution; Cambridge University Press, Cambridge, 1992.
Richard Leakey & Roger Lewin: “Origins”;McDonald & Janes, London, 1979.
Reynolds A. Nicholson: “Rumi/ Poet and Mystic”; George Allen & Unwin, London, 1973.
Friedrich Nietzsche: “Nachlass”,edited by Edgar Hederer: “Das Deutsche Gedicht”;Fischer Bücherei, Hamburg, 1960
George Ledyard Stebbins: “Darwin to DNA/ Molecules to Humanity”; W. H. Freeman, New York, 1982.
George Ledyard Stebbins & Francisco José Ayala: “The evolution of Darwinism” in Scientific American,pp 54 – 64, July 1987.
Stephen Toulmin: “Matter” in The Encyclopedia of Philosophy, v. V, pp 213 – 218, editor: Paul Edwards; The MacMillan & Free Press, New York, 1967.
Gonzalo Vidal: “The Oldest Eukaryotic Cells” in Scientific American, pp 32 – 42, February 1984.
Allan C Wilson: “The Molecular Basis of Evolution” in Scientific American, pp 148 – 157, October 1985
Bernard Wood: “Origin and Evolution of the Genus Homo” in Nature, pp 783 – 790, London, February 27 1992.
Wong Phui Nam: “Forthnightly cadances”, Literary Column in The New Straits Times, Kuala Lumpur, July 18,1995.
EVOLUTION: THE EPITOME OF THE EMERGING CONTEMPORANEOUS GLOBAL CIVILIZATION
Şaban Teoman Duralı
İstanbul University
Department of Philosophy
ABREVIATIONS: A Arabic; Fr French; G German; Gr Grek; L Latin
It is an honor for me to present this paper to dedicate to this volume in commemoration of a great Muslim scholar, Professor Syed Muhammad Naquib al-Attas. It is my pleasure also to announce that I did my research for and prepared the greater parts of this paper during my (June – September, 1995) stay in Kuala Lumpur/ Malaysia, where I lectured at the International Institute of Islamic Thought and Civilization (ISTAC). Professor al-Attas was then the founder–director of this abode of knowledge, to whom hereby I wish to express my feelings of gratitude. The topic which I have chosen for this volume is crucial for a number of reasons. First of all, the concept of takâmul in the thought of Professor al-Attas occupies a prominent place. In many of his seminars he raised this issue and tried to clarify this notion from the perspective of Islamic thought. On the other hand, the modern concept of evolution poses a critical juxtaposition between this concept and the predominant modern day civilization. It is the aim of this humble contribution to deal with the problems of this critical juncture.
İnsanı, İnsana Malzeme Kılamazsınız…
TEOMAN DURALI, İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ, EDEBİYET FAKÜLTESİNDE BİYOLOJİ FELSEFESİ PROFESÖRÜ. DURALI, GENETİK ALANINDAKİ GELİŞMELERİ "ETİK" AÇISINDAN, NPQ TÜRKİYE İÇİN DEĞERLENDİRDİ.
Çağımızın en önemli gelişmesi, atom fiziğinin yanında, biyoloji alanında olmuştur. Ve biyolojideki gelişmelerin en ön sırasında yer alanı ise, moloküler biyolojide kaydedilmiş olan ilerlemelerdir. Moleküler biyoloji ise, moloküler genetik ve moleküler evrim olmak üzere sınıflanabilir. Moleküler genetiğin açtığı yeni ufuklar, bilim açısından büyük merakları gidermeye yönelirken, ahlâk yönünden çok büyük sorunları da beraberinde getirmiştir.
Felsefenin kalbi, metafiziktir ve bu kalbin de en önemli noktası "öz" sorunudur. Başka bir anlatımla, bütün değişmelere rağmen, bana "ben" dedirten güç nedir? 10 yaşındayken de, "ben" diyordum, 6 yaşındayken de… Şimdi de diyorum. Yaşarsam 10 yıl sonra da bana, "ben" diyeceğim. Oysa, 6 yaşındaki halim ile şu andaki halim hiç biribirine benzemiyor. 6 yaşındaki resmimi getirip gösterseniz ve daha önce bana kimse "bu sensin" demese, tanıyamam. Bu kimdir diye de sorarım üstelik… Ama o zaman da bir "benlik" duygum vardı, şimdi de var. Yaşadığım süre boyunca da olacak. Buna biz, felsefede "kendi" diyoruz. (İngilizcede "self" dedikleri şey)
KENDİNİ BİLMEK VE TEHDİT
Moleküler biyolojideki gelişmeler, "kendi" olgusuna "tehdit" oluşturmaktadır. "Kendi" problemini "kendimize" de uygulayabiliriz, öteki varolanlara da… Diyebiliriz ki, "bu masanın da bir kendisi var, şu koltuğun ya da herhangibir canlının". Ne var ki, onlar "kendi" olduklarını bilmiyorlar. Onlara "kendilik"lerini biz atfediyoruz. Neden? Çünkü, biz kendimizi biliyoruz. "Ben" diyebiliyoruz. "Nasılsınız" diye sorulduğunda, "ben iyiyim" diyorsunuz ya da "ben şu kişiyim"…
Birisi gelip kafanıza vurursa ya da bitkisel hayata girecek olursanız… İnsanda da bu "ben" duyuşu kaybolabilir. Benim "kalıbım" benim için bir "ön şart" ama, "ben"imin tamamı değil. Böyle yaratılmış olmam, henüz "ben"imi ortaya koymuyor. Bir "önşart"tır bu… Böyle olmasam, "ben" duyuşum ortaya çıkmayacaktı. Ama, "ben" duyuşum yoksa, şu halime, "ben" diyemiyecektim. "Ben"im olmadığı takdirde, size de "siz" diyemem. Bu masaya "masa" diyemem…
Dünyayı kendimden hareketle belirlemeye başlıyorum. Hepimiz bunu yapıyoruz.
Genetikteki gelişmelerin, "kendi" duyuşunu tehdit etmesine gelince… Herşeyden önce, biyolojinin uygulama alanlarından birisi tıptır. Tıptaki önemli bir gelişme, organ naklidir. "Ben"imi etkilemeyecek organlar var. Benimi, kendi duyuşumu etkileyecek organlar da… Örneğin, böbreğimi değiştirirseniz, bu, "kendi" duyuşumu (bir ihtimal) etkilemez. Ama o da kesin değil. Bir de düşünün, beynimizin nakli söz konusu olursa ne olur? Daha denenmiş birşey değil ama… Zamanla bu da gündeme gelecektir. Beyninde damarı tıkanmış bir kişinin beynini değiştirecek olursanız, o zaman, onun "kendi"lik duygusu nasıl bir hal alacak?
Yine biyolojiden bildiğimize göre, tıpatıp olan iki insan yok. Yumurta ikizleri bile, daha toplum hayatına katılmadan (anne rahmindeyken) biribirlerinin tıpatıpı değilller. Çok küçük de olsa aralarında genetik farklılıkları var.
HİTLER’İ KOPYALAMAK
Ona karşın, moleküler biyolojinin mümkün kılmaya çalıştığı "kopyalama"; insanı hedeflediğinde ne olacak? Bunun öncesi de var üstelik. Yeni bir olgu değil bu. Alman biyologu ve (yanlış hatırlamıyorsam Autscwitz toplama kampının hekimi olan) Jozeph Mengele’nin, Hitler’in -epitel hücrelerinden aldığı örneklerle- kopyalarını üretmeye çalıştığını biliyoruz. Hatta bir bilim kurgu filminde, (Brezilyalı çocuklar) Mengele, Hitler’den aldığı epitel hücrelerini geliştirerek, bir dizi Hitler kopyası üretiyordu. Aslı astarı olmayan bir fiksiyon bu. Ama, bu bilim adamının böyle bir tasarısı olduğunu biliyoruz. Bu tasarı, insanları dehşete düşürdü. Bir zamanlar herkesin dehşete kapıldığı böyle bir olayı, bugün kendi elimizle gerçekleştirme noktasına vardık. Bir süre önce Amerikan Başkanı, Senato’ya insanların kopyalanması doğrultusunda araştırmaların yapılmasını yasaklayıcı bir kanun tasarısı sunmuştu. Gelişmeler bizi bu noktaya getirdi.
KOPYALAMA VE "BEN" SORUNU
Kopyalama olayı ortaya çıktığı takdirde, insanın en temel "insani durumu" olan "kendi" ya da "ben" sorunu ne olacak?
Herşey, "ben"ime bağlı: Karar verme, tercih yapma, irademi konuşturma… Bu imkanı ortadan kaldırdığınızda, beni insan kılan özellikleri de yok etmiş oluyorsunuz: Bir çeşit robot ortaya çıkıyor. Benim genetik malzemelerimle oynayarak, bana istediğiniz biçimi veriyorsunuz.
Bizim insan olarak en büyük teminatımız; "biribirimizi yaratmamış" olmaktır. Tabanca ile ya da topla üstümde baskı kurabilirsiniz. "Serbest" olmayabilirim. Ben, o zaman bile "hür"üm. "Serbest" siyasi bir terimdir. (Serbest, ingilizcede liberty’nin karşılığı; hür ise "free"nin karşılığıdır ve metafizik, felsefi bir kavrayıştır.) İnsanlar, yaratılıştan hürdür. (Serbest olmayabilirim, mahkum edilebilirim ama, o mahkumiyet çerçevesinde bile istediğimi düşünmeye devam edebilirim. İstediğim gibi hayal kurarım. İstediğim eylemin tasarısını yapabilirim.
Oysa, siz hürriyetimi, moleküler olarak elimden alacak olursanız, ben istediğim tasarıları yapma imkânından da yoksun kalabileceğim. Böyle bir durum var ortada.
Bütün filozoflar, insanın temel vasfının "hür" olması üstünde durur. İnsanı, en insan kılan vasıf, hür olmasıdır. Bu özellik gittikten sonra, geriye birşey kalmıyor.
Deniliyor ki: Erkek ile dişi unsurlarının birleşmesi ile meydana gelen döllenmiş yumurtadan, embriyon aşamasında bir "örnek" alınır. Ve anne rahminin dışındaki başka bir ortamda, anne karnında gelişen embriyona "paralel bir varolan" geliştirilebilir.
Çocuğunuz embriyon halindeyken, bir parçası alınıyor ve bu, bir başka suni ortamda, o çocuğa paralel olarak geliştiriliyor. O çocuğun genetik malzemesine aynen sahip. Sonra, çocuğunuz doğup büyüyor. Kişi oluyor. Diyelim ki, bir tarafı sakatlanıyor. İşte o aşamada, çocuğunuzla paralel (ikiz) büyümüş depodan bir "parça" alınarak, sakatlanan organ yenileniyor. Genetik aynılıktan ötürü, organ reddi sorunu sözkonusu değil.
YEDEK İNSAN
Peki, depoda geliştirilen "yedek insan" nedir, ne olarak adlandıracağız onu? İnsan olmasa bile – diyelim ki, kafası yok ve onu beyinsiz kılabildik- bu bir canlı değil mi?
Beyin dışındaki bütün organlara sahip (parasempatik sistemle, bir takım iğnelerle maddeler vererek bir biçimde ayakta tutulmuş) bir insan bedeninden istediğim zaman böbrek ya da ciğer, damar alacağım. Tıpkı bakkala gidip, peynir ekmek alır gibi… Nedir şimdi bu? Bir canlıya kıymak yerinde midir? Değil midir? Bugün deney hayvanlarının bile kullanılması ahlaki midir, değil midir, tartışmaları yürürken… Sırf bir insanın yaşatılması için kullanılan bir "canlı" sözkonusu ise ne yapacağız?
Bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz tasarımların hızla gerçekleştiğini unutmayalım. İnsan aklına gelen herşeyin "olabilirliği" var. Jule Verne’nin 1890’larda aklına gelen ve zamanında deli saçması diye nitelendirilmiş herşey, bugün hemen hemen hepsiyle gerçekleşmiş durumda.
Ahlâkın en fazla önem verdiği noktalardan biri şudur: Felsefi anlamda, "insanı insana malzeme" kılamazsınız. Başka bir deyişle, insan insanın aracı değildir. Her insan, kendi başına bir amaçtır.
Yedek organ deposu olarak ürettiğimiz -ona bir ad da verelim- "yedek ayşe"nin diyelim ki, beyni de olsun. Merih ya da bir başka gezegende araştırma yapmak üzere onu gönderelim.- "İnsan"dır diye Ayşe’ye kıyamadık. Ama onun kopyasını, uzay aracına koyduk, bizim gitmeye cesaret edemediğimiz yere yolluyoruz.
Uzaya "robot"yollamakla aynı şay değil bu. Çünkü, robotların duyumlama imkânı yok. Bir robot, birçok şeyi yapabilir ama, "ah burası çok sıcak, ben burayı sevmedim" diyemez. Ama Ayşe’nin kopyası "yedek Ayşe"nin beyni de olursa, duyguları da olacaktır.
Öyleyse, Ayşe’nin kopyasına, "sonu belli olmayan birşeyi yaptırma" hakkımız var mı, yok mu?… Bu şuna benzer: Savaşta, mayın tarlasına, değer vermediğiniz insanları sürüyorsunuz. Onlar telef oluyor. Sonra da seçkin birliklerinizi mayından temizlenmiş araziden geçiriyorsunuz.
İnsan imal etme hakkı bize verilmiş mi, verilmemiş mi? Verilmemiş ise, biz bu gidişi nasıl durduracağız?
MEÇHULDEKİ KÖTÜLÜK
Araştırma-inceleme merkezlerinin denetimi, giderek merkezi güçlerin elinden çıkıyor.
Nasıl ki,kendi dört duvarının içinde yaşayan meçhul bir kişi, hazırladığı programlarla, yüzlerce binlerce bilgisayar düzenini yıkabiliyorsa; benzeri türde kötülük eğilimleri,moleküler biyoloji alanında da patlak verebilir.
Bugün bir genetikçi, koyun kopayabildiği gibi,gün gelir insan da kopyalayabilir. Biraz daha zor, biraz daha çetrefil bir iş olsa da…İmkânsız değil.
Özel ordular yetiştirebilirsiniz. Parası olan manyak bir tedhişçi ısmarlama yapabilir: Şu genetik özellikleri taşıyan, -örneğin emir verdiğinizde ateşe atlayan- (x)sayıda kişiden oluşan bir ordu kurun bana diyebilir… Adeta silah ısmarlar gibi, "savaşçı ya da terörist" ısmarlayabilir.
Böyle varsayımlar, deli saçması uydurmalar kategorisine girmiyor artık. Bu imkanlar var. Hatta bu tür projeler üstünde çalışanlar da bulunabilir. Antartika gibi gözden uzak yerlere kaçmaya da gerek yok, bütün bunları yapmak için. Nasıl ki, Hizbulvahşetin silah deposu, hemen biraz ötemizde çıktıysa, yakınımızda bir yerlerde insanların başına çivi çakıldıysa ve biz bu insanların sesini işitmediysek… Oturduğumuz evin üç adım ötesinde, biri laboratuvarını kurar, araştırmasını gerçekleştirebilir.
Daha önceleri, bu tür eylemleri engelleyen manevi güçler vardı. Hatırlarım 1958’de ilk kez suni dölleme ile bir canlıyı geliştirmeye çalışmış bir İtalyan genetikçiyi Papa, afaroz etmekle tehdit etmiş ve o bilim adamı da çalışmasını durdurmuştu. Bugün, Papa böyle bir afaroz kararı çıkarsa, herkes kahkaha ile güler. Bir zamanlar insanların inancı vardı. Ama şimdi, Kilise’nin alacağı bir karara boyun eğecek bilim adamı bulamazsınız.
DUR DİYECEK GÜÇ
İnsanlığı yok edecek gidişi durdurmada "inanç" yerine "düşünce" mi, daha fazla rol oynayabilir? Ondan da şüpheliyim.
Açıkçası, mevcut gidişi durdurabilecek bir "potansiyel güç" görmüyorum ortada.
Bir manevi otoritenin sözünü dinletebileceği güçlü manevi inançlar mı doğar yeniden? Yoksa "merkeziyetçi yönetim" biçimleri ortaya çıkar ve duruma el koyar -ki, ben böyle bir gücün de "önleme kapasitesi"ne sahip olacağına inanmıyorum. Stalinci bir sistem kurulsa bile, kafasına kötülük yapmayı koyan bir genetikçi, projesini yine de hayata bir şekilde geçirecektir.
Bu tür bir kötümserliğin mübalağalı olmadığını düşünüyorum. Kapattığımız 20. yüzyıl, tarihin en karanlık çağı oldu. Hiçbir çağda, insanlar, biribirlerine bu derece sistemli kötülük etmemişler, edememişlerdi.
20. yüzyıla Cengiz Han’ı davet edebilsek, yaşanan felaketleri Cengiz Han seyretse, dudakları uçuklardı. Çünkü, Cengiz Han’ın kendi döneminde yaptığı, "kötülük için kötülük" değildi. Belli bir amacı vardı. Örneğin, bir şehri muhasara ediyor ve onun teslim olmasını istiyordu. Sırf zarar vermek için değildi onun savaşları… Eğer bir zarar ortaya çıkıyorsa, o da belirli bir amaç uğruna oluyordu. Teslim olmayan, kapılarını açmayan bir kent sözkonusu ise, cezalandırma konusunda korkunçtu Cengiz Han. İnsanları kesiyor, kafataslarından piramitler oluşturuyordu. Tamam.
Ama günümüzdeki "dehşet" eğilimi çok farklı. "Düşman" diye adlandırılan her kimse, bütün isteklere de boyuneğse, hiç farketmez. Onun durumu bitik. Hiçbir çağda böyle birşey görülmedi.İnsanlık ilk kez böyle bir durumla karşı karşıya. Bu, bilimsel ilerlemenin sonucu değil. "İnsan" olma ile ilgili bağlantılarımızı yitirmemizin sonucudur.
İÇ FREN EKSİKLİĞİ
İnsanın -yaratılışı itibariyle-, içinden çalışan frenleri yok.İki köpek kavga ettiğinde, yenilen köpek, sırtüstü yatmışsa,öteki köpek ona dokunmaz artık, bırakır. Hatta, koskoca bir köpek diyelim ki,insana saldırdı… Saldırıya uğrayan insan, çömeldiğinde, durur o köpek. Eğer eğitilmişse, üstünüze sıçrar, sizi yere yıkar ve sahibi gelinceye kadar da sizi yerde tutar.(Kudurmadığı sürece) İçgüdüden kaynaklanan "doğal bir fren" sözkonusu köpeklerin dünyasında. Ama insanın böyle bir freni yok. Onun içindir ki, insanlar kendilerine "fren" imal ederler. Ahlâk, insanın kendisine imal ettiği frenlerden oluşur. Bu frenleri oluşturmak ya da kulllanıp kullanmamak bizim elimizde olan birşeydir. Kısacası, ahlâk, insanın organizmasından kaynaklanmıyor, içgüdü değil. Reflekslerimizden gelmiyor. Ahlâkın normlarını, insanoğlu kendisi imal ediyor.
Dindar bir kişi "Ahlâkın temel nirengilerini, Allah, ‘tebliğ’ ile göndermiştir" diye düşünür. Laik düşünceye sahip biri ise, "ahlak normlarını insan, kendisi icad ve inşa etti" diyecektir. Her iki durumda da aynı kapıya geliyorsunuz. Ahlâk sözkonusu olduğunda, bir takım inşa edilmiş konstrüktif kurallar var.
Bugün şunu görüyoruz. İnsan, kendisini bağladığı kazıkları atıyor.Varolan iktisadi sistem, "durmadan daha fazla isteyen" bireyler üretiyor. Bu insan tipi, yetinmiyor, doymuyor. Paylaşmıyor da… Bill Gates’in iki yıl önce 18 milyar dolarlık cirosu vardı. Ben 18 milyar doları ancak telaffuz ediyorum, hayal edemiyorum. Nasıl birşey bu?
Küreselleştiğini söylediğimiz sermayeci düzenin, insanın önüne koyduğu tek hedef, maddi varlığını genişletmek, büyütmek ve bunun dışındaki bütün düşünceleri dışarıda bırakmak… Bu, hayatın biricik amacı haline gelince, insanın yokedici özelliğini kontrol altına alacak önlemleri almak imkânsızlaşıyor.
"Doğayı bozacak, kaynakları tüketecek eylemlerden vazgeçelim" deniyor. Ama bu yapılamaz birşey bugün.
ARTAN TÜKETİMİN KIRBACI
Atom santralları kurulsun mu, kurulmasın mı? Kurulacak. Başka çaresi yok. Çünkü, artan artması hedeflenen tüketime paralel olarak elektrik ihtiyacı artıyor. Eldeki hidrotik kaynaklar yetmiyor. Güneş enerjisi çevriminde de başarılı olamadı insanoğlu.
Soru şu: Karanlıkta oturmayı, bilgisayarsız, asansörsüz, sinemasız bir dünyayı kabullenenebilir misiniz? Ancak, o zaman bu atom santrallerini kurmasak da olur.
Bir soru daha: Çocuğunuz beyin kanseri oldu. "Yedek Ayşe"den beyin nakline karşı mısınız? Değil misiniz?
Eskiden inanç vardı, tevekkül vardı."Hayır ve şer Allahtan" derdi insan. Bugünün insanı bunu kabul etmiyor. "Allah vardır, yoktur" tartışması bir yana… "Var" dediğimiz takdirde bile, sağlam bir inancımız yok. İnancı yaşamadığımız için de "karakter sağlamlığını" gösteremiyoruz. En ufak bir acı, en ufak bir rahatsızlık, bizi çığrından çıkarmaya yetiyor. Çok büyük acılara, muazzam metanetle dayanabilmiş insanlar gördüm, bindebirini bana uygulasanız, duramazdım yerimde.
Bugün oturduğumuz apartmanlarda, ısı 20 derecenin altına düştüğü zaman, konu komşu, yöneticinin kapısına dayanır "donuyoruz" diye. Ben hatırlıyorum, çocukluğumda, Orta Anadolu’da karda kışta hiçbir zaman oda sıcaklığı 16 derecenin üstüne çıkmazdı. Kömür sobası kullanırdık. Tek bir odada oturulurdu. Gece yatma vakti geldiğinde,herkes odasına çekilirdi ve orada da ısı 5 dereceyi geçmezdi.Dokunmazdı insanlara soğuk. Bugün dokunur.
Moleküler biyolojinin, kaderimiz, kısmetimiz üstünde yarattığı tehlikeleri giderebilir miyiz? Ben bir çözüm yolu göremiyorum.Nasıl ki, atom santrallarından kurtulamayacaksak… Tıpkı, lüks lambasına, yağ fenerine dönemeyeceğimiz gibi…İnsanın negatif yanı giderek ağır basıyor. Direnme gücümüz kalmadı.
AVRUPA ve RAHATLIK ÖZLEMİ
Bugün Türkiye’de "Avrupalılaşalım" özleminin kökünde, rahatlaşalım arayışı var, mücadele gücünü azaltmaya dönük bir eğilimden sözediyorum.
Depremde allak bullak olduk. Adapazarı, bildiğim kadarıyla yüzde 72 oranında yıkıldı. Nasıl sarsıldık. Oysa, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Japonya’nın dört büyük kenti yüzde yüz oranında yok olmuştu…Ve o insanlar bana mısın demediler ve mitolojik bir varlık gibi, hayatı yeniden yarattılar. Japon işçisi, üç yıl boyunca boğaz tokluğuna çalıştı.
Diyebilirsiniz ki, belki de insanda asıl fışkırma ve kendini yenileme yeteneği, büyük büyük bir yıkıntıdan sonra harekete geçebilir. Ama, neticede bu bir "hazırlık" meselesidir. Bugünün insanı için, artık "zorlukların üstesinden gelme"ye dönük bir "hazırlık" sözkonusu değil. Nasıl ki, ev ortamında beslenip büyütülmüş bir kurt, ormana bırakıldığındı yaşayamazsa…
İnsanın "doğa" ile ilişkisi ile, "din"le ilişkisi aynı şeydir. Din ve doğa, biribiriyle içiçedir. Zaten dini doğadan koparmaya başladığınız vakit, dinde yobazlık başgösterir.Doğayı da "dinsiz" ele aldığınızda mekanikleşir. Doğasız din, kulaktan dolmadır. Ne yaptığınızı, niçin yaptığınızı, nereye yöneldiğinizi bilmezsiniz. Doğada, bir güçle karşıkarşıya kaldığınızda, siz o güçe güçle cevap veriyorsunuz. Din verir o gücü. Ona karşın doğayı ortadan kaldırdığınızda, dine gerek kalmıyor. Dini ortadan kaldırdığınızda ise, doğa ile mücadele gücünüz kayboluyor.
ÇOCUK VE İMALAT
İnsan kimliğimizdeki donanım, ne yazık ki, bilimde ya da teknolojik gelişmelerin hızına paralellik göstermedi.Başka bir anlatımla, bir Frankeştayn ürettik, ama o Frankeştayn ile nasıl boğuşacağımıza ilişkin bilgilerimiz yok.
Biyolojideki gelişmeler o noktaya vardı ki, bugün çocuk yapmanın gereği yok artık. Bugün dev fabrikalarda pekala çocuk "imal" edilebilir artık. Bir merkezi yönetim var diyelim, diyor ki bu yönetim: Bizim şu kadar insan gücüne ihtiyacımız var. Para karşılığı kadınlardan yumurta, erkeklerden de sperm alınıp, suni bir ortamda döllenme sağlanarak, gerekli insan gücü yetiştirilir.
Kadın ile erkeğin biraraya gelmesinin tek gerekçesi,çocuk yapmak değildir.İnsan olmamızın bütün çizgileri ve özellikleri, kadın erkek birlikteliğinde ortaya çıkar. Çünkü, toplum kavramınının temelinde "kadın-erkek" birlikteliği vardır.
İnsanın insanla birlikteliğinden "direnme gücü" doğar. Tek başımıza hiçbirşey değiliz. Hatta "insan" da değiliz. Erkek ve kadınız. Erkek ve kadının biraradalığıdır insanı insan yapan.
Kadın ve erkeğin biraraya gelmesini gündemden düşürdüğünüz ölçüde, "direnme" noktasını da ortadan kaldırmış olursunuz.
Çocuk yapmak için kadın ile erkeğin biraraya gelmesine hacet kalmadığı bir süreçte, ne olabilir ki? İki cins ne için biraraya gelecekler o zaman.. Biraz sohbet etmek, biraz sevişmek için… Buna da iki üç saat yeter.
Kadın erkek birlikteliği "ahlâk"ın da temelidir. Ahlâkın temelinde, sadakat ve dayanışma var. İnanma var. İnanmanın eksildiği yerde, kıskançlık, kuşku başgösterir.
Varlığımızın sebebi nedir? Sevdiğimiz insanı, korumak, kollamak, onunla beraber olmaktır. Bu, manevi bir dayanaktır. İnsanlar, yıllarca esir kamplarında, en zor, en korkunç şartlarda, "ben sevdiğim kadına tekrar kavuşacağım" duygusuyla yaşayarak ayakta tutabilmişler kendilerini. Eski anı defterlerinde bunun sayısız örneğini bulursunuz.
İman, insanın sadece Allah’a duyduğu sonsuz-sınırsız bir inanç değil, aynı zamanda, insanın insana da duyduğu bir inançtır. Bir insana da iman derecesinde bağlanabiliriz. İşte, bugün bütün bunların "ön şartlarını" da ortadan kaldırıyoruz. Bu, insanın, giderek bir hamur haline gelmesi demek… Nasıl isteniyorsa öyle yoğrulabilecek bir hamur. Direnme ve karşı koyma gücünü de yıkacak bir süreç bu.
Düşünün ki,sevişme şartını bile ortadan kaldırıyorlar.Amerika’da şu sırada yeni bir hap geliştiriliyor.yakında piyasaya çıkacak. Oturuyor kişi internetin karşısına, orada sevişme ile ilgili birtakım söylemler var. Hapını da alıyor. Kendini birine sarılmış gibi yada tene temas etmiş gibi hissederek zevk duyuyor.
Fuhuş bile bundan daha iyidir; çünkü hiç olmazsa orada, üç beş dakikalık bir birliktelik var.
BAŞKALDIRIYI YOK EDEN
Bu yeni süreç, bence, insanın başkaldırma kabiliyetini yok ediyor. İnsanı insan yapan en önemli özellik, "hür" olmasıdır. Başkaldırma ise, hür olma isteğinin yarattığı birşeydir…
Dünyanın neresinde bir başkaldırı olabilir? Düşünemiyorum. İran’a bakıyorsunuz. Deniyor ki, "reformcular" kazandı. Ne demek reformcular? Bence onlar, tatlı hayatı, rahatı isteyenleri temsil ediyorlar.
"Daha fazla özgürlük istedikleri, sadece bir "lâf" ! İstediğim gibi yiyip içebileyim, sereserpe dolaşayım, televizyonum, çanak antenim olsun, daha çok tüketebileyim."
İran’da reformcular diye nitelenen kesimin arkasında, bu isteklerin getirdiği destek var
Şah döneminde 1500 dolar kazanan kişinin maaşı 600 dolara düşmüş (diyelim). Bu ne demek? Tüketim hacminin de düşmesi demek. İran’dan kaçışların büyük bir bölümü de bu yüzden.
Kimse, gerçek anlamda bir "dava" uğruna mücadeleye girmiyor bugünün dünyasında… Dava uğruna mücadeleye girmek ya da buna davet etmek pek kimsenin aklına gelmiyor.
Sonu mu geldi herşeyin peki? Bir başkaldırı gelmediği takdirde… Evet.
Başkaldırıların devrime dönüşmesi, bir felsefi öncüllüğün sayesinde olur. Bütün devrimlerin temelinde, felsefi düşünüşler vardır. Fransız devrimi de öyledir, Sovyet Devrimi de…
Böyle bir devrim olabilir mi? Olabilirliği konusunda çok şüpheliyim. Ona karşın, bu çizgi, bu hızla ilerleyecekse de, kıyametin o kadar uzakta olmadığını düşünüyorum. Kıyamet derken de, antropolojik ve kültürel bir kıyameti kastediyorum.
Bilimsel gelişmeyi, kısmak ya da kesmek de değil mesele. Bilimi teknolojiden ayırmak ve teknolojiye "dur" diyecek bir "merci" bulmak gerek.
NİRENGİ BİLİM AMA
Bilim, son derece insanî olan birşeydir ve ona ihtiyacımız vardır. Uzun vadede, teknolojik ihtiyaçlarımızı karşılayacak olan yine bilimdir…Ve uzun vadede, yine teknolojiye ihtiyacımız olacaktır. Çünkü görünen o ki, bugün dünyada yaşama alanı, giderek sona ermek üzere. İnsanoğlunun başka gezegenlere doğru hareket etmesi gerekecek.
Bütün mesele, teknolojideki öncelikleri belirleyecek, dahi ve ahlaklı insanlara olan gereksinimimizde. Örneğin, "bir evde beş kişi varsa, üçünün arabası olması gerekmez" ya da "ileriye dönük teknoloji üretme çabalarımızı Merih’in yerleşime açılması doğrultusunda geliştirmemiz lazım, yedek Ayşelere gerek yok, bağrımıza taş basar, kaybettiğimize üzülürüz." diyebilecek kadar topluma yön verebilmeli bu dahi kişiler… Ve bu tür kararlara da kendi isteği ile uyacak bir toplum düzeni yaratabilmeliyiz.
Böyle bir ortaklaşa hareket etme yaklaşımını, topla tüfekle,oluşturamazsınız. Bugün öyle bir noktaya vardık ki, "zorla" olmaz. "Zor" kullanılırsa da çok "kötü anlamlar" içerebilir.
Bir gün, "iyi sıhhatte olsunlar" durduramadıkları güçleri, zorla durdurmayı akıldan geçirebilirler. Bunun yakın örnekleri de var: Örneğin, Amerika, tuttu Sudan’ı bombaladı. Bu mümkün.
Yarın bir gün, eğer insanoğlu, Merih’e ye de gezegenlere gitmeyi başaramazsa,dünyadaki nüfus fazlalılığını azaltmak için "atom bombası" ya da "başka tür yokedici" bombalar kullanıma girebilir. Hele hele Hindistan gibi, Çin gibi büyük nüfuslu toplumların bugün artık atom bombasına sahip olduğunu dikkate alırsanız… Onları "kendi kendilerini vurma" noktasına çekmenin de mümkün olabileceği ortada.
DAYANIKSIZLAŞTIRMA
Bugünün en önemli önceliği, ailenin yeniden itibar kazanmasıdır. İnsanî bütün özelliklerimizi bu çerçevede ediniyoruz. Buna karşın, çağdaş güç merkezlerinin en büyük gayreti, aileyi ortadan kaldırmaya yönelik. Aileyi ortadan kaldırdığınız zaman, insanı ezmek çok kolaylaşıyor. Çünkü, onu "dayanıksız" kılıyorsunuz.
Devlet, sizi alıp hastahaneye kaldırabilir. Ama devlet, aşkın bir güç. Sevgi, sıcaklık, yakınlık ya da teselli gibi insani beklentilere yanıt veremez devlet. Bütün bu insani beklentilere karşılık verecek en önemli dayanak, ailedir. Suni dölleme ya da sperm bankaları gibi formüller, uzun dönemli insani gereksinimlerimize yanıt veremez.
Genetik müdahalelerle, insan ömrünü nereye kadar uzatacaksınız? Bireylerin 120 yaşına kadar yaşayabilmesi bir bakıma, arkadan gelen genç kuşaklara da gereğinden fazla yük yaratmak demek. Kaldı ki, insan ömrünü uzatacağım derken,bir kez doğayı bozdunuz mu, "zincirleme" reaksiyonlar başlar.
Fransa’da 2050 yılında, bir çalışan, 10 emekliye bakmak durumunda olacak. Bu feci birşey. Birçok ülke için sorun benzeri boyutlarda. Bir tek çare var önlerinde, dışarıdan insan ithal etmek… Ama o zaman da "ırkçılık" eğilimleri yeniden patlak veriyor.
Düşünün ki, bizi Avrupa’ya almakta nazlandıkları ortada. Ama, Türkiye’yi "Avrupa ordusuna" alacakları muhakkak. Yoksa, "savaşacak" adam bulamayacaklar. Yalnız, nüfus yapısından kaynaklanmıyor bu durum. Rahata alışan tüketim toplumlarında savaş meydanlarına sürülebilecek adam bulmak kolay değil. Ama, Siirt’ten, Kars’tan Şırnak’tan kaldırıp götürülen adam, Avrupa ordusu için savaşacak.
KARGAŞAYA DOĞRU
Bu, olağan bir gelişme çizgisi değil; insanları büyük dengesizliklere ve kargaşaya sürükler. Gandi’nin bir sözü var: "Dünya bütün insanları besleyecek kadar gıdaya sahiptir. Ama, insanların ihtirasını besleyecek gıdadan yoksundur. Bir taraf, sürekli sömürmek istedikçe, insanların büyük bölümü de yoksullaşacaktır.
Evrimin Biyolojideki Yeri
Dr. Mustafa Sinanoğlu: İSAM seminerlerinin bugünkü konuşmacısı, sayın Prof. Dr. Teoman Duralı bey. “Evrimin Biyolojideki Yeri” konulu bir takdimde bulunacaklar bizlere.
Teoman Duralı beğ, 1947 yılında Zonguldak’ta doğdu. Felsefe tarihi, mantık ve biyoloji tahsîli görerek Istanbul Üniversitesinden 1973te mezûn oldu. Bitirdiği Felsefe Bölümünde 1975te asistan olarak çalışmağa başladı. 1977 yılında doktorasını “Canlılar Sorunu” adlı teziyle aldı. 1982 doçent, 1988 yılında profesör oldu. Hâlen Istanbul Üniversitesi Felsefe bölümünde öğretim üyesi olarak görevini sürdürmekte olan Teoman beğ, ayrıca Türkiye’de Istanbul Üniversitesi dışında 10un üzerinde farklı üniversitelerde ders verdi, ilmî faaliyetlerde bulundu. 1992 – 1993 öğrenim yılında ve 1995te, 1997 ile 1999da birer dönem Malezyada ders okuttu. 1994 yılında Viyanada öğretim üyeliğinde bulundu. A.B.D: ile Meksikada çeşitli ilmî toplantılara tebliğ verip müzâkereci olarak katıldı.
Hocamızın kitapları: “Canlılar Sorununa Giriş”, “Biyoloji Felsefesi”, “Aristoteles’te Bilim ve Canlılar Sorunu”, “Yeniçağ dindışı Avrupa Medeniyetinden Çağdaş İngiliz Yahudi Cihanşümul Medeniyetine”, “Felsefe-Bilime Giriş”, “Gılgamış Destanı”, “Çağdaş Küresel Medeniyet: Anlamı – Gelişimi – Konumu”, “A New System of Philosophy-Science from the Biological Standpoint”.
Hocamızın, en son elde etmiş olduğumuz, “Kutadgubilig felsefe-bilim araştırmaları” başlığını taşıyan bir süreliyayıma da yayım yönetmenliğini yaptığını öğreniyoruz. Bu “Kutadgubilig” süreliyayım olmanın yanında, bir ilim projesinin de habercisi olarak müjdelenmiş durumda. Kıymetli hocamızı mikrofona dâvet ediyorum efendim.
Teoman Duralı: Sayın başkanımız Prof. Dr. Şahin Uçar beğefendi İSAMın değerli üyeleri; hepinizi saygılarla, sevgiyle selâmlıyorum, efendim. Geldiğinizden dolayı teşekkür ediyorum.
Konumuz ilân edildiği üzre, “Evrim ile Biyoloji”.
İkisi aynı çerçevede mütalaa edilebilinirmi? Yoksa farklı konumlardamı bulunuyorlar? Buna girmeden önce, biyolojinin konumundan bahsetmek istiyorum. Biyoloji nedir? Ne yapar? Nasıl çalışır?
Efendim, biyoloji, evvelemirde Türkceleştirirsek ki, her zaman Türkceleştirmekten yanayım, ‘canlılarbilimi’ manâsına gelir. Öyleyse biyolojiyi Türkcede ‘canlılarbilimi’ şeklinde adlandırabiliriz.
‘Canlı’ deyince, sorunla karşı karşıya kalıveririz. ‘Canlı’nın ‘bilim’i olabilirmi? Birinci soru bu. Niye canlının bilimi olabilirmi? Çünkü ‘bilim’, dünyayı belirli bir çerçevede ele alır. Bilim, ‘hakîkat’a uzanamaz. Onun yalnızca belirli bir kesimi olan gerçeklik ile burayı belirleyen zaman ile mekân koordinatlarına yerleştirebildiğimiz olayları irdeleyebilir. Zaman ile mekân koordinatlarına yerleştirebildiğimiz olaylara Türkcede ‘vâkıa’ diyoruz.
Olayları felsefece ikiye ayırıyoruz: ‘Vaka’lar ile ‘vâkıa’lar. ‘Vâkıa’, az önce söylediğimi tekrarlamak bahâsına, zaman ile mekân koordinatlarına oturtulabilen olaydır. Vâkıalar tekrarlanabilir, sınanabilirler. ‘Vaka’, hâlbuki, bir defalıktır. Tekrarlanamaz, sonuçta da sınanması, denetlenmesi imkânsızdır.
‘Can’ Farscada ‘ruh’ yahut ‘nefs’ demektir. Ruh ile nefs arasında fark olmakla birlikte bu düzlemde aralarında ayırım yapmıyoruz. ‘Can’, şu hâlde, sözün kısası, ‘ruh’ yahut ‘nefs’ manâsına gelir. Peki, ‘ruh’ yahut ‘nefs’ ne demektir? ‘Nefs’, kendisi bizzat zaman ile mekân koordinatlarına oturtulamayan, duyularımıza doğrudan konu olmayan bir hâldir. Ama duyularımıza konu olan olayların arkasında bulunan, onları harekete geçiren güc olduğunu tahmin ediyoruz. Başka bir deyişle, kendisini doğrudan doğruya görmediğimiz, ama sonuçlarını hissettiğimiz bir kudrettir.
Az önce, bilimin, kısaca, zaman ile mekân koordinatlarında yer almayan olaylara eğilemeyeceğinden bahsettim. O hâlde bilim, hakîkatın sâdece belirli bir kesimiyle, demekki gerçeklikle uğraştığı ortaya çıkar. Hakîkatı şu kürsünün tamamı olarak düşünürsek, bilim, onun belli bir kesitini inceleyebilir. İnceleyemediği kesimde de olaylar cereyân etmektedir. Bilim tarafından incelenemez diye, onları elimizin tersiyle itemeyiz, olaydan saymazlık edemeyiz.
Bilimin konusu olmayanlar, ruh yahut nefs olaylarıdır. Madem bu ‘canlı’, ‘nefs’i olan varlıktır, ‘nefs’ de, ‘hakîkat’ın ‘gerçeklik’ kesiminde bulunmaz, şu durumda onu bilim araştırmalarına konu kılamayız. İşte biyolojinin başta gelen sorunu burada kendisini gösteriyor.
Biyolojinin felsefesine geçtiğimizde, önümüzde iki kapı açılıyor: Ya bilimin çerçevesini, sonuçta tarîfini değiştireceğiz, ‘nefs’i olan olayları da bilime dâhil; edeceğiz ya da biyolojinin ‘can’ını kesip atacağız. ‘Can’ kesimini atarsan ne olacak? Elinde ne kalacak? Sorunun kökü kökeni bakımından bilimin iki çeşit tarîfi var. Bilim Aristoteles tarafından Mîlâttan önce Dördüncü yüzyılda inşâa edilmiştir. Aristoteles, bilimi canlılar temeli üstünde inşâa etmiştir. Tarîfi ‘canlı’dan hareketledir. Başka bir deyişle, Aristoteles’in felsefesi, biyoloji temellidir, ‘canlıcı’dır (animist). Aristoteles’i takîb eden felsefî çizgiler, çığırlar da hep ‘canlıcı’ olmuşlardır. Kimdir bunlar? Kendisinden sonra gelen talebesi Theofrastos ile ünlü biyolog ve hekim Galenos, bilâhare bizim, Meşşâiyûn adı verilen İslâm felsefesi çerçevesinde iş görmüş olan, filosoflar. Aristoteles’in yolundan yürüyüp bilimi, ‘canlılık’ esâsı üzerine inşâa etmişlerdir. Felsefe-bilim, İslâmdan Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyetine intikâl ettiğinde, demekki aşağı yukarı 1500 küsûrlarda, devrim olmuştur. Evvelemirde İtalyan filosof-bilimadamı Galileo Galilei, bilimi yeni esâslar üstüne inşâa etmeğe yönelmiştir. Bahse konu, ‘canlı-olmayan’ (inorganik) esâslardır. Haddizâtında Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinden önceki bütün kültür çevrelerinde olduğu üzre, İslâmda dahî keskin bir canlı – cansız ayırımı yoktur. Bu hususu Âyetlerde dahî görebiliriz: “Dağlara taşlara sorduk, siz bu sorumluluğu üstlenirmisiniz?” şeklinde. Demekki dağların taşların da belirli irâdesi, isteme gücü var ki, Allah onlara sorup onlardan olumlu yahut olumsuz cevap bekliyor. Hepsi olumsuz cevap verir. Sonuçta, insan kalkıp o soruya olumlu karşılık veriyor. Aynı şekilde Hintte, Çin ile Eskiçağ Ege Medeniyetinde de canlı ile cansız arasında keskin kopukluk, ayırım görülmemiştir. Böylece, mantıkca, canlının ortaya çıkması ‘öz’den ‘sıçrama’yı gerektirmemiştir. Yoktan varolageliş ihtiyâcı doğmamıştır. ‘Canlı’nın, ‘can’ı, ‘nefs’i, ‘cansız’ denilen maddede ‘uyur’ durumdadır. Öncelikle Hint düşüncesinde bunu açık biçimde görüyoruz. Belirli bir aşamada o ‘can’ ‘uyanıyor’, sonuçta ‘canlılık’ karşımıza çıkıyor. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinde din, ilk defa iki yüz bin yıllık süreçte kültürün, dolayısıyla medeniyetin temeli olmaktan çıkmıştır. ‘Canlılık’ da böylelikle bir kenara konmuştur. Çünkü ‘canlılık’, bizi ister istemez ilâhiyata sevkeder. ‘Can’, denklemin dışına çıkarılıp ‘cansız’, esâs kılınmıştır. Frenkcede ‘canlı-olmayan’a ‘inorganik’ denilir. ‘İnorganik’ madde, bilimin araştırma konusu kılınmıştır. Galileo’nun temel kalkış noktası, ‘cansız’, yânî ‘inorganik’ varlık sahasıdır. ‘Canlı’nın en önemli özellikleri arasında belirli bir hedefe yönelmektir. Bu, biyoloji felsefesi tarihinde “gâye” olarak tanınır. ‘Canlı’, ‘gâyeli’ varlıktır. ‘Canlı’nın âzâları da gâyelidirler. ‘Canlı’nın ‘gâyeliliğ’ine ilişkin niçin sorusu sorulur. “Niçin elin, ağzın, gözün vardır?” Bu canlıya mahsus bir sorudur. “Taş niçin düşer?” diye sorulmaz. Ama “canlı, niçin çiftleşir?”, “canlının niçin atıkları vardır?” gibi, sorulara canlıyla uğraşan muhatab olur. Bu çok yerindedir. ‘Canlı’, bilimden atılınca, ona ilişkin olan ana soru da gündemden çıkarılmıştır. Öyleyse ‘niçin’ çizilmiş, yasaklanmıştır.
Aristoteles’te bilimin üç temel sorusu vardır. Neden? Nasıl? Niçin?
‘Nasıl’, bir olayın cereyân şeklini bize verir. ‘Neden’, o olayın başlangıç safhası nedir? Hangi âmiller o olayı başlatmıştır? Buna cevap getirir. ‘Niçin’, olayın yöneldiği gâyeye cevap getirir. Hangi gâyeye yönelmektedir. Galileo, ‘niçin’ sorusunu kaldırmıştır.
Galileo Galilei, iki sorunun, bilime esâs teşkîl ettiğini bildirmiştir: Nasıl? ile neden?
‘Nasıl?’, denel düzlemdeki soru şekli olup esâstır. ‘Neden?’, ‘nedenli–denel –düzlem’ üstünde yükselen ‘teorik çatı’dır. ‘Nasıl?’la, vâkıa çeşidinden olayın olup bitme tarzı soruşturulur. Soruşturmadan elde edilecek sonuç, ‘tasvîr’ tertîbinde bir ‘açıklama’dır. ‘Tasvîr’, ‘olay’ın, vukûu ânında olup bitişinin ‘söz’le yahut ‘çizgi’yle aktarılması, ‘resmedilme’sidir. ‘Neden?’ ise, açıklamayı yapanı zamanca geriye taşır. ‘Olay’a yol açan âmiller, sıralanıp dökümlenir. Böylece ‘olay’ın vukûu bulma ânından uzaklaşılır. ‘Neden’ sorusuna getirilen ‘açıklama’, ‘nasıl’a verilen ‘tasvîr cevabı’ gibi ‘vâkıa yüklü’ ve ‘canlı’, demekki ‘tasavvur içerikli’ değildir. Daha ‘soluk’ ve soyuttur. ‘Neden’ sorusuna verilen karşılık, ‘nasıllı’nın ‘tasvîr cevabı’nın tersine, ‘tarîf’ neviinden ‘açıklama’dır. ‘Tarîf’, ‘tasavvursuz’ olup ‘kavram’laşmış dil değerleriyle örülü bir ifâdedir. Bu söz değerleri tekanlamlılığa ulaştıklarında, bunlara ‘ıstılâh’ yahut ‘terim’ denilir. Tekanlamlı söz değerlerinin çizgisel (grafik) ifâdesi ‘formül’dür.
‘Olay’ın yöneldiği hedef artık sorulmaz. Meselâ gâyeliliğe çok ilgi çekici bir örnek, İbn-i Sînâ’nın çekim yasasıdır. Onu ‘aşk’ olarak niteler. Varolanlar birbirlerini seviyorlarsa, birbirlerini cezbederler. Sevişmeyen varolanlar birbirlerini iterler, dışta bırakırlar. İşte burada ‘Canlıcılık’ta gördüğümüz önemli bir husus, ‘İnsanmerkezcilik’tir. ‘Canlıcılık’, ‘canlılığ’ın, ‘İnsanmerkezcilik’ ise, ‘insan’ın odak kılınmasıdır. Canlıcılıkta beşerî özelliklerle karşılaşmak nasıl muhtemelse; İnsanmerkezcilikte de canlıya mahsûs etkenlerin, beşerde öylesine sıklıkla yer aldıklarını görürüz. Niye? Öbür canlılarla aramızda akrabalık tesîs edebiliyoruz da ondan. Canlı olduğumuzdan ötürü, öteki canlılarla duygudaşlık kurabiliyoruz. Özellikle bize yakın olan, bize benzeyen, bizim etrâfımızda olan at, kedi, köpek, maymun, deve, kartal gibi, canlılar ile kendi aramızda bağlantılar kuruyoruz. Onlarda kendimizden özellikler görüyoruz.
Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti arkaplanına dayalı bilim, İnsanmerkezciliği reddetmektedir.İnsanmerkezciliğin uzantısı,Dünyamerkezciliğidir. İstisnâsız bütün dinler, dünyayı, yeryüzünü kastediyorum, kutsal kabul etmişlerdir. İnsanın yurdu olmasından ötürü kutsal kabul etmişlerdir. Özellikle bu Hırıstıyanlıkta çok âşîkârdır. Hırıstıyanlığın İsâ efsânesi, onun, Tanrının ‘oğlu’, bir parçası, uzantısı olması, yine onun, yeryüzüne gelip de insanın günâhlarını üstüne çekmesiyle dünya arındırılıp şereflendirilmiştir. Yeryüzü, öteki öteki bütün gezegenlere, gök cisimlerine fâiktir. İslâm da dahil olmak üzre, bütün dinler bu hususu öncelikle vurgularlar. Nitekim, “filosoflar, düşünürler içerisinde en dinci, sâdece dindar da değil, en dinci olan kimdir?” diye sorarsanız; Eflâtun’dur. Eflâtun’da hangi taşı kaldırsanız, altından Tanrı ile din çıkar. Öyleyse, Eflâtun, günümüzde yasak bir deyimi kullanırsak, şeriat istikâmetinde düşünen bir filosof olup şunu demiştir: “Bütün gök cisimleri içerisinde en tez, en parlak, en şerefli olan yeryüzüdür. O yüzden de yeryüzünün konumu bambaşkadır.” Bu, Aristoteles tarafından tekrarlanıp ta Leibnitz’e değin sürüp gelmiş bir laftır. Katolik kilisesi Aristoteles üzerinden gelen bu Eflâtuncu önermeyi temel kabul etmiştir. Galileo kalkıp da “güneş merkezdir” dediğinde, bu ibâreyi, sâdece fizik merkez anlamda kullanmamıştır. Daha önce Kopernikus, güneşi temel alıp yeryüzünü onun etrâfında döndürdüğünde, Papanın sesi çıkmadı. Nihâyet o, bir fizik olaydı. Onu mürekkep yalamış herkes biliyordu zâten. Öbür gezegenlerin güneşin etrâfında döndüğü, merkez olduğu eskiden beri bilinen bir olaydı. Ama yeryüzünün manevî itibârı soru konusu kılınmağa başlanınca Galileo, kilisenin karşısında suçlu duruma düşmüştür. Bunu da haklı görmek gerekir. Burada kilise, Vatikan yahut Papa saçmalıyor diyemeyiz. Kendi bakış açısı bakımından o günün papasının hakkı vardı. Galilei, bütün bir dünyagörüşünü allak bullak ediyor. Yeryüzüyle birlikte, tabiatıyla, insan da merkez olmaktan çıkmıştır. Dinde kutsallıklar basamaklaması vardır. Özellikle Hırıstıyanlıkta. Bütün bu basamaklamalar reddedilmişlerdir. Dindışılığa kaymakla Batı Avrupa dinsizmi oldu, Allah’ı reddeder durumamı girdi? Hayır. O günden bugüne birsürü dindar, mütedeyyin insan var. Ama kurum olarak din, medeniyetin altından, temelinden, zemininden çekilmiştir. Dindışı görüş, toplum hayatına ve bilcümle kurumlara hâkim olmağa başlamıştır. Bunun da ilk belirgin örneğini, bilimin yapılaşmasında görüyoruz.
Tekrar başa dönüyorum. Dindışılaşan bilimde canlı, artık gündemden düşürülmüştür. Canlı kaale alınmaz olmuştur. Canlı varmıdır, yokmudur sorusu önemini yitirmiştir. Varsa yoksa canlı-olmayan (inorganik) varlık sahası ortalıktadır. Bu canlı-olmayan nasıl incelenir? Bu canlı-olmayanın nasıl incelendiği ‘nasıl’ sorusunda gizlidir. ‘Nasıl’, bize olayın vukûu bulma şeklini verir. Olayın cereyânını, oluşumunu biz tasvîr ederiz. Demekki, doğanın tasvîri insanın bakış açısına dayanmaktadır. Doğayı bizâtihi bilemeyiz. Kendi algılama ile anlama gücümüzün ölçüsünce bilebiliriz.
Bilimin asıl açıklama gücü ile yönü, tasvîre dayanır. Bilim, tasvîrcidir. Tasvîr ise, ölçme ile biçme üzerine binâ edilmiştir. Ölçüp biçebildiğim sürece olayı, bilimin isterlerine uygun biçimde tasvîr ediyorum demektir. Bilimin isterlerine uygun düşen olaylara Yeniçağ biliminde nesnel diyoruz. Nihâyet, her olay, bilimin nesnesi değildir. Hangi olaylar bilimin nesnesidirler? Bâhusus ölçülüp biçilebilen olaylar, bilimin nesnesi olmuşlardır.Bunlar ancak bilime konu kılınabilmişlerdir. Bilime konu kılınabilen olaylar, bilimin nesnesidirler. Yeniçağ bilimi, canlı-olmayan varolanı ele almaktadır. Canlı-olmayan varolanın cereyân tarzı, makinavârîdir. Makine örneğine göre çalışır. Buna Yunancadan mülhem bir terim kullanılmıştır: ‘Mekanik’. Mehanike,Yunancada düpedüz ‘makine’ demektir. ‘Makina’, kelimesi de zâten Latincedir. Yunanca mehanikeden Latinceye aktarılmıştır. Ondan sonra Fransızca, İtalyanca gibi, Latin dillerine, Latincenin yavrularına değişik telaffuzlarla intikâl etmiştir. Şu hâlde makina örneğiyle işleyen doğa olaylarına ‘mekanik’ diyoruz. Artık mekanik biçimde işleyen olaylardan başkası dikkate alınmaz. Sâdece mekanik kurallara uygun işleyen olaylar göz önüne alınır. Bu bilimtasavvuruna da ‘Mekanisism’, yahut bunu azıcık Türkceleştirelim, ‘Mekanikcilik’ denir. Mekanik kurallara uygun çalışan, işleyen, yürüyen olayların temel birimi nedir? ‘Madde’dir. ‘Madde’ ne demektir? Zaman ile mekân koordinatlarına oturtulabilen varolanın en temel unsuru, yapı taşıdır.
Yeniçağın Fransız filosoflarından Julien Offroy de Lamettrie, ilk defa maddeyi çağdaş anlamıyla tarîf etmiştir. Daha önce maddenin açık bir tarîfine sâhip değildik. Yunancadaki ‘hüle’
Çağımızdaysa, ‘madde’ varolanların temel unsurudur. Ne anlamda temel unsurudur? Zaman ile mekânda tesbît olunabilenlerin. Duyu organlarıyla yahut onların uzantısı olarak kabul edebileceğimiz teleskop, mikroskop gibi, âletler yoluyla algılayıp anlamlandırabildiğimiz ne varsa, bunların temel birimleri ‘madde’dir.
Peki, Mekanisism neye dayanmaktadır? Maddeye dayanmaktadır. Buradan bir dünyatasavvuru ortaya çıkmıştır. Yeniçağ biliminden, Galileo–Newton klasik mekaniğinden esinlenerek oluşmuş dünyatasavvuru ‘Mekanisism’dir. Bahis konusu dünyatasavvurunun kalkış noktası da ‘madde’ olduğuna göre, ‘Mekanisism’e ‘Maddeciliğ’i de eklememiz lâzım gelir. Buna da bundan böyle felsefede ‘Maddecilik–Mekanisism’ denilmiştir. Bilim, madde ile mekanik yasalar doğrultusunda işler hâle gelmiştir. Makinenin bulunduğu yer apaçıktır. Makinenin unsurları arasındaki bağlantıları görebilir, tesbît edebiliriz. Aksaklık ortaya çıktığında, ‘nasıl’ ve ‘neden’ sorularına cevap getirerek aksaklık giderilebilinir. Şu hâlde, makina apaçık bir işlem tablosudur. apaçıklık neyin zıttıdır? Açıklığa kavuşturulamayanın, yânî mûcizevî olanın. Makinada mûcizevî bir taraf yoktur. Âciz kalmayız. Niye âciz kalmayız? Neden – etki bağıntısını kurabiliyoruz da ondan. Yine başka bir deyişle, ortaya çıkmış ârızanın nedenini açık–seçik biçimde algılayabilip anlamlandırabiliyor, sonuçta da açıklayabiliyoruz. İşte bilim, artık bildirdiğimiz böyle bir düzlemde yürümeğe koyulmuştur. Bildirilen bu düzlemde yürümeğe koyulan Yeniçağ bilimin ‘yol başı’, Galileo Galilei’dir. 1600lerin sonlarında Isaac Newton’la da kemâle erer. Çağdaş bilim anlayışının ülküsü Galileo–Newton klasik mekaniğidir. Hangi araştırma sahası klasik mekaniğe yaklaşıyorsa, orası has bilim olarak nitelenmektedir. Klasik mekaniğin iş görme ilkeleri ile şartlarından uzaklaşıldığı ölçüde, ‘bilim–olma’ niteliği de yitirilir. Canlıyı ele alan bilim ile onun dalları ile budakları dahî bu minvâl üzre mütâlea olunmalıdır. Tabîî, böyle düşündüğümüzde, ortaya iri kıyım, gözden kaçmayacak bir aykırılık çıkıverir. Nesnemiz varolanın yahut sürecin ‘canlı–olma’ özelliğini göz önünde tutmağı sürdürerek onu incelersek, az önce zikredilen sebepler yüzünden, ‘bilimselliğ’imiz şüpheli duruma düşer. Klasik mekaniğin ‘bilimsellik ülküsü’nden zerrece tavîz vermeyeceğiz, diyorsak, bu kere de inceleme konumuzu, yânî ‘nesne’mizi ‘canlı–olma’ özelliğinden soyutlamamız gerekecektir. Nitekim mekaniğin Maddeci–Mekanisist tasavvuru açısından araştırma konusuna bakan, başta biyokimya ile moleküler genetik olmak üzre, çağdaş biyoloji, nesnesini ‘cansızlar’ (inorganik) varlık alanında görmek eğilimindedir. İster canı, ister cansız olsun, her varolan, süreçlilik gösterir. Bununla birlike, temel özelliklerine halel getirmeksizin ‘cansız’ı süreçliliğinin dışına çıkarabilirsiniz. Onun süreçliliği, ‘indirgenme’ye (Fr réduction) ile ‘geridönüş’e (Fr régression, retour en arière) elverişlidir. Oysa süreçliliğinin durdurulması, geridöndürülmesi yahut daha alt seviyelerde yürüyen başka bir sürece indirgenmesi, ‘canlı’yı ‘can’ından eder.
Süreçliliği durdurmadan, dumûra uğratmadan ona bağlı ‘varolan’, bilimin icâplarına uyularak araştırılıp incelenemez: Ölçmeler, biçmeler gerçekleştirilemez, tahlîller yapılamazlar.
Peki, süreçliliği bozulup dumûra uğratılmış ‘canlı’nın nesi, neresi incelenebilinir? ‘Canlı’, haddizâtında ‘iki katlı’ yapı olma özelliğini gösterir.‘Alt kat’ yahut da ‘yapı’ diyelim, ‘cansız’dır. İşte o kesim, yânî atomaltı–atom–moleküler alanlar, klasik ile çağdaş fizik–kimyanın icâpları yerine getirilerek incelenebilinir. ‘Üst kat’a gelince; orasını ya yokmuşcasına davranıp ‘biyoloji’yi ‘fizik–kimya’nın yasaları ile açıklama örneklerinin değişik bir çeşidi olarak kabul edersiniz ya da başlıbaşına özerk bir araştırma–inceleme sahası olarak algılarsınız. Charles Darwin’in, 1858de bilim dünyasının gündemine soktuğu, günâhı sevâbıyla, evrim varsayımı, ‘canlılar araştırması’na ‘fizik–kimya–dışı–olma’ durumunu kazandırmıştır. ‘Canlı’nın baş özelliği ‘geçmişliliğ’i ön plana çıkarılmıştır. ‘Geçmişli’ bir varolan olarak canlı, cansızın tersine, indirgenemez ve geridönüşlü değildir. Her canlı, ‘geçmiş’inden devraldığı, ‘kalıtım’ denilen, özgül bir kimyevî donanımla mücehhezdir. Bu anlamda canlı, ‘birey’dir, yânî tektir, heyetimecmûuyla eşsizdir. Başka belirli bireylerle kalıtım (genetik), işleyiş (fizyoloji) ile beden–bünye biçimi bakımlarından benzeşir. Andırıştığı ve birlikte çoğalabildiği bireylerin türündendir. Her canlı, ana kalıtım, işleyiş, davranış ile beden biçim özelliklerini türünden alır. O, türün diğer mensûplarından farklı olmakla birlikte, ana (tür) özelliklerini onlarla paylaşır. İşte bu ince denge–durumunu klasik fizik–kimya yasalılıklarıyla açıklamak mümkün değildir.
Darwin, haddizâtında mekanik yasalılıktan sapmak neviinden niyet beslememiştir. Canlı varolanların yeryüzündeki peydâhlanışları ile yayılışlarının nedeni olarak görülen türlerin dönüşümleri olayını tamamıyla ‘Maddeci-Mekanisist’ anlayış çerçevesinde kalarak izâh etmeğe çaba harcamıştır. Bu çabası onun da beklemediği ters bir sonucu ortaya çıkarmıştır: Canlının, tümüyle fizik–kimya yasalılığına bağlı kalınarak açıklanamayacağı gerçeğini. İşte buradan canlıya mahsûs ‘organik’ varlık alanı belirmiştir.
Yeniçağ biliminin zirvesi, belirleyicisi, sistemcisi Réne Descartes’a kalırsa, “Ruhumuzun dışında kalan ne varsa, madde dünyasına”, “res extensa” dediği ölçülüp biçilebilinir alanda yer alır. Canlı dahî bahsi geçen alana dâhildir. Hattâ canlı olan beşer cihetim bile “res extensa”dadır. İşte bu ölçülüp biçilen dünyada yer alan bünyemi ele alıp inceleyen Yeniçağın bilimlerinden fizyolojidir. Kısacası, beşerin ölçülüp biçilebilinir kesimi, fizyolojisidir. Réne Descartes’tan sonra, ruh (yahut nefs) olayı hepten bir kenara atılıp da yalnızca ölçülüp biçilebilinir dünyanın varlığı benimsenince, canlılarda, bunlara elbette beşer dahî dâhildir, fizyolojidışı hiçbir cihet göz önüne alınmaz olmuştur. Böyle bir cihet olabilirmi sorusu bile, tartışma konusu olmaktan çıkarılmıştır. Canlının iki araştırılma konusu kalır; bunlardan biri, onun biçimi demek olan ‘morfoloji’si ile işleyişine eğilen ‘fizyoloji’dir. Biçimi ile işleyişi dışında canlının ele alınacak başka bir konusu kalmaz. Ancak, canlı, söz konusu cendereye sığdırılamıyor. Onu ergeç çatlatıyor. ‘Nasıl’ın cevabını anatomi yahut morfoloji ile fizyolojiye dayanarak verebiliyorsunuz da, ‘neden – etki bağıntıları’nı kuramıyorsunuz. Niye? Çünkü ‘canlı’, ‘cansız’da görmediğimiz bir varlık özelliğini bize sergilemektedir. ‘Canlı’, az önce kullandığımız bir mecâza değişik bir açıdan yeniden başvurursak, ‘cansız’ın tersine, ‘iki katlı’ bir yapı arzetmektedir. Canlının ‘dışı’ ile ‘içi’ vardır. Hâlbuki ‘cansız’ tek katlıdır. Cansız dışarıdan etkiye marûz kalır. Aldığı etkiye göre biçimlenir. Canlı da dışarıdan etki alır. Etkilerin kimisini kabul eyler, kimisiniyse reddeder. Burada biz, adetâ irâdenin ön belirtileriyle karşılaşıyoruz. Gelen etkilerden kimisini, meselâ şuradaki havanın bir kısmını, yânî işimize yarayanı içimize çekiyor, yaramayanı dışarıda bırakıyoruz. Karbondioksidi reddediyoruz. Uzviyetimiz, organismamız bunu yapıyor. Farkında olmadan söz konusu seçmeyi yapıyoruz. Sâdece biz değil, hücreden başlayarak bütün canlılar, organismalar, böyle bir seçmecilik içerisindedir. Canlı, iç ile dış arasında belirgin bir sınır çekiyor. Bunu hücrede çok seçik biçimde görebiliyoruz. Gerek hayvan gerekse bitki hücrelerinde bu husus besbelirgindir. Hücreyi çevreleyen bir zar var. O, içeri girmek için ‘kapıyı tıklatan’ etkilerden kimisini ihtiyâca göre içeri kabul ediyor, ihtiyâç duymadığı yahut zararlı olanları ‘kapının önü’nde, dışarıda bırakıyor. Neye göre ‘tercih’te bulunuyor? Kısacası, canlının kalıtım sistemine göre işleyiş yürürlüktedir. Canlının içerisindeki ve ‘geçmişli–olma’ özelliğini gösteren işleyiş yahut mekanisma ‘kalıtım’dır. Kalıtım, canlının üç temel görevini ayarlar: ‘Büyüme’yi, ‘üreme’ ile ‘beslenme’yi.
Bütün canlılar bilâkaydışart büyür, beslenir, ürer. Büyüme iki çeşittir. Hacmi genişletmek anlamında büyüme, bütün canlılara şâmil olup bitkiler, hayvanlar, hücreler, özetle, bütün canlılar hacimlerini genişletirler. İkinci çeşit büyümeyse yer değiştirme şeklindedir. Bu hareket özelliğini gösterenlere de hayvan diyoruz.
Canlının kalıtımı nasıl belirir? Kalıtım nerden çıkmaktadır? Canlının kalıtımı iki kaynaktan neşet eder: Birincisi canlı bireyin çıktığı, kendisinden doğduğu ebeveynidir. İkincisi de ebeveyninin neşet etiği ebeveynler zinciridir. Bunlara da ‘ata’lar denilir. Kendisinden türediği menşe yahut menbâ canlının ‘geçmiş’idir. ‘Geçmiş’, canlının yaşadığı, canlı bulunduğu ândan önce onun varlık (ontik) şartlarını tayîn eden zaman kesidini yahut kesitlerini ifâde eder. Şu durumda, insana mahsus gördüğümüz bir hususa öteki bütün canlılarda dahî rastgeliyoruz: ‘Geçmiş’ ile ‘şimdi’ ayırımı. İmdi bu ayırım dikkate alınmaksızın, canlının incelenmesinde nedensellik, illiyet bağıntıları kurulamaz.
Canlı bireyin, ebeveyninden çıkıp varolduğu âna kadarki gelişmesi onun ‘bireyoluş’udur (Yunancada ontogenesis). Beşer dâhil her canlının böyle bir ‘bireyoluşu’ bulunur. Şu da var ki, kendisinden geldiğimiz ebeveynimizin de bir ‘bireyoluşu’ vardır. Belli bir kalıtım hattı üstünde yürüyerek birbirlerinden türemiş canlıların ‘bireyoluş’ları, ‘türoluş’a (Yunancada filogenesis) dayanır.
Yine az önce bahsedildiği üzre, her canlının sâdece kendisine mahsus biçimi ve yapısı vardır. Onun bu devredilemez, kendisine mahsus biçimi ile yapısına ‘bireylilik’ (Fr individualité) demiştik. Canlının kendisine mahsus yapısı ile biçimini kendisinden tevârüs ettiği bir ‘ülküsel’ (Fr idéal) biçim vardır. İşte bahis konusu ‘ülküsel’ biçime evrim biyolojisinde ‘tür biçimi’ (Fr forme spécifique) adı verilmiştir. Her birey, ‘tür biçimi’nden; Eflâtuncu bir deyişle, pay alır. ‘Yavru’ya ‘tür biçimi’nden ‘payına düşen’i ilk elde veren onun ‘ebeveyn’idir. Nihâyet, ‘ebeveyn’inin de tevârüs ettiği, ‘ebeveynler’den gelen özelliklerin tümü canlı bireyin ‘türoluş’unu teşkil eder.
‘Türoluş’un temelinde bulunan ‘tür’ün tarîfiyse şöyledir: Birlikte çoğalabilen bireylerin tümü belli bir ‘tür’ü oluştururlar. ‘Çoğalma’ iki çeşittir: ‘Cinsiyetsiz’ ile ‘cinsiyetli’. ‘Cinsiyetli’ çoğalma da yine ikiye ayrılır: ‘Çiftleşerek’ yahut ‘çiftleşmeyerek’. ‘Çiftleşmeyerek çoğalma’nın bir kısmı ‘bölünme’yle, başka bir bölümüyse, ‘sporlanma’yla olur. Canlılar âleminin bitki ile hayvan türlerinde hücrelerin, dokuya; dokuların, organa; organların, organismaya dönüşmeleriyle, çoğunlukla, çiftleşerek çoğalma ortaya çıkmıştır. Bunun da en belirgin ve bilinen kesimi memelilerdedir.
Bir türün başarısı yahut başarısızlığı çoğalmasına dayanır. Biyolojide bir tür, çoğalma imkânına sahipse, başarılıdır. Çoğalma imkânını kaybetmişse, soysuzlaşır.
Toparlarsak: Canlılar âleminde temel birim, ‘birey’dir. Onun işleyişlerini, mekanismasını tasvîr ederek açıklayan bilim dalı, ‘fizyoloji’dir. Bu bilim dalının pâyândasıysa, kalıtımı inceleyen ‘genetik’tir. ‘Neden – etki bağıntısı’na dayanarak ‘genetiğ’i anlaşılır kılan da ‘evrim’dir. ‘Fizyoloji’, ‘morfoloji’, ‘genetik’, ‘paleontoloji’, ‘canlılar coğrafyası’ (biyocoğrafya) ile çevrebilim (Fr écologie), ‘biyoloji’nin dallarıdır.
Canıların, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti çerçevesinde cansız, yânî inorganik varlık sahasının bilimi olan mekanik tarafından açıklanmağa çalışıldığından bahsettim. Ne var ki, mekanik yasalar, ‘canlı’yı bütün vecheleriyle açıklamaktan uzaktır. Zirâ, ‘cansız’dan farklı olarak ‘canlı’nın ‘örgün’ bir ‘inşâa’sı vardır. Bu itibârla yapıca da kuruluşca da ‘cansız’dan çok daha karmaşıktır. Karmaşıklığı yaratan âmillerin başında canlının ‘geçmişli’ varlık olması hususu gelmektedir. Mekanik, ‘çizgi–zaman’ (Fr temps linéer) boyutunda yürüyen tekrarlanabilinir ‘vâkıa’ları kendisine araştırma konusu kılar. Tekrarlanabilinir vâkıalar ‘eşzamanlı’dırlar (Fr synchronique). Daha anlaşılır bir ifâdeyle, ‘eşzamanlılık’la kasdettiğimiz, ‘dün olmuş bir olayın, bugün olduğu gibi yeniden olagetirtilmesi’dir. ‘Dün olmuş bir olayı bugün nasıl yeniden oldurabiliriz?’ ‘Dün olağan doğal şartlarda olmuş olayı’ genellikle ‘bugün yeniden aynı olağan doğal şartlarda olagetirtemeyiz.’ Onu olduğu tekrarlayabilmemiz için onun olagelmiş bulunduğu ortamı yeniden meydâna getirmemiz zorunludur. Bu, olağan doğal şartlarda olamayacağına göre, varsayımımız doğrultusunda sunî bir ortamı inşâa etmemiz lâzım gelir. Bahsi geçen inşâa edilmiş sunî ortam, ‘laboratuvar’dır.
‘Cansız’ın tersine, ‘canlı’,‘şimdililik’ ile ‘geçmişlilik’ ‘ikilem’ini yaşadığından, onu ancak ‘çiftzamanlı’ (Fr diachronique) bir varlık olarak anmamız gerekir. ‘Çiftzamanlı’ varlık olan ‘canlı’nın bir ânı diğerine uymaz. O, süreklice değişegider. Bu yüzden ‘birey bütünlüğü’ (Fr intégralité individuelle) hâliyle canlı her zaman tekrarlanabilinir deneyin mahali laboratuvara uygun değildir. Bireyin, fizik-kimya sınamalarına (İng test) uygun düşen parçalarını laboratuvar ortamında inceleme imkânına sâhib olmamıza rağmen, ‘canlı-olma’nın doğrudan doğruya taşıyıcısı olan bireyi, bütünlüğüyle, bahsi geçen şartlar altında deneyleyemiyoruz. Onu bahsettiğimiz tarzda ve şartlar altında deneylemeğe kalkarsak, ‘can’ından eder, ‘öldürürüz’.
Bireyliliğine vucut veren bâzı azâlarını laboratuvar şartlarında sınamaya tâbî tutabilmemize karşılık, bütünlüğü hâlinde canlı gözlemlenir. Canlı birey ile çevresi arasındaki ilişkinin gözlemlenmesi ‘çevrebilim’in (écologie) işidir. Demekki canlı bireyin ‘geçmiş’i ‘evrim bilimi’nin, ‘şimdi’siyse ‘fizyoloji’ ile ‘çevrebilim’in uhdesindedir. ‘Genetik’ gibi, ‘fizyoloji’ de ‘fizik-kimya’ yasalılıklarına uydurulabilinir. Kısacası bunlar, ‘fizik-kimya’nın uzantısı addolunabilinirler. Buna karşılık, ‘evrim’e benzer biçimde ‘çevrebilim’, ‘fizik-kimya’ yasalılıklarına dâhil edilemiyorlar. Onlar, öyleyse salt ‘biyolojik’ araştırma–inceleme alanlarıdırlar. Peki, ‘fizik-kimya’ yasalılıklarına sığdırılamıyorlarsa, onlara ‘bilim’ sanını uygun görecekmiyiz? Biyolojinin bilim teorisinin (épistémologie) ana sorunu işte budur. Canlıların araştırılması alanında ‘evrim’ ile ‘çevrebilim’, epistemolojik mülâhazalarla, rahatca ‘bilim’ çerçevesinde mütâlea edilemedikten sonra, insanın araştırılma ile incelenmesi sahasında baş rolleri üstlenmiş ‘tarih’ ile ‘sosyoloji’yi nasıl olur da ‘bilim’den sayacağız?
Daha önce belirttiğimiz üzre, canlının gerek bireyoluş, gerekse türoluş bağlamında ‘geçmiş’ini inceleyen biyoloji dalı evrimdir. Fizyoloji ile anatominin yanında, özellikle 1850lerden itibâren evrim yer almağa başlamıştır. Gerçi evrim daha önce de vardı. Aristoteles ile İslâm felsefe-bilim tarihinde evrime ilişkin görüşler vardı. Ancak özellikle 1800lerin başlarından itibâren Fransız canlılar araştırmacısı ve filosofu Jean-Baptiste de Lamarck’la birlikte evrim mekanik ve maddî olma istikâmetinde yol almıştır. Bunun da şâhikasını Charles Darwin teşkîl etmektedir.
Charles Darwin, tamamıyla inorganik, mekanik bir açıklamayla evrimi karşımıza çıkarmıştır. Onun bize getirdiği iki açıklama modeli vardır: Biri, kalıtım malzemesi ile işleyişinin köklü değişimi; öbürüsü de, ‘doğal ayıklanma’dır. ‘Ayıklanma’ lâfı yerindedir sanıyorum. Tabîricâizse, bu benim uydurmamdır. Bizde buna ‘tabîî seleksiyon’ denilirdi. ‘Ayıklama’ ile ‘ayıklanma’ Türkcenin olağanüstü zenginliği ile ifâde kudretine örnektir. ‘Ayıklama’ dediğimizde, bir müellif söz konusudur. Birisi, anlaşılan, oturup ayıklıyor, sınıflıyor. Kelimenin ortasına ‘~n~’ ortacını getirdiğimizdeyse, ‘müellif’ mechulleşiyor. Olay yahut süreç, kendikendine işler hâle geliyor demektir. ‘Ayıklanma’da kimin ayıkladığı belli değildir. Tabiatın kendi süreçlerinde, kendi doğal akışında bir ayıklama meydana gelmektedir. Bu sebeple ‘ayıklanma’ sözü, bana kalırsa, çok yerindedir, iyi oturmaktadır. Eminim, Charles Darwin, Türkce bilseydi, benim bu terim teklîfime ‘dört elle sarılır’, kendi dilindeki telâffuzuyla, selekşiyına “ayıklanma”yı tercîh ederdi. Fransızcada ve onun bozulmuş hâli gibi gördüğüm İngilizcede ‘eleksiyon’ (élection) ile ‘seleksiyon’ (sélection) vardır. ‘Eleksiyon’ irâdî bir ‘seçme’ işidir. ‘Seleksiyon’a gelince, kendikendine yürüyen bir olaydır. Meselâ ‘millî seçim’e ‘sélection nationale’ denmez. ‘Election nationale’dir. Çünkü meclise gönderecekleri temsilcileri seçmenler, irâdeleriyle tercih ediyorlar. Anlaşılacağı üzre, ‘élection’, kişinin, irâdesini kullanarak tercihte bulunması anlamındadır. Genelde bilim anlayışı bağlamında, özellikle de Darwin’in anladığı anlamdaki tabiatta doğadışı bir merciin yahut kudretin tercihlerde bulunmasından bahis açılamaz. Bilimde, ilkece, öne sürdüğünüzü mantık–matematik bakımdan ısbâtlamakla, deney yönünden ise gerekcelemek zorundasınız. Hâlbuki tabiatta tercihlerde bulunan doğadışı bir merciin varlığını yahut yokluğunu ısbâtlamak ile gerekcelemek imkânından yoksunuz. Doğadışı olan, ‘gidimli düşünme’ (Fr penser discursivement) ile ‘sınama–deneme’ imkânlarını aşar. Bu yüzden bilimin araştırma–inceleme sınırlarının ötesindedir. O, imânımızın meselesidir.
Her birey ebeveyninden biçim ile yapıca farklı olur. Genetiğin ölçülerine vurulduğunda, farklar, türü oluşturan bireylerin çoğalmasını mümkün kılacak kadar azdır, küçüktür. Bireyler arasındaki genetik farklılık belli bir büyüklüğe ulaştığındaysa, çoğalma imkânı ortadan kalkar. Bu durum, ebeveyn ile yavru arasında ortaya çıktığına, yeni bir çeşidin temeli atılmış olur. Farklılığın başgöstereceğini kestirmenin imkânı yoktur. Esâslı kalıtsal değişmelerin, yânî mutasyonların ne zaman, nasıl ortaya çıkacaklarının kuralları tesbît olunamadığından, olay tesâdüf eseriymiş gibi kabul edilmektedir. Tesâdüf eseriymişcesine ortaya çıkan yeni çeşidin, yaşayakalarak tür boyutlarına erişip erişemeyeceği artık belli bir zorunluluğa bağlanır. Zorunluluğun adını Charles Darwin, ‘doğal ayıklanma’ şeklinde koymuştur.
Değişime uğramış birey, ‘ortamına ayak uydurma’ (Fr&İng adaptation) yoluyla ‘varolma mücâdelesi’nde (İng struggle for existence) üstünlük sağlayarak çoğalma şartını yerine getirebiliyorsa, yaşayakalır (İng survival). Paralel kalıtsal değişimlere uğrayıp da birlikte çoğalma imkânını yakalamış bireyler, yeni bir çeşidi oluşturur. ‘Ebeveyn tür’den farklılaştığı oranda yeni oluşan çeşit, değişik bir türün habercisidir.
Yeni çeşitlerin, dolayısıyla da türlerin meydana gelmelerinde genetik işleyişte ortaya çıkıveren köklü değişiklikler, uzun bir hazırlık devresinin sonucudurlar. Nesiller boyu kalıtımda yürüyegiden irili ufaklı nicel değişmeler, genetik işleyişte birikirler. Zaman olur, birikim patlama noktasına erişir. İşte o noktada birikmiş nicel değişimler, patlak verdikleri bireyleri, Darwin’in deyişiyle, ‘nitel değişikliğ’e uğratırlar.
Türlerin farklılaşmasında coğrafî tecrîd önemli bir âmildir. Demekki bireyin genetik işleyişinde meydana gelen ‘kırılma’ların yanında, bireyleri çevreleyen şartların değişmesi de, evrimde başat bir unsurdur. Meselâ en eski hücre topluluğu, Kambriyaöncesi devirde, yânî yaklaşık 1.3 milyar yıl önce ortaya çıkmış mâvî–yeşil yosunlardır. Kambiriyaöncesi devirde, bildiğimiz kadarıyla, havaküre oksijenden oluşmuyordu.Mâvî–yeşil yosunlar, oksijen yerine, ortamda bulunan azotla solurlardı. Bilâhare katı hâldeki oksijen, çeşitli fizik-kimya nedenlerle serbestleşerek gaza dönüşmüş, azotun yerini almıştır. Krebs çenberi denilen bir işleyişle canlı, metabolismasını yürütmek üzre, ihtiyâç duyduğu enerjiyi elde eder. Oksijenin, havakürede yer almasıyla o, Krebs çenberinde kullanılır olmuştur. Mutasyonla azot yerine, oksijeni Krebs çenberinde değerlendirmeğe koyulan bireylerden oluşan türler varolma mücâdelesinde yaşayakalmışlardır. Ne var ki, yeryüzünün bazı yörelerinde azot, solunum ortamı olmağa devâm etmiştir. O yörelerde yaşayan kimi mâvî–yeşil yosunlar, azotu solumağı sürdürmüştür. Canlılık ile yaşama, akla havsâlaya sığmayacak raddede çeşitlilik sunar. Kimler ayakta kalabilmiş? Ebeveyninden farklı ortaya çıkmış olan oksijen ortamında solumaya elverişli mekanizmayla mücehhez yeni bireyler oksijenli ortamda ayakta kalabilmişlerdir. Öbürleri silinmiş yahut çok dar ortamlara hapsolunmuşlardır. Bugün, sıcak su kaynaklarının ve denizlerin diplerinde, bazı çok derin mağaralar gibi, hâlâ, yeryüzünün bazı yerlerinde azotla soluyan mâvî–yeşil yosunlar vardır.
Bilim teorisi açısından evrimin durumu nedir? Çok sallantılıdır. Klasik mekaniğe aykırı düşen bir olaydır. Niye? Başta söylediğim vaka ile vâkıa ayırımında hatırlayacaksınız. Evrim vakaları kendisine konu alır. Evrimin olayı vakalardır. Bunlar, tekrarlanamayan cinsten olaylardır. Bir buçuk milyar yıl önce şu olmuştur, dediğimde, o şartları olduğu gibi bugün canlandıramam, tekrarlayamam. Elimdeki imkânlarla, malzemelerle oraya doğru yansıtmalarda bulunabilirim. Sinema deyişiyle flash-backlar yapıyorum. Bugünden oraya yansıtmalar. Bu nice uyar yahut uymaz, bilmiyoruz. Newton optiğinin yahut çekim (Fr&İng gravitation) yasasının benzerini evrimde aramak beyhûdedir. Ne var ki, evrimi göz önüne almaksızın da, biyoloji açıklamaları yapmaktan yoksunuz. Biraz önce bahsettiğim “nasıl” sorusuna cevap verebilmekle birlikte, bilimin öteki kaçınılmaz şart olan ‘neden–etki bağıntısı’ canlının birey olarak yahut tür olarak tarihi göz önüne alınmadan verilemez. O bağlantı kurulmadan cevap verilemiyor. Bu bakımdand evrim, biyolojinin kaçınılmaz yolu, yordamıdır.
Evrim, aynı zamanda tehlikeli bir alandır. Atom gibi bir şey. Atomla hem enerji üretiyorsunuz, enerji ihtiyacınızı karşılıyorsunuz hem de milyonlarca insanın hayatına mâlolabilecek bombaları imâl edebiliyorsunuz. Evrim de buna benzer. Hattâ ondan da tehlikelidir. Çünkü evrim dar bilim çerçevesinin dışına taşırılmağa yatkındır. Evrim, Ondokuzuncu yüzyıl sonları ile Yirmincide ideolojilere âlet kılınmıştır. Evrim Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyetinde boy vermiş ideolojilerin her birinde kullanılmıştır. Sermâyecilik (Capitalisme) başta olmak üzre, gerek Millî toplumculukta (Natonal socialisme) gerekse Ortakmülkcülükte (Communisme) kullanılmıştır. İki ayrı çeşit kullanılmıştır. Darwin’in kurduğu evrim şemasını toplum araştırmalarına (sociologie) uygulayan İngiliz toplum filozofu Herbert Spencer’den hareketle Sermâyecilik ile Millî toplumculuk evrime yönelmişlerdir. Buna karşılık Ortakmülkcülük, hem Charles Darwin’i hem de onun baş muarızı gibi gözüken Jean Lamarck’ı esâs almıştır. Lamarck, Darwin’in tersine evrimde belirli bir yönelişin, gâyenin bulunduğunu öne süren filosof-bilimadamıdır. Canlı türleri bireylere dayanır ve bunların her biri yaşayakalmak uğruna canhıraç çaba harcar. Hâlbuki Darwin evriminde bireyin değişen şartlara ayak uydurma yahut uydurmama konusunda dahli yoktur. Kalıtımdaki köklü değişme, canlıda kendiliğinden husûle gelir. Ortakmülkcülük, Lamarck’a bakmıştır. Ondan hareketle ‘beni çevrem etkilediği gibi, ben de, çevremi etkilerim’; ‘çevreme meydan da okurum’; ‘çevreme direnebilirim’ türünden şiârvârî ideolojik önermeler üretmiştir. İş, ideolojinin teorik çatısında mahsûr kalmayıp uygulanma sahasına dahî inmiştir. İşte, Stalin Rusyasında genetikci ve bitkibilimci olan Trofim Denisoviç Lisenko, bilim ile fen hayatının hükümdârı kesilmiştir. Lisenko, Lamarck’ın varsayımını dar çerçevede tarıma uygulamak, genişteyse evrimi açıklamak üzre kullanmıştır. Denemeler, 1938 ile 1947de olmak üzre, iki kere vukûu bulmuştur. Sonuç? Kelimenin tam manâsıyla, felâket. Bu densiz denemeyle Rusyanın, Sovyetler Birliğinin büyük zararlara uğradığını görüyoruz. Hubûbât mahsûlü kaydadeğer derecede düşmüştür. Stalin, 1952de ölünce Lisenko, derhâl mekiini kaybetmiş, bilâhare sürgüne gönderilmiştir. Rusya da olağan tarımcılık kurallarını uygulamağa geridönmüştür.
Yirminci yüzyıl ideolojilerinin suiistimâline marûz kalmasından ötürü ‘evrim’i suçlamak, öyleki onu sanık sandalyesine oturtmak câîzmidir? Bilimde geçen öteki varsayımlar yahut teoriler gibi, ‘evrim’ de bizâtihî ahlâkca ne ‘iyi’ ne de ‘kötü’ addolunabilinir. Her şey, varsayım yahut teoriyi biçimleyip tatbîk safhasına sokanın, onu hangi bağlamda nasıl kullandığına bağlıdır. Bu da, önünde sonunda bir ahlâk meselesidir. Her varsayım yahut teori, öz bağlamında anlamlıdır. Eldeki varsayımın bağlı bulunduğu öz bağlamını şaşırmak müteâkıp kötülüklerin menbaadır. Sonuc olarak, felsefe-bilimin kapısı ahlâktır. Konusunun inceleyicisi, araştırmacısı olmanın yanında, filosof-bilimadamı aynı zamanda tâze yetişen ‘bilgin’lerin eğiticisi, öğreticisidir de. Eğitimin özünüyse, uğraştığı konuyu kendi bağlamında mütâlea etme zorunluluğunu kişinin, kendisine bıkmadan usanmadan hatırlatması doğrultusunda işleyen adâlet duyuşunun, hayata, bu arada da felsefe-bilim yaşayışına hâkim kılınması keyfiyeti teşkîl eder.
RIZÂPAŞA YOKUŞUNDA BİR KİTAPCI DÜKKÂNI
1968 ekiminde Istanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğrenime başlamamla birlikte neredeyse sürgit izleyeceğim güzergâh da belirmiş oldu. Eminönü meydânından Mısır çarşısına, oradan da Tahtakaleye geçiş, gündemimin değişmez maddesi hâline gelmişti. Tahtakaleden sonra düz ve rahat yol biter. Ardından, yirmi yaşlarında bir genç bile olsanız, yine de talîmsiz bedenin akciğerleri ile bacak kaslarını adamakıllı zorlayacak dik ve uzun bir yokuş karşınıza çıkıverir.
Eminönünün görünüşü aldatıcıdır. O düzayak meydânlığın hep öyle devâm edeceği izleniminin zihnde oluşması olağandır. Biteviye düzlüğün ardısıra, yoğun yapılaşmanın, Tahtakale cihetinden görünümünü perdeleyip engellediği, dimdik bir bayırın peydâhlanıvermesi adamı şaşırtır. Fakat şaşırma bundan ibâret kalmaz. Asıl bundan sonrası hayrete mûcip bir olaydır.
M.Ö. Dördüncü yüzyıl başlarında on yıl boyunca denizden uzak kalmış Ksenefon ile adamlarının, doğu Karadeniz dağlarının geçit verdiği bir yöreden bunca özledikleri mâvî enginleri görüverdiklerinde, duydukları şaşkınlığın
Arnavut kaldırımı denilen parke taşlarıyla örülü dar ve kesîf kalabalık yokuşun iki yanında diziliduran soğuk ve ifâdesiz çehreli işhanlarını bıkkın bakışlarla izleyerek Istanbul Üniversitesi merkez yerleşkesini çeviren yüksek duvarların dibine soluk soluğa, kan ter içerisinde varırsınız. Sonunda yokuş, dikliğini bir nebze yitirir. Mutedil bir bayırı aşarak Istanbulu oluşturan yedi tepeden birinin doruğuna ulaşırsınız. Ölüm denizi çölün ortasındaki vâhanın, dili damağına yapışmış suya hasret gezgini cezbetmesi gibi, yokuşun en amansız, manzaranın da en iç karartıcı kesiminde duran Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden kalma, cephesi şehrin yerden ağıp gökten yağan kirle kararmış yüksekce, zarîf binânın giriş kapısının sağında tek, ama geniş camekânlı dükkân dahî, gel zaman, git zaman yakından ve uzaktan ilme irfâna susamış kitap mecnûnlarını kendisine çeker olmuştur.
1968 güzünde Rızâpaşa yokuşunu tırmanırken gözüm bir camekâna takılıverdi. Serâp filân görüyorum sandım. O ortamda, işte, en akla hayâle gelmeyecek bir nesneyle karşılaştım. Kitapla. İyice yakaşıp burnumu, alışveriş delîsi kadınlar gibi, cama yapıştırdım. İçeride raflarda diziliduran nesneler gerçekten de kitaptı. Kapıyı açıp girdim. Mekânın derinliklerinde loş bir köşede, tezgâhın arkasında saçlarının akıyla varlığını duyuran biri duruyor yahut oturuyordu. Orta boy mücesem bedenli, gözlüklü, değirmi yüzlü beğ, heyecânsız bir edâyla “buyurunuz!” dedi. O heyecânsız ve mesâfeli edâ, sonraları anlayacağım üzre, durmuş durulmuş, oturmuş bir kişiliğin yansıttığı ilk izlenim kırıntılarıydı. Böylelerin çetin ceviz kabuğu vardır. Onu kırıp özün derûnuna nufuz etmek her babayiğidin kârı değildir. O içliliği kavrayabilmek, içten bir çabayı gerektirir. Nubar Simonyan beğ, durmuş durulmuş içli insan türünün timsâli bir kişidir. Karşısındakinin içliliği ile içtenliğini keşfettiği nisbette muhâtabıyla gönül bağı kurardı. Kafa ile gönül zenginliklerini esirgemezdi. Manen ve maddeten mükrimdi. Gönül bağı kuramadıklarına karşıysa, karşılaşmanın başlarındaki temkînli nezâketi ile uzak duruşunu muhâfaza ederdi.
Redhouse’un en çarpıcı tarafı, kitabeviyle karşılaşmayı beklemediğiniz bir mahalde bulunuyor olmasıydı. Karanlık ve karışık dehlizdeki parlak ışık huzmesine benzetilebilinirdi. Redhouse gibi, Nubar beğ de beklenmedik bir olaydı. İkisi, anlaşılan, birbirini tamamlamak üzre oradaydılar. Nubar beğsiz Redhouse, olacak iş değildi. O, Redhouse’u gelişigüzel bir kitapcı dükkânı olmaktan kurtarıp, hani neredeyse, dergâha dönüştürdü, denilebilinir. Bundan dolayı Redhouse’un gelip geçen müşterisi yoktu. Müdâvimleri, hattâ, bu kadarcık mübâğalamızın mazur görülmesi temennîsiyle, mürîtleri
Redhouse’un başta gelen özelliği, müdâvimlerinin yahut, isterseniz, mürîtlerinin, diyelim, kitap siparişlerini bizzât kendilerinin yapmalarıydı. Bu sebeple çok eskilerde kalmış günlerden birinde yâra yârâna Redhouse kitabevinin düzenini, o zamanların ılıman Solcularının örnek ülkesi Tito Yugoslavyasından esinlenerek, ‘özyönetim’ şeklinde tavsîf etmiş olduğumu hatırlıyorum.
Kitabın basıldığı ülkedeki fiyatına, İngiltereden yahut A.B.D.nden gelişine göre, posta ücreti eklenirdi. Redhouse, kâr haddini, düşünülebilinecek en düşük sevîyede tutmağa gayret gösterirdi. Ödemeler de, taksîde bağlanınca, toplam hesaptan kâra kalan payın ne olduğu, sorulmağa değer bir sorudur.
Nubar beğin emekliye ayrılması, Redhouse kitabevine çıkarılmış idâm hükmü mesâbesindeydi. Onun emekliye ayrılmasından kısa süre sonra, nitekim, hüküm infâz olundu. Redhouse’un temel vasfı olan o idealist hava dağıldı. Tedricen dergâh olmaktan çıkıp ticârethâneye rücûu etti. Sonuçta, ilim–irfânperverlerin sığınağı olmaktan uzaklaşarak kâr – zarar hesaplarının çıkarıldığı herhangi bir ticârethâneden farkı kalmadı. En sonunda, zarar kâra baskın çıkınca da kapatıldı. Tarihî imparatorlukların çökme sürecinde görülen, tabîî ki, çok ufak boyutlarda kalınarak, Redhouse kitabevinin ortadan kalkmasından sonra da yaşandı. Kapanmakla birlikte soluğu kesilmedi. Kapısına kilit vurulmasını izleyen on yıl zarfında, sâdık müşterileri, kitabevinin anbarında artakalmış kitap servetini üleşmeği sürdürdüler.
Sonuçta, Redhouse, kurumlaşmayı bir türlü yola koyamamış Cumhuriyet Türkiyesindeki hayırlı teşebbüslere mütevâzî bir örnektir. Gerek, öncelikle sözlük basma itibâriyle, yayımcılığı; gerekse kitabevi olma cihetiyle, Redhouse’un kurumlaşamamasına nice yansak azdır.
HASRET
HASRET
Denize dönmek istiyorum!
Mavi aynasında suların:
boy verip görünmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider!
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder.
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
— Nâzım Hikmet
Deniz ile Kâşiflik
Bana biri kalkıp “ömrünün hulâsası nedir?” diye sorsa, tek kelimelik cevabım olurdu: “Hasret!”
Gönlümde yatan arslan, deniz. Gıllı gışlı, alengirli bir adam değilim. Beni anlatmağa, açıklamağa fazla söz gerekmez. Yukarıki şiir ruhumun, benliğimin haritasını yetesiye çizmektedir. Peki, neden deniz? İlk gördüğüm yakın ve uzak manzara denize ait olup işittiğim, anneminkinden sonra, denizin sesiydi de ondan.
Kendimle baş başa kalıp da efkâlandığım ânlarda aklıma sisli, puslu yüzlerce yıl ötelerde kalmış doğup büyüdüğüm büyülü, tılsımlı diyâr takılıverir. Oradan daha çekici, daha nefîs bir yer olabilirmi diye sormaktan kendimi alamam. Dehşetengîz bir algı dünyasına doğdum. Tepeler, vâdîler, çaylar, dereler; ama hepsinden önemlisi âlemlere bedel güzeller güzeli deniz. Günlük güneşlik günün çarşafı andırır o mûnis turkuvaz mâvîsi deniz, bir ânda, bakarsın, boza, karaya çalan ve yüreğini ağzına getirir Karadeniz canavarına dönüşüvermiş.
Ağaçlı tepeler ile vâdîlerden yeşili öğrendim; onlar beni yere, yurda, yuvaya, ocağa bağladı. Denizse, bana o uçsuz bucaksız mâvîliği öğretti; başımı alıp uzaklara, yadellere açılmak marazını gönlüme ekti. Deniz, içimin karanlık derinliklerinde öyle durulmaz fırtınalar kopardı ki, ondan ömür boyu kurtulamadım: Gök ile denizin buluştukları ve adına ufuk dediğimiz çizgiye ulaşıp sırrını çözmek arzusu ile çabası peşimi bırakmazdı. Tekneye her binişimde yaklaştığımı sandığımda, o, benden uzaklaşırdı. Suların oradan dipsiz bir boşluğa döküldüğünü sanırdım. Fakat nereye? Bunu büyüklere sorduğumu hatırlıyorum. Bana suların bi’yerlere dökülmediğini; o çizginin gerisinde de ülkelerin, kumsalların, kayaların, ağaçlar ile çiçeklerin, öyleki benim gibi çocukların bulunduğunu söylerlerdi.
Filyos deresinin denize kavuştuğu mahalde suya giriyorduk. Beş yaşında olmalıydım. Kumsalda tuzlu suyu yiye yiye taşlaşmış tahtadan oyulma oyuncak tekne bulmuştum. Büyük heyecânla çevremdekilere gösterdiğimde, bir ağabeğin, ahşap tekneyi şöyle evirip çevirerek “eh, bu da, ufkun gerisinden, Rusyadan geliyor olmalı” deyişi hâlâ kulaklarımda..Nitekim bu, hâfızama kazınmış en eski ve esâslı anılarımdan biri olmalı. İlk işitip öğrendiğim ecnebi ülke adı, Rusya. Çocukluk ile gençlik yıllarımda hakkında en fazla hikâyesini dinleyip edebiyatına dalmak sûretiyle okuma marazına tutulduğum; güz ağaçlarının rengârenk donandığı, ak örtülere bürünmüş bozkırlarında buzlu yellerin yiğit orduları dondurduğu kâh korkulu rüyâm, kâh sevdâsına kapıldığım, şarkılarını düşlerimde sayıkladığım efsâne kahramanım matuşka Rossiya.
Gurup vaktinde limanı terkedip açılan gemilerin dümen suyuna çocuk hayâllerim de takılır giderdi. Batan güneşin allı morlu, binbir menevişli huzmeleri, ufkun ötelerinden uzak semâları son bir gayretle bayıltıcı renklere boyarken yanıbaşımızdaki fener de yakın suları aydınlatmağa koyulur, hülyâlarımın bindiği o gemi de artık şu ışık cünbüşünde git gide gözden kaybolur giderdi.
İşte çocuk dünyamı çepeçevre saran henüz kirletilmemiş yeşillikler ile uçsuz bucaksız gök ile denizin mâvîlikleri, sayıca az ve huyca bozulmamış dost insanlar ve onlardan neredeyse gece, gündüz dinlediğim onlarca, öyleki yüzlerce masal, hikâye, özellikle de denizcilik maceraları mahvetti beni. Bunlar, öncelikle okulda beni müzmin haylazlık ile aylaklığa sürükleyen hayâl kurma ile merak etme hastalığının sebebi oldular. Küçük yaşlardan itibâren hep denizci, gezgin ve kâşif olmak iştiyâkıyla yanıp tutuştum. Ancak, bağışlayıcı denizlere yönlendireceğine, kader, beni sürgün yerini andıran dünyalar çirkini o sonradan görme, yapmacık, kıraç bozkır şehrine mahkûm ediverdi. Çok sormuşumdur kendime: Böyle dağ, ağac ile su yoksunu yer, kişiye nasıl ilhâm verebilir. Hele, insan ruhuna merak ile keşif tohumlarını serpebilirmi? Ruha merak ile keşif tohumlarını serpmek bir yana, bunları oraya taşıyagelenin ekinini bile kurutur orası.
Deniz
Deniz ve onunla bir çırpıda akla geliveren ufuk tasavvurları, kişiye sınırsızlık fikri kadar hadde, hududa saygı duygusunu da aşılar. Sınırsızlık ile sınır fikirleri, birbirlerine zıt görünmekle birlikte, zihnimizde birarada bulunabilirler. Çünkü sınır, sâbit olmayıp değişkendir. Gerek birey gerekse toplum düzlemlerinde akıl seviyesi uyarınca maddî ile manevî imkânlarda kaydolmuş gelişmeler, şu ân geçerli gözüken sınırı bir başka ânda geçersiz ilân edebilirler. Deniz, sınırlar ile şartların her ân değişebileceği, güvenilir olmayan, oynak bir zemîndir. İşte, emîn adımlarla arşınlayamayacağın böyle bir oynak zeminde güvenilir ortamın imkânlarını ‘sen’, ‘hemdertlerin’le, özge bir deyişle, ‘kader yoldaşların’la kafa kafaya ve el ele vererek araştırıp oluşturmak zorundasın. Deniz, insanına, görüldüğü gibi, ilerileme irâdesinin ana sâiki olan teşebbüs ile hamle ihtiyâcının ilhâmını verirken; aynı zamanda onun, yakınlarına, ‘can yoldaşları’na sıkı sıkıya bağlanmasını, onlarla belirli ölçüler ile değerleri paylaşmasını da telkîn eder. Deniz insanları, şu durumda, temelde keskin ve ileri görüşlüdür; esnek anlayışlı ve kıvrak zekâlıdır; sebatkâr ve sâdıktır. Bütün bu sıraladıklarımsa, kâşiflik ruhunun da esâsını meydana getirirler.
Yıllar yılı kovaladı, nihâyet büyüyüp biçimce değiştimse de, çocukluk denizlerimin tortusu, benliğimin kuytularında hep öyle kalakaldılar. Belki o ortuların etkisiyle ilkokuldan itibâren birçok ders, genelde de okulluluk bana alabildiğine itici gelirken, başta coğrafya olmak üzre, tarih ve sonraları biyoloji adını alacak hayat bilgisi benim için câzibe merkezi olan konulardı. Bayağı küçüktüm, harita uzmanı kesildiğimde. Henüz keşfedilmemiş yahut pek az kişinin ayak bastığı yörelerin koordinatlarını çıkarırdım. Nitekim, ilkokul sonu, beşinci sınıftayken bir baba dostunun bana hediye ettiği irice bir Almanca atlasta Güneydoğu Asyanın açıklarındaki Yeni Gine adasının ortaları ile Amerika kıtasının kuzey doğusunda bulunan Grönlandın kimi kesimlerinin ak lekelerle işâretlendiğini daha dün tesbit etmişcesine hatırlıyorum. Bunlar, o tarihlerde henüz keşfedilmemiş bölgelerdi. Ne var ki, büyüyüp gezgin olabilecek yaşa gelinceye değin o lekeler silinip ‘keşfedilmiş mıntıkalar’ın ‘mutât renkler’ine dönüşüverdiler.
Kâşiflik
Nedir peki, şu kâşiflik denen olay? Pek kısaca , aşırı bir ruh hâlidir; iptilâdır. Demekki tıpkı içki, uyuşturucu, kumar düşkünlüğü, hovardalık çeşidinden bir tutkunluktur. Durdurulamayan, önü alınamayan, tatmin olmaz, edilemez bir merak iptilâsı. Hayatınızı ortaya koyma bahâsına zirveye tırmanırsınız; korkunç zorlukları, zorlanmaları alt ederek belli bir bölgeye, yöreye ilk siz ulaşırsınız; bir de, bakarsınız, önünüzde yeni bir doruk daha dikilmiyormu, haritada işlenip gösterilmemiş özge bir vâdî, ova, çöl, bilinmedik bir bölge, ırmak yahut deniz uzanmıyormu? Hadi, bu defa oralara sefer başlar. Bu yüzden kâşif, çoğunlukla keşif seferinde postu serer. Çocukluğumda, bugünkü azmanların yanında cüce sayılabilecek tepeleme yüklü, kırık dökük kamyonların arkasında “ömür biter, yol bitmez” ibâresi yazılıdururdu. Bu, tam da, kâşifin kaderini özetlemiyormu?
Keşif amacına yönelik gezginlik, öyle amansız bir hastalık, marazdır ki, ancak çeken, bunun, ne menem bir belâ olduğunu bilir. Çocukluk ile gençlik yıllarında keşif gezisine çıkıyorum diye baba ocağı ile okuldan kaç kere kaçmağa kalkmışımdır. Bu teşebbüslerden ilki, birinci sınıfa başladıktan bir yahut iki hafta sonrasına rastlar. O gün beni okulda bilen anne– babamdan habersizce tehlikelidir gerekcesiyle kesinlikle yasaklanmış tepelerde dolaşıp Çatalağzını (Zonguldak vilâyetinde) kuşbakışı seyretmiştim. Kuşbakışı seyretme ateşi, o gün bu gün gönlüm ile kafamda sönmemiş olmalı ki, zamanla keşif gezilerine Eflâtun el-İlahî’nin bizlere işâret ettiği olabilir dünyaların en yücesi, ilgi çekicisi İdea âleminin gölgeleri evreninde çıkmağa heveslendim. Ancak, bu tarîfi imkânsız zevkin şâhikasına akademik hayatın karanlık dehlizleri andırır koridorlarında değil de Afganistandaki Hindîkuş dağlarının doruğunda sırtüstü yatıp göğü seyredalmışken ulaşmıştım. Yüzümü hani neredeyse kesen ustura keskinliğindeki yel, üstümde masmâvî gökkubbe, sağım ile solumda zincir halkaları benzeri uzanagelen sıra sıra tepeler, yanıbaşımdaki dik yarın dibindeyse Bamıyan köyü… Yel uğultusu dışında ne ses, ne soluk. Bir derin dinginlik, huzur, sukûnet. Giderek korkutuculaşan sessizlik. Hele yaklaşan gecenin git gide bastıran karanlığı… Karanlık yokmu?! İşte insanın en şiddetli düşmanlarından biri de odur. Aynı zamanda da, onu davranmağa, tepki göstermeğe sevkeden akla dehşetli bir meydan okumadır. Kâşif, karanlığı aydınlatmağa yeminli bir ışık taşıyıcı savaşcıdır.
Keşif, yeni bir yerin, yörenin, tâze bir dünyanın ilk defa bir yahut birkaç kişi tarafından ana hatlarıyla bulgulanmasından ibâret değildir. Doğru, ilk ağızda gezme etkinliğidir. Ya sonra? Görmedir; öyleyse gezilip görülen mahalin, mıntıkanın taşıyla, toprağıyla, canlısıyla, hepsinden de öte insanıyla içten içe anlaşılıp kavranmasıdır. Keşif, öyleyse, göze, gönle, beyne dayanılarak başarılan bir yeniliğin bulugulanmasıdır. Filvakî hayatta en zor becerilebilen iş, gözü, gönlü ve beyni birarada çalışır hâlde tutmak olmalıdır. Aslına bakarsanız, onun etkinlikleri, bitkiyi yetiştirip tek tek parçalarının birbirleriyle bağlantılarını kavramaktan tutun da, atomun ince yapısını açıklamak çabasına dek uzanır. Nitekim ceviz kabuğu kadar gemisiyle yurdu Felemenkten onbinlerce fersah uzaklıktaki Güney denizlerine yelken açarak kendi adıyla anılacak adayı keşfeden Abel Janszoon Tasman (1603 – 1659) kadar, Bezelyeyi Moravyadaki (bugünkü Çek Cumhuriyetinde) manastırının arka bağçesinde yetiştirerek kalıtım yasalarını tesbît eden Gregor Mendel (1822 – 1884) de kâşiftir.
Kâşif, mümtâz, müstesnâ bir şahsiyettir. O, ruh–akıl soylusu kişidir. Bundan dolayı kâşifin seyyâhlığını, günümüz rant zengininin eğlenme maksatlı süflî gezileriyle (turism) karıştırmak ruh–akıl soyluluğu ile yiğitliğe ihânet olup birincinin sâiki salt merakken öbürününki yalınkat can sıkıntısıdır. İnsanlığın geçmiş parlak çağlarının örnek şahsiyeti addedilebilecek kâşif gezginine, tarihin kılınc artığı günümüzün harap zihniyetini tam tamına temsîl eden özelliksiz, renksiz, suyuna tirit ‘gezen–tozan’ı (turist) kadar kadar ters düşebilecek kişilik yapısını bulmak gerçekten de zordur.
Kâşif, basmakalıplıklardan dehşetli sıkılan, bitmez tükenmez öğrenip bilme irâdesini duyan kişidir. Yaşadıklarından edindiği müdhiş tecrübeyle öğütüle öğütüle alçak gönüllü olup müteşekkir kalmasını öncelikle öğrenir. Dere tepe düz gidip denizleri aşan, yalnız gurbet adamıdır. Böylelerin fideliği olan toplumlarda ruhun puslu peçeli derinliklerinde sesi sedâsı kesilmez sıla hasreti ile gurbetin sevdâsı yankılanır hep. Başta Portekizlinin saudadesi[1], Almanın Heimwehi, İngilizin homesicki,Rusun toskuyuşçii po domusu (тоскующий по дому) söylediklerimize örnektir. Bahsi geçen ve benzeri milletlerin çeşit ve şiiriyet dolu edebiyatları ve içli, içerikli, tasavvur yüklü sözlerle donanmış zengin dilleri vardır.
Portekiz, İtalyan, Ispanyol, Alman, Felemenk, Danimarka, İsveç, İngiliz, Arap, Yunan, mucide, kâşif gezgine kucak açmış toplumlardır. İçine doğduğu toplum, uygun toprak değilse, dâhîmiz bitmez, dallanıp budaklanarak çiçeklenmez. Dehâ bir kuvve olup onu fiile dönüştürecek olan toplumudur. Yanlış yerde ve zamanda dünyaya gelmişse, elverişsiz, verimsiz toprağa düşmüş tohum misâli kurur gider. Her şeyden önce sormağı öğrenecek, sorgmağa teşvik görecek, öğrenme ile bilme aşkını perçinleyecek havayı soluyacak, merakını maddeten. ve manen arkalayacak desteklere kavuşacak ki, icâda yönelip keşfe çıksın.
[1] Portekizlinin millî ruhuna mahsûs bu sözle kastolunan, elde bulunmayana duyulan gürültüsüz patırdısız, gizli, ince bir hasret; ruh sızısı. Onbeşinci yüzyıldan itibâren uzak ufuklara yelken açan denizcilerin geride bıraktıkları yurtlarını, kadınlarını, çoluk çocuklarını ve onların da yolcu ettikleri ve dönebileceklerine pek ihtimâl vermedikleri erkeklerini, oğullarını, kardeşleri ile babalarını özlemeleri. Bu hasret acıklı ifâdesini, çoğunlukla, yakılan şiiriyeti güçlü yanık türkülerde bulmuştur.
Felsefe ile Edebiyat Mukayesesi Üzerine
Hocam, felsefenin diliyle edebiyatın dili birbirinden herhalde çok farklıdır. Edebî dilde ima vardır, mecaz ve telmih, hatta mübalağa vardır, çok anlamlılık vardır. Felsefî dil kesinlik mi ifade etmek zorundadır? Yani bir çeşit matematik dili gibi, kesin olmak zorunda mıdır? Böyle olmazsa felsefe olmaz mı?
Önce şunu belirtmekte fayda var: Edebî olan, bir dilin gelişmişliğini gösterir. Şu halde öncelik edebî dildedir. Dil edebîleşmemişse, güçlü bir edebiyatı taşıyacak duruma gelmemişse, oradan felsefî dile geçilemez. O halde iki dilden bahsedebiliriz. Günlük dil, edebî dil… Gerçi şimdi bütün dillerin gelişmiş olduğunu söyleyenler var. Bir ölçüde bu doğru. İlkel dil yoktur. İlkel dilin ne olduğunu da tasavvur edemiyoruz. Ama bunu, her dil, kendisini kullanan toplumların ihtiyacını karşılayacak kudrettedir manâsında anlamak lâzım. Evet bu manâda ilkel dil yok. Bunu bir tarafa bırakalım. Bir dilin incelmesi, yüksek ifade gücüne ulaşması edebiyatla mümkündür. Edebiyat yoluyla zenginleşen bir dilden felsefe dilini rahatlıkla üretebilirsiniz. Felsefe dili demek aynı zamanda bilim dilidir.
Edebî dil-felsefî dil
Felsefe diliyle edebiyat dili arasındaki farklar nelerdir?
Az önce söylediğiniz gibi, edebiyat dili, hem söz varlığı bakımından, hem de sözlerin iç yapıları açısından zengindir. Her şeyden önce edebiyat dilinde söz üstün bir tasavvur gücüyle donanmıştır. Tasavvur içeriği çok yüksektir. Buna karşılık felsefe dilinde sözün tasavvur gücü en aza iner; bazı felsefe dalları hariç. Mesela yaşama felsefesinde tasavvur içeriği önemsenir.
Yaşama felsefesi?
Mesela İspanyol filozofu Ortega Y Gasset’nin felsefesi bir yönüyle yaşama felsefesidir. Meselâ dostum Sayın Kenan Gürsoy’un üzerinde çalıştığı Fransız filozofu Merlo Ponti var. Başkalarını da sayabiliriz. Yaşama felsefesinde de tasavvur içeriği az olamkla birlikte, felsefenin öteki dallarına oranla daha zengin olduğu söylenebilir. Öbürlerinde gye, tasavvurun tümüyle ortadan kalkması ve kavramın yahut sözün tek anlamlı hle gelmesidir.
Matematik kesinlikte ifade diyebilir miyiz?
Matematikte gördüğümüz yalınlığa ulaşmasıdır. Evet. Burada salt kavram ortaya çıkar. Salt kavramlara Fransızcada ‘idée’ dediklerine Türkcede fikir diyoruz. Aranan fikirdir. Onda artık tasavvur hemen hemen yok mesbesindedir. Sıfırlandığı durumlarda ona “ıstılah”/“terim” diyoruz.
Edebiyatta hayal gücü var. Şair, romancı hayal gücüyle bir şeyi tasavvur ediyor, bir çeşit yaratıcılığa ulaşıyor. Felsefede ön plana çıkan hayal gücü değil, zekâ…
Hayalgücü felsefede da var.
Mesela bir romancının hayal gücüyle filozofun hayal gücü sizce nasıl ayırdedilir?
Filozofunkisi romancının haylgücünden az değil. Zaman zaman daha fazla dahî olabilir. Filozof bir yapıyı hayl eder. En geniş anlamdaki düşünce yapısına sistem diyoruz. Filozofun sistemi hayl etmesi lâzım. Ancak, sistemini kavramlarla inşa eder. Kavram, gerçeklikten daha fazla bir şeydir. Kavramın gerçeklikte karşılığı bulunmaz. Felsefenin de en zor tarafı budur. Felsefeci olmayanların onu yanlış yorumlamaları, hatt felsefeyle uğraşanlara deli filan gözüyle bakmalarının sebebi bunun yanlış anlaşılmasıdır. Harbokulu çıkışlı bir dostum vardı. Yıllar önce anlatmıştı. Bir felsefe hocaları varmış. Felsefeci denildi mi dostumun aklına o adam, demekki bir tahtası eksik biri gelirmiş. Adam, “Bu gördüğünüz bardak var ya, bu, aslında bardak değil, bir yanılmadır” dermiş. “Yahu bana şunu anlatıversne” deyip duruyordu. “Bardak değilse, nedir?” “Ya denklemi yanlış anlamışsın ya da hocanız kötü bir felsefeciydi”, dedim. Tuhaf olan şu ki, bizde felsefecinin kötüsü muteberdir. Benim anladığım kadarıyla dünyadaki en zor işlerden biri iyi felsefeci olmaktır. “Bardak tabîî ki, var. Bunu inkâr etmek için deli olmak lâzım. Gerçeklikte karşılığı doğrudan doğruya gösterilemeyen ‘bardak’ kavramıdır. Hiçbir ‘gerçek bardak’, ‘bardak kavramı’nın birebir temsilcisi, elçisi olamaz. Gerçeklikteki nesne ile kavram iki ayrı dünyanın azasıdır. Nesne olarak karşımda duran bardak gerçeklikteyken ‘bardak kavramı’ hakîkatın mensûbudur.”
Hayalgücü
Veya Vahdet-i Vücutçu olmak lazım.
Onun kastettiği bambaşka bir şey. Bardak kavramının karşılığı yok gerçeklikte. Bu, bardaklardan biri. Nmütenahi bardak çeşidi var. Bu da onlardan biridir. Bu, nedir? diye sorduğumuzda, cevap, bardaktır. Bunu derken ne yapıyoruz diyorum, bu gerçekliği zihnimizdeki kavrama geri götürüyoruz. O hlde, bu, o kavramın karşılıklarından biridir. Tüketemezsin. Gelecekte de tükenmez. Hiçbir zaman tüketilemez bir şeydir, kavram. O bakımdan bazı filozoflar mesela Efltun kavramın gerçeklik dünyasının dışında bir âlemden beslendiğini, hakîkat leminin yansıması olduğunu öne sürmüştür. Tabîî, zor ve karmaşık bir öğreti. Ama son derece de önemli ve, işe haylgücüyle başladığımıza göre, olağanüstü hayalgücünü gerektiren bir hadisedir. Şu durumda buradaki haylgücü ile edebiyatcınınkisi arasındaki farkı söyleyeyim size: Filozofun haylgücü matematikcininkisi gibi soyuttur. Demekki gerçeklikte varolanların resimleriyle süslemiyor, onlarla kurmuyor. Onlardan soyutlanmış biçimlerle… Yine bir biçim var, ama soyut. Soyut biçimin nasıl olduğunu öyle bir mülâkatta iki dakikada anlatmak mümkün değil. O zaman o asker dostumun hatasına düşeriz.
Hayalgücünü kullanarak soyut kavramlarla büyük yapılar, yani her şeyi açıkladığı iddia edilen büyük felsefî sistemler kuran düşünürlere filozof denir, diyebilir miyiz?
Zaten dehnın arkasında haylgücü vardır. Bir adamın haylgücü zayıfsa, ondan dhî olmaz. Dhî filozofların haylgüçleri de olağanüstü zengindir. Başka türlüsü düşünülemez. Kısıtlı bir haylgücü haznesiyle yola çıkamazsınız.
Hocam, aynı zamanda edebiyat adamı olan filozoflar var, mesela Jean Paul Sartre, mesela Muhammed İkbal….
Hepsinden öte, filozofların filozofu Efltun üstün bir edebiyat ustasıydı. Şaheserler meydana getirmiştir. Diyalogların her biri birer dil âbidesidir. Haylgücünün son safhası diyebiliriz. Felsefenin edebiyatla oradan başlayan kardeşliği, dostluğu var.
“İnsan nesneleştirilemez”
Şöyle diyebilir miyiz, nasıl zamanında ilim ve felsefe bir arada idiyse, edebiyatla felsefe de bir aradaydı. Yani Eflatun’u aynı zamanda bir edebiyat adamı olarak görmek mümkün
Felsefeyle bilimi birlikte görmek doğrudur. Çok yakın bir geçmişe, Ondokuzuncu. yüzyılın son çeyreğine değin nerdeyse iç içe, el eleydiler. Bana sorarsanız felsefeyi ilimden ayırmak, ikisini de kötürümleştirmek, hatt öldürmek demektir. Bugün kanatimce ne felsefe var ne de bilim. Edebiyat ile felsefe iç içe değildir. Tam tersine, edebiyatcıysanız, filozofluğunuza halel gelir. Diyeceksiniz ki, bu demin verdiğiniz örneklerle çelişmiyor mu? Hayır! İyi edebiyatcı olmak, iyi filozof olmayı önler. Bunun en tipik örneği J. Paul Sartre… Sartre öyle ahım şahım filozof değil. Felsefesini edebiyatcılığı bozuyor. Edebiyatçılığınız nice üste çıkarsa, filozofluğunuz o kadar kötürümleşir. İkisinin ortak paydası dildir. İkisi dile gömülü; dili zirveye çıkaran etkinliklerdir. Fakat burada edebiyatın önceliği var. Felsefe edebiyattan devraldığı serveti, hazineyi alıp başka bir işlemden geçirir. Yani edebiyattan aldığı suyu arıtarak kullanır.
Peki, sizce filozof Sartre, felsefî düşüncesini romanlarına yansıtabilmiş midir? Veya edebiyatta felsefe nasıl bir şeydir? Doğru bir şey mi? Mümkün mü?
Mümkün. Ama önceliğiniz nerede, o sorulur. Öncelikle edebiyatçı mısınız, filozof mu? Sartre’ı bir tarafa bırakalım. Benim aklıma çok daha iyi örnekler geliyor: Mesela Tolstoy, Dostoyevski… Bunlar olağanüstü romancılardır ve edebiyatlarında felsefe vardır, felsefeyi kullanırlar. O halde bunlara ne olarak bakacağız?
Filozof olarak mı, edebiyatçı olarak mı? İkisini nasıl ayırdedeceğiz?
Bu o kadar zor bir şey değil. Çünkü benim kafamda felsefenin sınırları belirgindir. Felsefe yahut filozofça iş evvelemirde bir düşünce sistemi inşaaıdır. Tolstoy yahut Dostoyevski’nin eserlerinde bir sistem inşaı çabası var mı?
Yok mudur?
Evet yok… Neden yok? Çünkü romancı, hikâyeci, tiyatro yazarını da buna ekleyebilirsiniz, insanı en sadık ve en açık-seçik biçimde tasvîr eder. İnsan tektir, cüzdür. İnsan soyutlanamaz. Buradan hemen bir başka konuya geçip bilhare geri geleceğim. Öteden beri savunduğum bir görüş var: “İnsan ve toplum bilimleri” ifadesi hem bilime aykırıdır, hem insana hakarettir. Bilim öncelikle nesneleştirmek mecburiyetindedir. Nesneleştiremediği şeyi konu alamaz. İnsan nesneleşmez. Nesnem olamazsınız. Çok aşağılayıcı bir şey. Ne demek bir şeyi nesneleştirmek? Onu tahlil etmek demektir. Sizi tahlil edemem. Tahlilin ardından bütünlüğünüzü size ide edemem, can veremem.
Peki o zaman insanı nasıl anlayacağız?
İnsan bir bütün olarak anlaşılır. Bunu edebiyatçı yapıyor. Bu edebiyatçının büyük başarısıdır. İnsan tekini alıyor, onu başka kalıpların içine sokmuyor, tasniflere yerleştirmiyor. Felsefe bunu yapmak mecburiyetindedir. Felsefe tümelcidir, küllîdir. Hiçbir şeyi cüz halinde bırakamaz. Onu alıp bir tasnifin içine yerleştirmek mecburiyetindedir. Filozof edebiyatçılığa soyunduğunda çarpık bir şey ortaya çıkar. Böyle mesel şiirler de vardır, felsefî şiirler… Daha ziyade ideolojik şeylerdir.
Örnek verir misiniz?
Belirgin bir örnek aklıma gelmiyor. Tevfik Fikret’in ve Nâzım Hikmet’in bazı şiirleri gibi…
Biri pozitivist, diğeri Marksist…
Ama ikisinin de bir felsefî sistemi slogan düzeyinde dayatmayan lirik şiirleri de vardır.
Eflatun’un büyüklüğü
Bir felsefeyi, mesela ahlâk felsefesini manzum olarak anlatan eserler de vardır. Mesela sizin yönetiminizde çıkan dergiye adını veren Kutadgu Bilig…
Onlar şiir değil, manzum eser. Her manzum eser şiir demek değildir. Şiir dediğimde benim aklıma lirik…
Sizce onların kafalarında böyle bir ayrım var mıydı? Bana, Yusuf Has Hacib, düşüncelerini daha iyi ifade etmek için edebiyatın imkânlarını kullanıyordu gibi geliyor.
Yusuf Has Hacib sanat yapmak, güzellik yaratmak, estetik değer ortaya koymak için yazmıyordu, düşüncelerini anlatmak için yazıyordu. Şiirle düşünce üretemezsiniz. Şiirde düşünce yok, şiir duygudur. Felsefenin gyesi, düşünceyi duygudan ayırıp arındırmaktır.
Hocam, konuyu açmak için soruyorum. Acaba bu meselede modern şiir-klasik şiir ayrımı yapabilir miyiz? Mesela Mevlânâ’nın Divan-ı Kebir’inde düşünce yok mu? Eğer düşünce varsa, o şiir değil mi?
Duygu ile düşünce iç içedirler, tabîî olan da budur. Gündelik hayatta düşünme ile duygulanma biraradadır, ayrılmazlar. Felsefe düşünmeyi ayırma cabasını gösteren bir işdir. Bu anlamda felsefe sunidir, yapmacıktır, hayata aykırıdır.
Şu anda aklıma mesela Goethe geldi. Onun Faust’unu ne olarak okuyacağız? Şiir felsefe ayrımı bana çok modern bir ayrımmış gibi geliyor.
Yok, çok eski. Aristoteles’le başlar. Onun, hocası Efltun’a en büyük itirazlarından biri, edebiyatı felsefeye, felsefeyi edebiyata karıştırmasıydı. Burada kafa karışıklığının ortaya çıktığını söylüyordu. Haklıdır, doğrudur. Efltun’un büyüklüğüne rağmen, onu biz ne tam filozof olarak kabul edebiliriz, ne tam edebiyatçı. Ama bu onun büyüklüğüne, yol açıcılığına halel getirmiyor.
Alfred North Whitehead “Batı felsefesi yalnızca Platon’a düşülmüş dipnotlarından ibarettir” diyor.
Sadece Batı felsefesi mi? Yahudi, Hırıstıyan ve Müslüman mistisizmleri de ona düşülmüş dipnotları gibidir. Bakıyorsunuz bizim de en büyük mutasavvıflarımız Efltun’un kullandığı teşbihleri kullanmışlar. Her şeyden önce meşhur mağara istiaresi…
Bu edebî bir anlatım… Teşbih, istiare vb. kelimeleri ve durumları müphemleştirir aslında. Herhalde bir felsefecinin hiç istemeyeceği bir durum. Ama bakıyorsunuz Eflatun … Eflatun filozofsa, edebiyat nerde kalıyor?
Efltun zaman zaman çok filozofça davranıyor, kavramların anlam içeriğini berraklaştırıyor, sınırlarnı çiziyor. Zaman zaman anlamı müphemleştiriyor. O durumda sürekli efsanelerden söz ediyor. Din onun için arkaplan haline gelmiş. Demin modern dediniz; modern, Aristoteles’in ekmiş olduğu tohumdur ve bu tohumdan doğan bir gelenek vardır. Ona aykırı davranan gelenek de vardır. Felsefe ile edebiyatı karıştıran Fransız düşünürler. Tanzimat’tan sonra Türk aydınlarını çok etkileyen, bizim “denemeciler” olarak gördüğümüz düşünürler İngiliz geleneğinde küçümsenir. İngilizler filozofa “philosopher”, sözünü ettiğim türden düşünürlere de, sahte filozof olarak gördüklerinden, Fransızca telaffuzuyla “philosphe” demişlerdir. Ben bunu Türkçe’de “feylosof” diye karşılıyorum. İsterseniz, “tatlısu filozofu” da diyebilirsiniz.
Deneme: Edebiyatla felsefenin kesiştiği yer
Galiba edebiyatta deneme türü, felsefeye en yakın duran tür. Bazı yazarlar felsefeyle edebiyat arasında denemeyle köprü kurmuşlar.
Ben burada hemen hocam Nermi Uygur’u anabilirim. Dört dörtlük denemecidir. Onu yüzüne karşı bu yönüyle çok eleştirmişimdir. Hatt bu eleştirilerim yüzünden karşı karşıya geldiğimiz anlar olmuştur. Aynı Nermi Uygur’un, çok daha az ölçüde, ama salt felsefeci olduğu noktalar da vardır. Öyle eserleri var ki, edebiyatın zerresini bulamazsınız. Salt bir felsefe doğrultusunda yürümektedir. Edmund Husserl’de Başkasının Ben’i Problemi adlı eseri, bunun en güzel örneği. Felsefede denemecilik de elbette savunulabilecek bir tutumdur. Soruyu bana sordunuz, ben de, bu ayırımın çok titizce yapılması gerektiğine inandığımı söylüyorum. Belki Nermi Uygur olsa tersini söyleyecektir size. Yani mutlak bir hakikatten söz etmiyoruz. Burada fikirler değişebilir.
Yine de deneme bana edebiyatla felsefenin kesişti nokta gibi geliyor.
Edebî felsefecilik diyorum ona. Şu ayrımı mutlaka yapmak lazım: Felsefî denemeler vardır, bir de Fransızların “essai” dedikleri edebî denemeler. Felsefî denemeye İngilizcede “inquiry” diyorlar. Felsefî denemecilik bir felsefe fikrini ortaya atıyor ve değişik açılardan o fikrin kanıtını bulmaya çalışıyorsunuz.
Yani felsefi denemede bir kanıtlama çabası var.
Evet, var.
O halde edebî deneme, bir fikri kanıtlama çabası göstermemesiyle felsefi denemeden ayrılıyor.
Edebiyatta duygudan ziyde düşünmenin ağırlık kazandığı anlatım düzlemleriyle edebî denemecilikle karşılaşıyoruz. Doğrudan doğruya bir olayın anlatımına, tasvirine girildiğinde roman, hikâye vb, yazılıyordur. Ama bir yazıda düşünce ağırlık kazanmış ve düşünceler arasında insicm olmasına dikkat gösterilmişse, edebî denemeden söz ediyoruz demektir.
Deneme deyince genellikle akla ilk gelen isim Montaigne’dir, Bacon’dır.
Bacon’ınki felsefî denemedir, edebî değil. Tipik edebî denemecilikten örnek vereyim: Andre Gide, Bernard Shaw, Aldous Huxley…
Ama felsefî derinlikleri de var bunların
Edebî denemede düşünce tutarlığı aranırsa da, felsefenin gerektirdiği toparlanmışlıktan, insicmdan söz edilemez. Güzellik çok ön plana geçmektedir. Zaten onun için “edebî”likten bahsediyoruz. Mesel İngilizcenin en güzel örneklerini Shaw’da, Fransızca’nın en güzel örneklerini Gide’de buluyoruz.
Denemenin babası diyorlar Montaigne’ye.
Bazı felsefe geleneklerinde sistem felsefeciliğinden ziyde, felsefe denemeciliğine ağırlık verilir. Ingiliz felsefesi buna örnektir. Mesel sadece Bacon değil, Locke da öyledir. Alman felsefe geleneği sisteme ağırlık vermiştir. Ta Heidegger’e kadar gelen bir hadisedir. En baba örneklerini Leibniz, Kant, Fichte ve Hegel’de görüyoruz. Hepsi bütün bir dünyayı açıklama çabasında. Ne var ki mutlaka dayandığı bir zemin var. Ya fiziktir o, ya biyolojidi, ya Nietszce’de gördüğümüz gibi filoloji ya da Marx’taki gibi tarih ve iktisattır. Mutlaka bir zemine dayanır.
Kavramları yerli yerinde kullanmak
İmdi, sözünü ettiğiniz felsefe, sistematik felsefe. Kant gibi, Hegel gibi büyük filozofların inşa ettikleri büyük felsefî kurgular… Bir de fragmental (parçalı) felsefeden söz ediliyor. Bizde “felsefeci” kimliği de taşıyan bir şair, Hilmi Yavuz, Şeyh Galib hakkındaki bir yazısında mesela Nietzche’nin esasında sistem sahibi bir filozof olmadığını, felsefî yazılarının fragmanter nitelik taşıdığını ve bir sonuca gitmek amacı taşınmayacağını, sonuçlanmayacak düşüncenin izini sürdüğünü sürdüğünü söylüyor. Sonra Şeyh Galib’in “Hoşca bak zatına kim zübde-i âlemsin sen” mısraından söz ederek, sistematik felsefenin dışında kaldığı için bu mısraın felsefî bir argüman olmadığının iddia edilemeyeceğini söylüyor?
Efendim, malzemeyi tabîî ki kullanırsınız. Şimdi derelerimizden çeşmelerimizden akan da sudur, kimyacının H2O’su da sudur. Ama ikisinden anlaşılan farklı şeylerdir. Değişik durumlara göre farklı su tasavvurları vardır. Yazın çok sıcakta terlediğimde, susadığımda, duyduğum iştiyakla suyu tasavvur ediyorum. Kimyacı için bunların hiçbiri sözkonusu değil. O suyun maddelerini düşünür, atomları, molekülleri. Şimdi şiirde felsefenin unsurları olmaz mı? Bal gibi olur. Şeyh Galib’den verdiğiniz örnek harikulâde. Yunus, Nesimî… Birçok örnek verebiliriz. Bunlar felsefî değer taşıyor mu? Taşıyor. Hayatta felsefî değer taşımayan ne var ki? Her şeyi felsefenin malzemesi kılabilirsiniz. Ama felsefenin yapısı ayrı bir olaydır. Şeyh Galib bu harikulâde teşbihi kullanıyor diye onu filozof ilân edemeyiz. Bu bir mevki makam değil. Adam filozof olunca yükseliyor, olmayınca da düşüyor diye bir şey yok. Tolstoy da Goethe de Shakespeare de, eserlerindeki bütün felsefî içeriğe rağmen, filozof sayılmazlar Romancıdırlar, şairdirler, tiyatrocudurlar yahut üçü birden…Ha, bunlara “felsefî deneme” anlamında filozofluk pyesi verebilirsiniz. Tolstoy’un Tanrıyı Ararken adında harikulâde bir denemesi var. Yeter mi, yetmez mi, bilmiyorum. Bunda ölçüler çok oynaktır. Ama olağanüstü bir deneme olduğunu söyleyebilirim. Hayran olduğum başka bir adam da, Mahatma Gandhi… Hayat Yolunda Tecrübelerim adlı şaheser kitabı ve onun harikulde bir tercümesi var. Bir zamanlar Türkçe vardı, zaten isimdeki güzelliğe bakın, şimdiki rezilliğe tercüme etmeye kalkışsak… MazAllah!
Yaşam Yolunda Deneyimlerim olur herhalde.
Orada Tolstoy’un kitabı hakkında diyor ki: “Tüylerimi titretecek kadar harikulâde bir kitap buldum, beni okuyan herkese okumasını tavsiye ediyorum.” Hayatımda iki defa böyle tavsiye üzerine gitmişimdir. Biri bu. Bir de Miguel de Unamuno, “Hayatımda rastladığım en büyük adam Danimarkalı filozof Sören Keerkegard oldu” diyor. “Ondan ötürü Danimarka dilini öğrendim” diye devam ediyor sözlerine. Bir kişiyi daha unutmayayım, o da Goethe.. “Hâfızdan başka adamı anmaya lüzum yok” diyor. “Hâfız hepimize yeter”. Hâfız’dan dolayı öyle bir kendinden geçiyor ki, yetmiş iki yaşında Farsça öğrenmeye başlıyor. Onda da hızını alamıyor, Farsça’dan tercüme ediyor Hâfız’ı. Ardından onunla yarışmaya başlıyor: Sen mi daha büyüksün, ben mi?. Almanca Doğu-Batı Divanı’nı aruzla yazıyor. Şimdi bir insan birden fazla işi becerebilir mi? Niçin olmasın? Siz edebiyatçılığınızın romancılığınızın yanında çok iyi bir bağçıvan da olabilirsiniz. Çok iyi bir neyzen yahut kanuni olabilirsiniz.
Filozofun dili
Meseleye bir de dil açısından baksak, nasıl olur? Filozofların dili genellikle kötü kullandıkları söylenir. Fakat mesela yanlış hatırlamıyorsam, bir yerde Bergson’un Fransızca’yı çok güzel kullandığını okumuştum. Dili iyi kullanmak, bir filozofun eserine edebî derinlik katabilir mi?
Efendim, bazı dillerin mensupları o dillerin fetişisti olmuşlardır. Fransızca, Arapça böyledirler. Sonuçta bu dillerde eser vermiş filozofların o dili kötü kullanması mümkün değil. Ben Fransızca’nın içine doğmuşsam, Fransızca’nın hastası olmak mecburiyetindeyim. Dilime saygımın baş göstergesi, kelimelere hürmet göstermektir. Koskoca bir ulu çınara balta sallamak neyse, keyfince kelime tasfiye etmek odur. Her söz tasavvura bürünmüş resimli tarihtir. Onda koca bir tarihin geçit resmini görürüz. Büyük diller içinde en gadre uğramış, bakım görmemiş dil Türkçedir. Çünkü Türkçeyi anadil olarak kullananlar, dillerine inanılmaz derecede nâdan, nobran ve kaba davranmışlardır. Bu nobranlık bugün artarak devam ediyor. Bir yana bırakın şu tasfiyecilik denilen kepazeliği, yıkıcılığı, kırıcılığı; olağan şartlarda dahî Türkçeyi kullananlarda dil şuuru sıfır. Dil şuuru yok. Halbuki bu benim dilimdir, buna şefkat ve itina göstermem lâzım. En önemli varlığım, bu, annemdir, rahmine doğmuşum. Söylediklerim, müblağa değil. Dünyada, hayatta en değerli varlığım annemdir. Çünkü manevî ve maddî manda varlık sebebimdir. Dil de böyle. O olmasa ne düşünebilirim, ne de mermımı ifde edebilirim. Ama böyle bir şükrn duygusu yok. Bazı dillerde bu çok fazladır. Mesela Rusçada çok yüksektir. İngilizce ile Almancada nisbeten azdır. Türkçe şampiyondur. Rekor sahibidir. Yeryüzünde büyük kültür dilleri arasında Türkçe kadar şuursuzca tahrip görmüş başka dil yok. Onu böyle kuşa çevirenler, cehennemin en kızgın köşesinde ebeden yansınlar!
Diyorsunuz ki, filozof içinde doğduğu dili güzel kullanmak zorundadır. Ama yani birisi öyle kullanır ki, ona çok hususi tadlar ve zenginliklar katar. Böyle filozoflar yok mu?
Var. Bazıları dili anlamlar müphemleşmesin diye çok kuru kullanırlar. Bunun şampiyonu da Aristoteles’tir. Bir ölçüde İbn Sina böyledir. Kupkuru dili olmakla birlikte, müdhiş de derinliği vardır. Ben Kant’ın İngilizce tercümelerini daha iyi anlıyorum. Buna mukbil Almancadaki derinliği orada asla bulamıyorum.
Edebiyatta, anlattığı ne olursa olsun, bir hoşça vakit geçirtme, eğlendirme fonksiyonu vardır. Felsefenin sanırım böyle bir görevi yok.
Asla. Felsefe, azp kuyusudur. Felsefeyi seveni —kendim de dhil— hasta addederim… mazoşist gibi bir şey. Görevine gelince; biçimsel–mantıklı düşünmeğe alıştırmak; sistem kurma hünerini gösterip öğretmek.
Öğretmek edebiyatın öncelikli amacı değildir. Şiiri okursunuz, bir şey öğrenmezsiniz, ama edebî haz duyarsınız.
Şiiri ben başlıbaşına bir biçim birim olarak görüyorum. Edebiyatın parçası değil.
Bu konuda sizin gibi düşünenler var. Mesela Yahya Kemal şiiri edebiyattan saymaz. Roman ve hikâye gibi türler için edebiyat der.
Hatt şiiri edebiyattan çok musikiye yakın görürüm. Özellikle klasik şiirimizi. Divn edebiyatını sevebilmek için klasik müziğimizin tutkunu olmak lâzım. Klasik müziği sevmek için de divan edebiyatını iyi anlamış, kavramış ve sevmiş olmak şart. “Bugün divan şiirini nasıl sevdirebiliriz?” diye soruyorlar sağda solda. Sevediremezsin. Çünkü musikisi kalmamıştır. Sevdiremezsin, o yaşama iklimi yoktur.
Hocam, Türk edebiyatıyla ilişkiniz ne kadar?
Türk klasiklerini okudum diyebilirim.
“Şiir ve edebiyat aynı şey değil”
O zaman bir felsefeci olarak, Türk edebiyatına nasıl bakıyorsunuz?
Benimsediğim şiir – edebiyat ayrımına sdık kalarak diyebilirim ki, edebiyatımız yenidir ve Şinasi’yle başlar Ondan öncesi şiir. Edebiyatın iki ana sütunundan biri tiyatro, öbürü romandır. Biri zaten bizde yoktu. O da romandır. Hikâye vardı diyelim, halk hikâyeleri. Köylerde çocukluğumda hâlâ okunan hikâyeler bulunurdu. Her kültürde olduğu gibi efsaneler vardı. Gerek Türk tarihinden gerekse İslâmdan —ikisi bence aynı şey— gelen efsaneler… Şinasi’den sonra çok önemli bir edebiyatın oluşuğunu düşünüyorum. Ancak, 1960’lardan sonrasını bilmiyorum. Orhan Kemal ile Sabahattin Ali’de kaldım, ondan sonrasını takip edemedim.
Aynı nesilden Peyami Safa’nın bir iddiası var. “Her edebî eser izahlı ya da izahsız bir felsefe görüşü ihtiva ederb Mevlânâ’nın ve Yunus’un mistik, Nedîm’in epikürcü, hedonist, Tevfik Fikret’in materyalist oluşu gibi” diyor. “Edebiyatta Felsefe Kültürü” başlıklı yazısında da, “Türk romanında hassasiyet ve hayal zenginliğine mukabil, halis fikir kıtlığının sebeplerine gelince görülecek şey, edebiyatımızda şiir nev’inin eski ve bütün nev’ilere hâkim bir an’aneye sahip oluşudur. Bunun için bir şiir azmanı olan Türk romanı, felsefe ve ilim kültürü mahsulü ciddî bir tahlile kapılarını açmamıştır”. Ne dersiniz?
Peyami Bey’in böyle düşündüğünü bilmiyordum. Ama, Allah rahmet eylesin, aziz hocam Mehmet Kaplan bunu söylerdi. Onun da felsefeye çok merakı vardı. Kendisine dedim ki, düşüncenin edebiyatta olması çok tabîî. İnsanın olduğu yerde düşünce de vardır. Düşünce var diye felsefenin de bulunması gerekmiyor. Felsefe ile düşünce aynı şey değil. Düşüncenin örülme biçimi bize felsefeyi verir. Edebiyatçının böyle bir derdi yok. Elbette bir dünyagörüşü var. Bence Peyami Safa’nın söylediklerinde hat var Felsefeci olmadığından, kavram titizliğini göstermiyor; diyor ki, Tevfik Fikret maddeciydii. Hayır, Fikret maddeci değildi. Müslümanlıkla uyuşmayan fakir beyn eden herkes ille de maddeci değil. Maddecilik, çok belirgin bir felsefî duruştur. Ona mensûb olan da kendini öyle tanıtır. Arkadaş, maddeciyim der. Aynı şeyi tanrıtanımazlar için de söyleyebiliriz. Tevfik Fikret’te böyle bir dert görmüyoruz. Tersine, Fikret’i maneviyatçı olarak görüyorum. Manevi yönü güçlü ifadeleri var.
Bunlara kronolojik olarak baktınız mı, yoksa genel olarak mı söylüyorsunuz?
Genel bir şey söylüyorum.
Mesela “Ezan” şiir var, onu okudunuz mu, müthiş maneviyatçı bir şairle karşılaşıyorsunu, ama “Tarih-i Kadim”i okuyunca…
Orada da var. Mesel Nietszche “Tanrı ölmüştür” diyor. Nietszche tanrıtanımaz bir adam mıydı? Tanrıyı tanıyıp tanımadığını bilmiyoruz, ama asla maddeci değildi. Bir adamın tanrıyı tanıyıp tanımaması onu maddeciliğe götürmez. Ben pekâlâ tanrıtanımaz olup da maneviyatçı olabilirim. Bunlar ayrı şeyler. Bizim anladığımız anlamda Allah, yaratmıştır işte, korur, kollar, şunu eder, bunu eder. Bunları reddedip de maddenin dışında bir güç maddeyi ve maddi ilişkileri yönetiyor deme imknına sahibim. Bu maneviyattır. Hatt öyle dinler vardır ki tanrısızdır. Bu bakımdan felsefeciliğin gerektirdiği titizliği felsefeci olmayanda bulamıyorsunuz. Bu çok önemli bir işrettir. Fesefeci olmayanın hızla genelleme eğilimi vardır.
Düşünce, ne kadar derin olursa olsun, sistematik bir şekilde örülmemiş, inşa edilmemişse felsefe değildir, diyorsunuz.
Evet, edebiyat, felsefe değildir; felsefeyle çok karıştırılan bir başka konu da mistisizm… O da felsefe değildir.
Niçin Kutadgubilig
Kutadgubilig’e gelelim mi hocam? Bu dergiyi çıkarmadaki amacınız nedir? Niçin Kutadgubilig? Yusuf Has Hacib’in ünlü eserinin adını kullanarak vermek istediğiniz mesaj nedir?
Kutadgubilig’i çıkarmakla, yapmak istediğimiz, felsefe-bilim sahasında Türk düşüncesi olarak boyumuzun ölçüsünü almaktır. Biçimselleştirilmiş düşünce yapılarının en geniş boyutlusu, karmaşıklaşmışı ve gelişmişi demek olan felsefe-bilimde kendini dillendirip milletlerarası düzlemde duyurmak bir toplum, bir millet için kazanılabilecek itibarların en üstünü olmalı. Bin küsûr yıllık İslâm medeniyet geçmişimiz, kültür hayatımızın her vechesini olduğu gibi, felsefe-bilim yapıp etmelerimizi de içten içe, derinden derine belirlemiştir. En fazla temâyüz ettiğimiz, sivrildiğimiz, devlet ile ordu kurup teşkilâtlandırma sahaları olmuştur. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i İslâm düşünce dairesine geçiş dönemimizde Eflâtun-Farabî hattında yer alan özgün bir devlet ile siyâset ahlâkı felsefesini ortaya koymuş eserdir. Bu bakımdan düşünce tarihimizin mihenk taşı olarak kabul edilebilir. Gerek tabirin derin ve güzel mansına gerekse Yusuf Has Hacib ile kayda değer eserine duyduğumuz saygı, felsefe-bilim dergimize Kutadgubilig adını vermemizde etken olmuştur.
Sadece felsefe yazıları mı yayımlıyorsunuz?
Hayır, dergimiz Türkiye ile Türkçe konuşan ülkeler başta olmak üzere, yurdiçinde ve ecnebî diyrlarda metafizik, doğa bilimleri ile insan–dil–tarih–toplum araştırmaları ve bunların felsefeleri üstüne dürüstçe kaleme alınmış orijinal çalışmalara sayfalarında yer vermektedir.
Felsefedeki yerimiz
Yeri gelmişken şunu da sormak istiyorum size: Dün ve bugün, felsefedeki yerimiz hakkında neler söylersiniz?
Fesefîleşmiş bir medeniyetin, yani İslâm medeniyetinin mensûbuyduk. Her büyük felsefe-bilim geleneğinin bir merkez filozof-bilimadamı bulunur. Bizimkisi Gazalî idi. Onun yanında düşünüşümüzü, böylelikle hukukumuzu, Müslümanlığı uygulayıp yaşayışımızı belirlemiş bilginlerimiz —Ebu Hanife, Maturidî ve Ahmed-i Yesevî— olmuştur. Çağımızda en fazla ihtiyaç duyduğumuz olay, felsefedir. Felsefeniz yoksa, teori üretemezsiniz. Teori üretemeyen bir kültür, güz yeline kapılmış yaprak misâli oradan oraya savrulur durur; habire kendine yabancı olan kültür değerleri arasında bocalar durur; kimlik bunalımına girer, sonuçta kargaşada boğulur gider.
erginin ilk sayısındaki Kutadgubilig imzalı “Söz Başı”nda bağımsız bir Türk Felsefe-Bilim Yüksek Kurulu’nun kurulması gerektiğini söylüyor, derginin sonunda bir taslak veriyorsunuz. Bu konuda bir gelişme var mı?
Yirmi beş yıldır bahsettiğiniz hayatî önem taşıyan kurumu teşkil etmeğe uğraşıyorum. Onun yayım organı, sözcüsü olmasını amaçladığımız Kutadgubilig’i basmamızın dışında bir arpa boyu yol aldığımı söyleyemem. Kulaklar işitmiyor, gözler görmüyor. Anlayışsızlık duvarına toslayıp duruyorum.
Tiraj, içler acısı
Kutadgubilig, beklenen tiraja zannederim ulaşamadı. Elbette dünyanın hiçbir yerinde bir felsefe dergisinin yüksek tirajlara ulaşması beklenmez, ama bizdeki kadar az olması da her halde normal karşılanmaz. Bu konuda ne söylersiniz?
Kültürümüzün, milletimizin beyni olabileceğini umduğumuz Kutadgubilig’in satılan nüshaları içler acısı rakamlarda dolaşıyor. Ya bu derginin düşünce niteliği çok düşük ve zavallı ya da toplumumuzun düşünme seviyesi ile bilgilenme arzusu çok aşağılarda dönüp dolaşıyor. Okumak zâten güçlü olan taraflarımız arasında sayılmaz. Cep telefonu ve internet yollu hasbıhal türünden yeni uyuşturucu maddeler piyasaya sürüldü sürüleli okumak tümüyle dumûra uğramış görünüyor. Oysa okumak, düşünme, merak ile bilgilenme iştiyâkının en kuvvetli âmilidir.
Türkiye’de bugüne kadar çıkmış ve çıkmakta olan felsefe dergileri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Kutadgubilig’in bunlar arasındaki yeri ve farklılıkları nelerdir?
Kutadgubilig”ten önce son yüzyıl zarfında birkaç felsefe dergisi çıkarma denemesi olmuştur. Bunların arasında Istanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü tarafından çıkarılan Felsefe Arkivi dışında süreklilik arzedenine rastlamadım. Felsefe Arkivi, 1945’ten beri aralıklarla basılmakta olup önemli felsefe ürünlerini okuyucuya sunmaktadır. Aslında Kutadgubilig’i Felsefe Arkivi’nin kardeşi gibi görmekteyiz. Ondan farklı tarafları var mı? Var. Salt felsefe çalışmalarının yanı sıra sayfalarını bilim ile toplum araştırmalarına da açık tutmaktadır.
Bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyorum hocam.