1968 ekiminde Istanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğrenime başlamamla birlikte neredeyse sürgit izleyeceğim güzergâh da belirmiş oldu. Eminönü meydânından Mısır çarşısına, oradan da Tahtakaleye geçiş, gündemimin değişmez maddesi hâline gelmişti. Tahtakaleden sonra düz ve rahat yol biter. Ardından, yirmi yaşlarında bir genç bile olsanız, yine de talîmsiz bedenin akciğerleri ile bacak kaslarını adamakıllı zorlayacak dik ve uzun bir yokuş karşınıza çıkıverir.
Eminönünün görünüşü aldatıcıdır. O düzayak meydânlığın hep öyle devâm edeceği izleniminin zihnde oluşması olağandır. Biteviye düzlüğün ardısıra, yoğun yapılaşmanın, Tahtakale cihetinden görünümünü perdeleyip engellediği, dimdik bir bayırın peydâhlanıvermesi adamı şaşırtır. Fakat şaşırma bundan ibâret kalmaz. Asıl bundan sonrası hayrete mûcip bir olaydır.
M.Ö. Dördüncü yüzyıl başlarında on yıl boyunca denizden uzak kalmış Ksenefon ile adamlarının, doğu Karadeniz dağlarının geçit verdiği bir yöreden bunca özledikleri mâvî enginleri görüverdiklerinde, duydukları şaşkınlığın
Arnavut kaldırımı denilen parke taşlarıyla örülü dar ve kesîf kalabalık yokuşun iki yanında diziliduran soğuk ve ifâdesiz çehreli işhanlarını bıkkın bakışlarla izleyerek Istanbul Üniversitesi merkez yerleşkesini çeviren yüksek duvarların dibine soluk soluğa, kan ter içerisinde varırsınız. Sonunda yokuş, dikliğini bir nebze yitirir. Mutedil bir bayırı aşarak Istanbulu oluşturan yedi tepeden birinin doruğuna ulaşırsınız. Ölüm denizi çölün ortasındaki vâhanın, dili damağına yapışmış suya hasret gezgini cezbetmesi gibi, yokuşun en amansız, manzaranın da en iç karartıcı kesiminde duran Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden kalma, cephesi şehrin yerden ağıp gökten yağan kirle kararmış yüksekce, zarîf binânın giriş kapısının sağında tek, ama geniş camekânlı dükkân dahî, gel zaman, git zaman yakından ve uzaktan ilme irfâna susamış kitap mecnûnlarını kendisine çeker olmuştur.
1968 güzünde Rızâpaşa yokuşunu tırmanırken gözüm bir camekâna takılıverdi. Serâp filân görüyorum sandım. O ortamda, işte, en akla hayâle gelmeyecek bir nesneyle karşılaştım. Kitapla. İyice yakaşıp burnumu, alışveriş delîsi kadınlar gibi, cama yapıştırdım. İçeride raflarda diziliduran nesneler gerçekten de kitaptı. Kapıyı açıp girdim. Mekânın derinliklerinde loş bir köşede, tezgâhın arkasında saçlarının akıyla varlığını duyuran biri duruyor yahut oturuyordu. Orta boy mücesem bedenli, gözlüklü, değirmi yüzlü beğ, heyecânsız bir edâyla “buyurunuz!” dedi. O heyecânsız ve mesâfeli edâ, sonraları anlayacağım üzre, durmuş durulmuş, oturmuş bir kişiliğin yansıttığı ilk izlenim kırıntılarıydı. Böylelerin çetin ceviz kabuğu vardır. Onu kırıp özün derûnuna nufuz etmek her babayiğidin kârı değildir. O içliliği kavrayabilmek, içten bir çabayı gerektirir. Nubar Simonyan beğ, durmuş durulmuş içli insan türünün timsâli bir kişidir. Karşısındakinin içliliği ile içtenliğini keşfettiği nisbette muhâtabıyla gönül bağı kurardı. Kafa ile gönül zenginliklerini esirgemezdi. Manen ve maddeten mükrimdi. Gönül bağı kuramadıklarına karşıysa, karşılaşmanın başlarındaki temkînli nezâketi ile uzak duruşunu muhâfaza ederdi.
Redhouse’un en çarpıcı tarafı, kitabeviyle karşılaşmayı beklemediğiniz bir mahalde bulunuyor olmasıydı. Karanlık ve karışık dehlizdeki parlak ışık huzmesine benzetilebilinirdi. Redhouse gibi, Nubar beğ de beklenmedik bir olaydı. İkisi, anlaşılan, birbirini tamamlamak üzre oradaydılar. Nubar beğsiz Redhouse, olacak iş değildi. O, Redhouse’u gelişigüzel bir kitapcı dükkânı olmaktan kurtarıp, hani neredeyse, dergâha dönüştürdü, denilebilinir. Bundan dolayı Redhouse’un gelip geçen müşterisi yoktu. Müdâvimleri, hattâ, bu kadarcık mübâğalamızın mazur görülmesi temennîsiyle, mürîtleri
Redhouse’un başta gelen özelliği, müdâvimlerinin yahut, isterseniz, mürîtlerinin, diyelim, kitap siparişlerini bizzât kendilerinin yapmalarıydı. Bu sebeple çok eskilerde kalmış günlerden birinde yâra yârâna Redhouse kitabevinin düzenini, o zamanların ılıman Solcularının örnek ülkesi Tito Yugoslavyasından esinlenerek, ‘özyönetim’ şeklinde tavsîf etmiş olduğumu hatırlıyorum.
Kitabın basıldığı ülkedeki fiyatına, İngiltereden yahut A.B.D.nden gelişine göre, posta ücreti eklenirdi. Redhouse, kâr haddini, düşünülebilinecek en düşük sevîyede tutmağa gayret gösterirdi. Ödemeler de, taksîde bağlanınca, toplam hesaptan kâra kalan payın ne olduğu, sorulmağa değer bir sorudur.
Nubar beğin emekliye ayrılması, Redhouse kitabevine çıkarılmış idâm hükmü mesâbesindeydi. Onun emekliye ayrılmasından kısa süre sonra, nitekim, hüküm infâz olundu. Redhouse’un temel vasfı olan o idealist hava dağıldı. Tedricen dergâh olmaktan çıkıp ticârethâneye rücûu etti. Sonuçta, ilim–irfânperverlerin sığınağı olmaktan uzaklaşarak kâr – zarar hesaplarının çıkarıldığı herhangi bir ticârethâneden farkı kalmadı. En sonunda, zarar kâra baskın çıkınca da kapatıldı. Tarihî imparatorlukların çökme sürecinde görülen, tabîî ki, çok ufak boyutlarda kalınarak, Redhouse kitabevinin ortadan kalkmasından sonra da yaşandı. Kapanmakla birlikte soluğu kesilmedi. Kapısına kilit vurulmasını izleyen on yıl zarfında, sâdık müşterileri, kitabevinin anbarında artakalmış kitap servetini üleşmeği sürdürdüler.
Sonuçta, Redhouse, kurumlaşmayı bir türlü yola koyamamış Cumhuriyet Türkiyesindeki hayırlı teşebbüslere mütevâzî bir örnektir. Gerek, öncelikle sözlük basma itibâriyle, yayımcılığı; gerekse kitabevi olma cihetiyle, Redhouse’un kurumlaşamamasına nice yansak azdır.