Mehmet Sabri Genç’in Derleyip Hazırladığı “Sorun Çağının Anatomisi” Adlı Kitap Hakkında, Aksiyon Dergisi’nin Prof. Dr. Teoman Duralı İle Yapmış Olduğu Hasbihal (28 Eylül 2009)
Babama felsefe öğrenimine başladığımı söylediğimde bir dayak yemediğim kaldı. İtirazının maddi yönü, gelecek endişesi falan yoktu. ‘Bu milletin tefekkürü mü var ki, tefekkürün en üst seviyesini teşkil eden felsefeye girmek istiyorsun?’ diyordu. Ölümünden sonra birçok konuda olduğu gibi bunda da haklı bulur oldum babamı.” Trakya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Teoman Duralı’nın ifadeleri bunlar. Tefekkür dünyası hayli hırpalanmış bir kalabalığa felsefi yaklaşımlar sunuyor olmanın kolay olmadığı ortada. Bu röportajla aynı sıkıntıya biz de ortak oluyoruz. Yine de Teoman Hoca’yı dinlerken, tıpkı geçen haftalarda piyasaya çıkan ‘Sorun Çağının Anatomisi’ isimli kitabını okurken olduğu gibi birinin ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak’ çağrısını yinelemesi gerektiği inancı ağır basıyor.
İnsanlığa ‘sonsuz mutluluk ve ölümsüzlük’ armağan ediliyormuşçasına bir coşku hâkim. Daha ne olsun, dünyanın öteki ucu ‘bir tık’ yahut ‘alo mesafesi’ kadar yakınımızda. Teknolojik gelişmelerin verdiği heyecan ve bir adım ötesine, bir yeni versiyonuna, bir sonraki aşamasına geçme arzusu insanoğlunun ayaklarını yerden kesiyor. Sadece o mu, bitkilerin, hayvanların, arzın zedelenmedik yanı kalmadı. Aradığımız ne, doğru yerde aradığımızdan emin miyiz? Bu soruların cevabı bizde yok. “Türkiye’de bilim felsefesi alanında çalışan birkaç isimden birine soralım, belki yüreğimize su serper” dedik; lâkin Duralı, bir ileri aşamaya taşıdı tedirginliğimizi.
Girizgâhı kitaptan yapalım. Durum özetle şu: “Kapattığımız 20. yüzyıl, tarihin en karanlık çağıdır. Hiçbir devirde insanlar birbirine bu kadar sistemli kötülük etmemiştir, edememiştir… ‘Elimin altındaki canlı olmayan, madde değil mi onu nasıl olsa kafama göre biçimlendiririm’ varsayımıyla hareket ediliyor. Sadece doğa mı? Hayır, ‘Beşer de madem maddedir, öyleyse o da tasarladıklarıma göre şekillendirilebilir… Moleküler biyolojinin mümkün kılmaya çalıştığı kopyalama, insanı hedef aldığında ne olacak? Kopyalama olayı gerçekleştiğinde kişinin en temel insani durumu olan ‘ben’ yahut ‘kendi’ sorunu ne olacak? Her şey ‘ben’ime bağlı. Karar verme, tercih yapma, irademi konuşturma… Genetik malzemeyle oynanıp bana istenilen biçim verilebiliyor. Bizim insan olarak en büyük teminatımız birbirimizi yaratmamış olmaktır. Silah zoruyla üstüme baskı kurabilirsiniz. Serbestliğim gasp edilebilir; ama o vakit bile hürüm. Hürlük metafizik, oysa serbestlik siyasi veya hukuki bir terim. İnsan fıtratça hürdür… Buna karşılık moleküler genetik, hürlüğü topyekûn gasp eder.”
Mesele bir yönüyle oldukça net, öte yanıyla zihinlerimiz gibi karmakarışık aslında. Bu röportaj muhasebeye davetten öte bir şey değil. Muhasebe bir şeyi değiştirir mi? O başka bahsin konusu…
3 G teknolojisi büyük gürültü kopararak hayatımıza girdi. Uluslararası terminolojide, 3 G’yi yoğun kullanan toplumları tanımlayan bir sıfat var: Ubiquitous; ‘her yerde aynı anda hazır ve nazır olan’ karşılığını veriyor sözlükler bu tanıma. Toplumlar, Tanrı’yı tanımlamak için kullanılan bir sıfatla niteleniyor. Sadece bu bile zihinlerin ve ruhların ne kadar karmakarışık olduğunu ortaya koyuyor sanki?
Bana artık kabak tadı veren bir deyimlendirmem var. Çağdaş medeniyete ‘İngiliz Yahudi Medeniyeti’ diyorum ben. Bu medeniyetin en önemli iddiası sömürü, ideolojisi ise sermayecilik yani kapitalizmdir. Sömürmek için aldatmak zorundasınız. Aldatmak için uyuşturacaksınız. Aklı uyuşturmak duygulara ağırlık vermek demektir. Aklın ürünü ‘düşünme’dir çünkü. Düşünmeyi bastırdığın ölçüde duygulara ağırlık veriyorsun.
İnsanı akleden olmaktan çıkarıp hissedene dönüştürüyorsun…
Evet. His kötü müdür? Hayır. Aklın ve düşünmenin denetiminde kaldığı sürece duygu iyi ve hoş bir şeydir. Aklın kontrol edemediği duygular, biraz aşırı bir deyim kullanayım, insanı zinaya götürür. Ne diyor Kur’an, ‘Zina etme’ değil, ‘Zinaya yaklaşma!’ Çünkü yaklaşırsan dizginleyemezsin. Nedir onu dizginleyecek olan? Akıl. Bu sömürü düzeni düşünmeyi topyekûn durdurma kararında. Duygusunun esiri olan insan, nefsinin esiridir aslında. Düşünce insana mahsustur ve duygudan gelmez. Bu anlamda insan hayvandan neş’et eden bir evrim çizgisinin neticesi değildir. Cep telefonlarının insanlığa ne yararı olmuştur? Benim yok, neyim eksik? Arabam da yok. Lüzumlu mu? Değil. Bunu şuradan biliyorum. İnsanlar binlerce yıldır yol alıyor, yer değiştiriyor. Bugün İstanbul’dan Pekin’e 10 saatte gidiliyor. Marko Polo bir yılda gitmiş. Onun yaşadığı, gördüğü ve bunların kendisine kattığı zenginlikleri düşünün, bir de bugün yaşanan seyahatleri. Binlerce insan sürekli yer değiştiriyor. Ne oluyor sonuçta, ne değişiyor. Neye dönüşüyor bu hareket? Dönüştüğü şey şu: Dünyamızı mahvettik.
Bir de biyoteknoloji meselesi var ki, insanlığı ölümsüzlüğe taşıyor sanki bilim adamları…
Ömrün uzaması falan söz konusu değil. Laf bunlar. 3 bin yıl önce yaşamış ve yüz yaşını devirmiş bir sürü adamın adını sayabilirim. Bugünse tanıdığımız adamların ortalama ömrü 60-70 sene. Hani ömür uzayacaktı? Bazı teknolojiler çok hayır getirmiştir. Tıp gibi. Ama aynı zamanda şer de getirmiştir. Adı ne olursa olsun teknoloji ürünlerinin hiçbiri bizi bir yere taşımaz.
Bakış büyüdükçe önümüzde büyük gibi duran şeyler küçülüyor…
Bilmiyorum… Daha mı iyi görüyoruz. Şimdi Mevlana gelse buraya, oturup konuşsak o mu daha iyi bilir yoksa biz mi? 3 G’yi bilmiyor evet, mikroskobu da bilmeyecektir, fotoğraf makinesinden de haberi yoktur. Ne olacak yani? Zatına halel mi gelecek? 1990’larda gittiğimde Sumatra Ormanları’nda yaşayan insanların bu teknolojilerden hiç haberi yoktu, neleri eksikti? Tam aksine benden daha zengindiler. Mutluluksa amaç, onlar bütün bunlara erişmiş insanlardan katbekat mutlu. Aralarında cinsiyetlerin birbirine tahakkümünü görmedim. Erkek kadını dövmüyordu mesela. Evleri, yiyecekleri, tertemiz suları, tertemiz havaları var. Ve uyumlu bir insan ortamına sahipler. Avrupalı antropologların ‘ilkel’ dediği insanların en önemli özelliği çevreleriyle uyum içinde olmaları. Bugün nereye gidersem gideyim adam beni takip ediyor. En sevmediğim şey gözlenmek. Kaçabileceğimiz yer kalmadı. İslam’ın temel şartlarından biri mahremiyettir. Ama odanızın içine kadar giriyor, her şeyi görüyor ve dinliyor.
Bir adım sonrasını da biyoteknoloji mümkün kılmıyor mu? Genetik uygulamalar sebebiyle bedenin mahremiyetinden söz etmek bile zor artık…
Aynen öyle, hiçbir mahrem alanımız yok ve açıktır ki mahremiyeti kalmayan birey robottur artık.
Geriye ne kalıyor bu durumda?
Hiçbir şey… Bir mekanizmadan başka. Çağdaş medeniyetin yapmaya çalıştığı şey, insanı ‘organizma’dan ‘mekanizma’ya dönüştürmektir. Eflatun insanı üçe ayırıyor. Belden aşağı, göğüs ve baş. Belden aşağı; süfli, bayağı duyguları temsil ediyor. Göğüs; yüce duygulardır, yüreklilik, yiğitlik. Başta ise duygular durulur, düşünceye dönüşür. Bu sınıflamaya uygun olarak çağımızın medeniyeti belden aşağısını hedeflemiştir. Yeme, içme, karşı cinsle ilişki içinde olma, gezme tozma. Bunlar üzerinde yoğunlaşmıştır.
Hazcı bir yönelim.
Sadece hazzı düşünüyor. Beden acısını giderecek bütün tedbirler alınıyor. ‘Ruh acısı’ derseniz ruh kalmadı ki acısı olsun.
Bu hâlin nihilizmi tetiklediğini söyleyebilir miyiz?
Gayet tabii. Tam anlamıyla bir hiççilik var. Hiççilik ‘değer tanımamak’ demektir. Aslında 19’uncu yüzyılın hiççileri değer tanıyordu, en azından hiçliği bir değer olarak görüyorlardı. Bütün değerlere başkaldırma, bütün değerleri yıkmak isteme de bir değerdir. Bugün insanın bu tarafı da yok. Onun için düşünmesi lazım. Düşünme yok ki, ‘değerleri yıkıyorum’ diyebilsin. Çünkü bunu dediğinizde o hareket ve düşüncenizin gerekçesini araştırmanız, sizi oraya yönlendiren sebepleri bulmanız lazım.
Din buna müsaade etmediği için mi karşısına kafa tutan bir ideoloji çıktı?
İlk isyan bayrağı sermayeciliğin erken dönemlerinde kiliseye karşı çekilmiştir. Katolikliği yıktılar önce. Nihayet 1789 ihtilal-i kebiriyle (Fransa) birlikte ruhban olmayan, ruhbanı ezmiş yok etmiştir. Frenleri patlattılar. Sermayeciliğin felsefesi ‘bırakınız ne dilerlerse yapsınlar’dır. Kapitalizm ve liberalizm iç içe yürüyen iki hadisedir.
Peki, bozulmanın 5 asırda bu kadar ağır ilerlemesi üretim süreçlerinin yavaşlığıyla mı alakalı?
Dini ortadan kaldırmak zor bir iştir. Kolay olsaydı bizde kalkardı. İnsan ne zaman ortaya çıkmışsa din de o zaman çıkmıştır. İnsanların inançlarını özellikle öteyle ilgili inançlarını tanzim eden bütün nizamlar dindir.
Kitapta geçen yüzyılı ‘sorun çağı’ olarak niteliyorsunuz. Bilim ve teknoloji açısından bakarsak sorun teknolojinin üretimi mi yoksa kullanımının zorunlu telakki edilmesi mi?
Kullanımının zorunlu hâle gelmesi üretilmesini zorunlu kılmaktadır. Onsuz yaşayamıyoruz. Öyle hissettiriliyoruz. Bu bir zorlama işi. Çalıştığım yerde odama zorla soğutucu koydular. Benim bütün çocukluğum, gençliğim, orta yaş dönemim soğutucusuz ortamlarda geçti, yine sıcaktı. Dünyanın en sıcak yerlerinde dolaştım. Soğutucu yoktu. Şimdi neden onu ‘olmazsa olmaz’ gibi kabul ediyoruz.
Siz ‘doğaya dost teknoloji üretilemez, teknolojinin olduğu yerde doğaya yer yoktur’ diyorsunuz. Fakat ‘soluduğumuz havadan çok teknolojiye ihtiyacımız var’ gibi bir algı oluşmuş durumda. Bu inancın önüne geçme şansı var mı?
Her şeyden önce çağımızda filozof bilim adamı diye bir şey yok. O çağ, 1950’lerden itibaren Einstein, Heisenberg, Heideger, Adorno, Jaspers, Ortega y Gasset gibi devlerin ölümleriyle kapandı. Bugün, teknoloji üreten, teknisyenler, mühendislerdir. Bilimin tarifi bambaşka şimdi. Altında değil felsefe, bilim bile yok. Düşünceden temel alan bir üretim olmadığı için sınırlanması da mümkün değil. Günümüzde alınan tedbirlerde, sapılan yollarda bir neden etki bağıntısı kurulamıyor. Sadece mevcut sistem yürüyor. Dikkat edin ‘teknoloji, teknoloji’ deyip günde 5 sefer secde ediyoruz âdeta. Teknolojide son 60 -70 yıldır yeni bir şey yok. Batı klasik müziğinde bir laf vardır, ‘bir tema üzerine varyasyonlar yapılır’. Çeşitlemeler yapmaktan ibaret üretimleri. Telefonu Graham Bell icat etti. Bugün 3 G’ye kadar geldik. Temelde bir değişim var mı? Hayır, bir türevden, uzantıdan başka. Füze teknolojisi II. Dünya Savaşı’nda vardı. Almanlar oraya buraya attı. Bugün onunla Merih’e gitmeye çalışıyoruz. Çığır açıcı, yepyeni, bilinmedik ne var?
Yakın dönemin en önemli teknolojik gelişmelerinden biri biyoteknoloji alanında yaşanıyor. Siz bunun atom enerjisinden bile daha tehlikeli olduğunu söylüyorsunuz. Bunun ne kadar farkındayız?
Bugünkü düzenin amacı insanı kontrol altında tutmak. Şimdiye kadar kontrol, eğitim, propaganda ve reklamla sağlandı. Buna lüzum kalmasın isteniyor. Mesela rejim kurup, Rusya’ya komünizm getiriyor. Sonra öngörülmedik bir kaza oluyor ve Stalin çıkıyor. İran’da Şah’ı devirmek için İslami duyarlılığı kaşıyor; ama Humeyni’yi öngöremiyor. Hitler’i de göremediler. Nasyonel Sosyalizm’in çıkışını ayarlayamadılar. Başlarına püsküllü bela kesildi. Bu örnekler tekrar etmesin isteniyor. Bu yüzden de kendi kontrolünde bir beşer istiyor.
Bu süreç doğrudan müdahale ve kontrol altına almaya kadar gider mi?
Aynen öyle.
İnternet üzerinden sistemlere sızan hackerların başka bir versiyonu âdeta… İnsan da aynı şekilde müdahaleye açık olacak mı diyorsunuz?
Evet, evet… Çipleri organik imal etme çalışmaları sürüyor. Şimdikiler mekanik, henüz organiği üretilebilmiş değil. Bunu ekecek ve dışarıdan yönlendirecek. Şimdi nasıl bizim bütün iletişimimiz bir merkezden yönlendiriliyorsa, sadece dinlemiyor adam aynı zamanda yönlendiriyor da… Bunu bireyden bireye yapacaklar.
Bilim kurgu film senaryosu konuşmuyoruz değil mi, gelecek öngörüleri bunlar?
‘Bilim kurgu’ diye bir şey kalmadı, her şey imkân dâhilinde artık. Jules Verne’in bilim kurguları vardı bildiğim, onların da tamamı gerçekleşti.
Peki, bir de içeriden bakalım meseleye. Müslümanlar olarak bizim bu üretim ve gelişmeler karşısında nasıl konumlanmamız gerekecek? Özellikle de din bilimleri alanında çalışan ilim adamları bu sorunlara cevap vermeye hazır mı?
Düzeni İslamileştirmediğiniz sürece bireysel çabalarla bir şeyi değiştiremezsiniz. İslami bir düzen kurduğunuzda teknolojiyi durdurabilir misiniz? Tek başına kalırsanız yine durduramazsınız, yarışmak zorundasınız. Sizi yer bitirirler. Ancak çok geniş bir sahada, İslami bir düzeni gerçekleştirirseniz buna imkân doğar. Büyük nüfusu, büyük coğrafyayı etkilemesi, ifsat etmesi kolay değil.
Teknolojiyi kullanmamak mı, yoksa muhasebesini yaparak ihtiyaca binaen kullanmak mı çözüm?
İhtiyaca binaen kullanmak elbette. Ama ihtiyacın ne olduğunu doğru koymak lazım ortaya. Teknik her zaman vardı, din gibi. Teknoloji nedir? Felsefe, bilimin yöntemini ihtiyaçların karşılanmasına kullanmaktır. En kısa tarifi bu. Burada aklın, vicdanın buyruklarını yerine getirmek lazım. Vicdan Allah’ın sesidir, başka bir şey değil. Bunu kontrol edecek, ‘yeter’ diyecek bir güce, otoriteye ihtiyaç var.
Böyle bir otorite mevcut mu?
Eskiden bizde âlimler vardı. Başka yerlerde ruhban vardı. Onlardan kalan boşluk doldurulamadı. İslami bir hayat tarzı kurulmadıkça dolmaz. Müslüman güçlü olacak, teknoloji üretecek ama kapitalistleşmeden yapacak bunu. Mesela bugün hükûmetin aşırılıklarıyla tütün kesildi. Çok aşırı idi bana kalırsa, Türk usulü, ‘vur’ dedin mi öldürüyor. Bu tarzı cep telefonlarına uygulasalar, kamusal alanda yasaklansa. Sigara dumanından daha zararlı, çünkü ışın var. Bugün görmüyoruz, yarın kanserler, zihinsel engelli çocuklar patlak verecek, o zaman karşılaşacağız gerçekle. Genetiğe de etki yapıyor olması lazım, radyo dalgaları.
Din ve bilim ilişkisine gelsek. Sürekli din ve bilim birbirinin karşıtı imiş gibi sunuluyor ve bilim ideoloji gibi dine alternatif olarak sunuluyor.
Bilim ideolojileşince dinle çatışır; ama bilim, bilim olarak kaldığı sürece böyle bir şey mümkün mü?
Suyun kaç derecede kaynadığını araştırmamı din yasaklamıyor. Dinle bilim çatışır mı, çatışır tabii; ama en üst katlarda. Dinin işi hayatı düzenlemektir. Bilim haddini şaşırırsa -ki çok ender olacak bir şeydir bu-orada din müdahale eder. Ama bunun örneği yok denecek kadar az. Hıristiyanlıkta olmuştur. Çünkü kilise bir kurumdur. Ben Allah’ın bilgisine rakip olamam, gördüğümü söyler, görmediğimi ona havale ederim.
Problem Allah’a rakip olma hırsı mı?
Tabii. Özellikle de bilimsel olarak kanıtlayamayacağım insanın türeyişinde. İnsanı hayvandan türetmek müthiş bir kafa tutuculuk. Allah kendi zatına uygun yaratmış. Ruhundan üflemiş, bir yerlerden getiremezsin. Zaten bütün dert o ruh, onu bir yok ettik mi gerisi çok rahat olacak.
Hayvanın tabiatına teknoloji vasıtasıyla müdahale edileli çok oldu, bitkilerle oynandı. Toprakla, arzın yapısıyla. Ve şimdi biyoteknoloji, insanı hedef alıyor. Tek değişen mahlukun yapısı mı, toplumlar da nasiplerini alıyor mu bu süreçlerden?
Sadece sömürülen yıpratılıp yok edilmiyor, sömüren kendi sonunu da hazırlıyor. Buna ‘yabancılaşma’ diyoruz. İnsanın zatına yabancılaşması. Üretmek ibadettir. İbadetin maksadı insanı üreticiliğe alıştırmaktır. Bana gençler çok sorar. ‘Neden varım?’ diye. Görev yapmak için derim. Hepimize bir ödev verilmiştir. Onun için varız. Birinci ödev kâinatta Allah’ı temsil etmek. İkinci ödev birbirini kollamaktır. Bunu şaşırdığın anda her şey çığırından çıkar ve bugünkü tablo oluşur.
Düşünce dünyası, fiziki dünya bu kadar altüst olmuşken hukuk ne durumda? Yeni sorunlara verecek hukuki karşılıklarımız var mı?
Ahlakın olmadığı yerde hukuk da olmaz. Düşünce dünyası zayıfladığında kavramlar çoğalır, düşünme bulanır. Bugünkü dünyada bunu görüyoruz, çok karışık, içi boş kavramlar var ortada. Hukuk; matematik, fizik gibi çok düzgün, açık, belirgin bir sahadır. Kavramları çok açık biçimde tarif edilmeye muhtaçtır. Hâlbuki bugünkü kavramlar muallak, karanlık. Bir sürü şey söylüyorsunuz. Demokrasi, insan hakları, hayvan hakları, çocuk hakları… Sağlam bir hukuk felsefesinin tek kavramı adalettir. Adalet bütün sorunları çözmeye muktedirdir. Bir şeyin layık olduğu yerde bulunmasıdır adalet.
*Bu söyleşi 28 Eylül-4 Ekim tarihli (Sayı 773) Aksiyon Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Konuşan: Ayşe Adlı
Kaynak: http://mehmetsabrigenc.com/yayin/teoman-durali-ile-sorun-cagi-ve-anatomisi-hakkinda-hasbihal/
Doğu Medeniyetlerindeki Zihniyetler Kendi İçinde De Bütünlük Arz Etmiyor
Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı – Röportaj / Intervıew İstanbul Üniversitesi Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Başkanı.
“Doğu medeniyetlerindeki zihniyetler kendi içinde de Bütünlük arz etmiyor”
Geçtiğimiz ay derneğimize ziyarette bulunan İstanbul üniversitesi felsefe bölüm başkanı Sayın Teoman Duralı’yla doğu ve batı medeniyetleri ve aralarındaki temel farklılıklar üzerine konuştuk.
Hocam ayağınızın tozuyla Salzburg’tan felsefe konferansından geldiniz. Çok mutlu olduk; sizi burada tekrar görmekten.
Sağ olun. Aynı şey benim için söz konusu, yuvama dönmüş oldum.
Allah razı olsun. Hocam dilerseniz ben hemen sorulara başlamak istiyorum. Su ana kadar gelmiş ve şuan da bizatihi sonuçlarını yaşıyor olduğumuz doğu -batı felsefesi arasındaki temel düşünce farklılıkları nelerdir?
Bir kere felsefe başka, düşünce başka. Felsefe doğu-batı diye ayrılmıyor. Felsefe bir bütünlük oluşturuyor. Ama zihniyete gelince, düşünceden kastın zihniyet ise, zihniyetlerde tabi farklılık var. Doğu medeniyetlerindeki zihniyetler kendi içinde de bütünlük arz etmiyor aslında. 2003 ‘de burada ders verdiğim sırada, bilgi bilimi (congnitive scienee) üzerine çalışmak için Viyana’ya gelen bir japonla karşılaştım. Tanıştık, konuştuk vesaire. Dışarıdan bir şeyler aldım, yiyeceğim. Düşündüm, biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar. O yüzden buna da bir şeyler aldım geldim. Önüne koydum dedim ki ‘bunu sana ve bana aldım. Hangisini tercih ediyorsun? Ya bunu al ya da şunu’. Adam felç olmuş gibi duruyor karşımda. Hiçbir şey söylemiyor. Anlamadığı belli. La havle ve la kuvvete, ya anlaşılmayacak bir şey yok ki burada. O kadar basit bir olay ki. ‘ya bakın’ dedim ‘burada iki içecek var. Ya bunu al, ya şunu. Yiyecekler de aynı şekilde” Gene anlamadı. Meğer ona ‘ya şunu ya bunu al’ dediğim vakit anlamamış. Niye anlamamış: çünkü Japoncada ‘ya/ya da’ yokmuş. Yani seçenekler arasında tercih yok. Bu bir. Arkasında çelişkinin olduğu durumları yokmuş gibi kabul ediyorlar. Atıyorlar onları. Çelişik bir ifadeyi kaile almıyorlar.
Bir kültürün içine girmek, onun derinine inmek lazım böyle şeyleri görmek için. Mesela birkaç ay önce Kore’deydim. Kore dediğin Amerika’nın bir tıpkıbasımı, hiç bir farkı yok. Fakat Koreli felsefeciler sürekli batıdan farklı olduklarını öne sürüyorlar, ‘efendim biz mistiğiz, biz derine bakarız, maneviyiz, şuyuz buyuz. Batı maddidir, şudur budur’. Çok üstünkörü olaylardır bunlar, son derece ezbere söylenen hadiselerdir. Çünkü Avrupa’da da, bizi bırak, maneviyat mistiklik vesaire son derece vurgulanan olaylardır. Büyük mistikler gelmiş gitmiş dünyanın bu coğrafyasında.
Bu batı mistiklerini tarihten silen nedir hocam?
‘Yeniçağ Dindışı Büyük Avrupa Medeniyeti’. O büyük
bir farklılıkla ortaya çıkıyor. Ama öncesinde ‘Ortaçağ Hıristiyan
Medeniyeti’nde tıpkı bizde olduğu gibi elbette çok güçlü bir mantık var. Yunandan alıp getirdikleri, Aristoteles’ten alıp getirdikleri, işledikleri. Bizden bilmiyorum aşağı kabul
edilebilir mi, ama hiç olmazsa çok yakın güçte bizim mantığımıza. E o civarda (Japonya’da) hiç mantık olmamış. Russel 1908–1909 da Çin’e gitmiş. Kendisi Çin’de ilk defa mantık
okutan kimsedir. Çin’de daha önce özel bir kurum olarak, işlenen, kurumlaşmış bir gelenek olarak mantık yoktu. O çok önemli bir husus. Sonuçta soruna geri dönecek olursam, zihniyetler arasında farklılıklar büyük. Hatta yakın gördüğümüz zihniyetler arasında
bile büyük farklar var. Batı medeniyetleri camiası içinde yer alan medeniyetlerin arasında da farklılıklar var. Ama buradaki gibi değil. Farkın olup olmamasının yahut az ya da çok olmasının en önemli göstergesi de ifadelerin tercüme edilebilir olup olmamasıdır. Edilebiliyorsa demek ki fark o kadar büyük değildir. İslam’da geçen kavramları Avrupa düşüncesine, hrıstiyan düşüncesine diyelim, tercüme edebiliyorsun ve tersi de. Arada farklar var mı, var. Önemli mi, önemli. Mesela İsa olayını İslam’a tercüme edemiyoruz. Ama bunun dışında genel olarak hrıstiyanların Tanrı’dan ne anladıklarını mesela ben talebelerime aktarabiliyorum. Buna karşılık 30 küsur yıldır dersini verdiğim Çin, Hint Tanrı anlayışlarını, dinlerini aktaramıyorum. Üstünkörü geçiyorum, veremiyorum. Çünkü bir kere bizim anladığımız anlamda bir Tanrı anlayışı yok. Tanrı nedir bizde?
Üstün ve öte bir güç. Aristotales’in kurmuş olduğu çelişkiyi darmaduman ediyor. Neden darmaduman ediyor. Çünkü hem heryerde, her zaman hazır ve nazır, hem de her birimizin, her bir kulunun içini görüyor. Bu baştan ayağa çelişik bir ifadedir. O halde Tanrı, Allah bütün çelişmelerin ötesinde ve üstünde bir varlıktır. Buna benzer şekilde ‘Rahman’, ‘Rahim’, ‘Gaftır’ olmasını da hurdan o tarafa (Hint-Çin medeniyetlerine) tercüme edemiyoruz.
Hocam peki doğu, batı derken kastettiğimiz şey nedir? Düşünceyi mi kastediyoruz yoksa o kadim…
Kitaptan bir bölüm Sayfa:185
İnsan soyunun yaşabilmesi bakımından Din duyuşu kadar, Doğa ile Hayata saygı ile sevgi duymanın önemi vardır. Din ile Doğa, Hayatın anne atasıdır, ebeveynidir. İkisinin birlikteliğinden Hayat doğar. İkisinden biri yitti mi, ötekisinin yaşama imkânı ortadan kalkar. Sonuçta Hayat da, yerini ölüme bırakır. Biri sözlü- yazılı, öbürüyse, sözsüz – yazısız olmak üzere, ikisi de Allah’ım Tebliğidir. Yetişen insan, ömrü süresince tohum ekip ona icap eden ihtimamı göstermemişse; tohumdan filizin, ondan fidanın bitişini, fidandan da yıllar yılı ulu çınarın serpilişini sabır ve sadakatle izlememişse; tayın yahut enciğin doğumuna duygudaşça tanık olmamışsa; ektiklerinin, alın teriyle sulanmış helâl hasadını derlememişse; ‘Gönlünde hep yeniden, artan hayret ve hayranlıkla üstündeki yıldızlı gökkubbe ile içindeki ahlâk yasasını temaşa etmemişse, Allahın sözlü yazılı Tebliğiyle tanış olsa ne yazar, olmasa ne yazar. Zâti kudretininin alemdeki ifâdesi demek olan Yaratış mucizesini Allahın bizlere tebarüz ettirdiği ‘sahne’ doğadır. Ondan uzaklaşmak, onu dışlayıp kötürümleştirmek, şu durumda, küfürdür. İmdi, Din, Doğada yaşayan insana ahlâk kılavuzudur; demek ki, Doğanın anlam içeriğidir. Doğaysa, Dinin tatbîk sahasıdır. Doğadan kopuk Din, Emeğin omuzları üstünde yükselen fazîletten, direnmeden, dayanışmadan, cesaretten, şiiriyet ile musikîden yoksun kuru katı bir hurafe yığınından ibaret kalır. Dinsiz doğa ise, anlamsız ve vahşîdir. Her iki durumda, işte, “insan, insanın kurdu” kesilir. Birinde İnkisisyon; öbüründeyse, Temerküz Tesîsleri neşvünema bulur. Hayatın menbaı olan Din ile Doğadan insanlığı yoksun kılmış olan Zâlim, Sermâyecileşmiş fenın mahsûlü Tekelci tüketim sanayidir.
ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET Anlamı/Gelişimi/Konumu Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz- Yahudi Medeniyeti Dergâh yayınları
Bende çok açıktır o. Benim için doğu medeniyetleri camiasını teşkil eden üç medeniyet var: Çin, Hint, İslam öncesi İran. Batı medeniyetleri de işte Sümer’den doğup gelişmiş olan İlkçağ, Eskiçağ ve Ortaçağ… Bunların arasında çok büyük farklar var tabi. Her şeyden önce Yeniçağ Batı Avrupa düşüncesi, felsefesi ortaçağ Hıristiyan felsefesine tepki olarak doğmuştur. Ondan çıkmıyor, ondan neşet etmiyor. O bizde hep büyük bir hatadır. Bugünkü Avrupa ortaçağın bir devamı gibi görülür. Asla! Bir isyan hareketidir. Ve onu dağıtmıştır bitirmiştir ve yerine kendisi kurulmuştur. Bunun başlangıcı: 1600’lerin
başlarına gidiyor. II Ondan sonra daha geç bir çağda 18. YY sonlarında 1790 – 91 gibi yeniçağ İngiliz – Yahudi medeniyeti ortaya çıkıyor, çıkarılıyor.
El-an Çağdaş İngiliz Yahudi medeniyeti diye isimlendirildiğimiz çağda yaşıyoruz. Peki gelecekte bu medeniyete alternatif bir medeniyet oluşma ihtimali ne kadardır?
Yüzde veremem, mümkün değil. Ama ümidimiz o medeniyete seçenek oluşturulması işinin İslamiyet’e düşmesidir. Yani İslam dininden, Müslümanlıktan yeni bir medeniyetin oluşması. O medeniyet de haliyle şuanda artık bulunmayan, ortadan kalkmış olan İslam Medeniyetinden esinlenecektir.
Yeni bir formla gelecek yani. Bunun belirtilerini görebiliyor musunuz peki?
Hayır göremiyorum. Bahsettiğim sadece ümit.
Neden görmüyorsunuz? Bunun belirmesi, uç vermesi için nelere ihtiyaç var?
İslam Medeniyeti her şeyden önce belirli bir İslam düzenine dayalıdır. İslam’daki düzen öncelikle, bugünkü deyim ile, iktisadi bir hadisedir. Emek ile alın teri ile kazanılmamış olanın helal sayılmamasıdır. Bugün çok moda olan Fransızca kelime ile söylersek ‘rant’ın yasak olması, insanın insanı sömürmemesi İslam’ın başta gelen hususudur. Bu bakımdan İslamî düzeni kurmadığın takdirde medeniyete geçme ihtimali de ortaya çıkmıyor.
Medeniyet bir sistem üzerine kuruluyor yani. Peki, zihinsel çabalar?
Medeniyet toplum sistemi üzerine kurulur. Zihinsel çabalar sistem ile birlikte geliyor. Zaten düzeni kurarken iman üzere gidiyorsun, düzeni başka türlü kuramazsın ki. İslam’da bu düzen devlet gücü, devlet zoru ile yapılmıyor. Kişilerin kendileri kendi istekleri ile bunu yerine getiriyorlar. O seviyeye ulaşmanın yolu ise eğitimden, terbiyeden geçiyor. Onu işte sürekli vurguluyorum. Mevlana’nın Kuran’da terbiyeden kastettiği de bu: ‘Bir baştan bir başa okudum, edepten gayrı bir şey bulamadım*. Zaten edepten gayrı da bir şey yoktur hayatta. O yüzden tekrar söylüyorum, bir düzen işidir İslam. Toplum- iktisat- siyaset düzeninden süzülerek ortaya çıkan bir medeniyet biçimidir. Bu medeniyeti kurmak Müslümanların sadece
Müslümanca görevi değil, insanlığa karşı ödevidir de aynı zamanda.
Hocam çok teşekkür ediyoruz. Bize onur verdiniz.
Başarılar diliyorum. Allah muvaffak etsin.
TEOMAN DURALI’NIN YAYINLANMIŞ DİĞER ESERLERİ
Canlılar Sorununa Giriş
Biyoloji Felsefesi
Aristoteles’te Bilim ve Canlılar Sorunu
Yeniçağ Dindışı Avrupa Medeniyetinden Çağdaş İngiliz – Yahudi Cihanşümul Medeniyetine
A New System of Philosophyscience from the Biological Stand point, Peter Lang
Felsefe Bilim’e giriş
Gılgamış Destanı
ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET
Anlamı/Gelişimi/Konumu
Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz- Yahudi Medeniyeti
Dergâh yayınları
Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı – Röportaj
Intervıew İstanbul Üniversitesi Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Başkanı.
Kaynak: http://mil-can.blogspot.com.tr/2008/04/prof-dr-teoman-dural-rportaj.html
Batı, İran’ı Türkiye’ye Karşı Koz Olarak Kullanabilir (2008)
Takdim:
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Hocası, Dergâh dergisi yazarı ve “Küresel Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti” kitabının yazarı Prof. Dr. Teoman Duralı hoca ile “Şiîlik ve İran” üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Teoman Hoca, İslâmcı camiada, ortalıkta gezinen mezhepsiz ve Şiâ meyilli onca soytarıya nisbetle, Sünnî bir ilim adamı olarak bu topraklara borcunu ödeme sevdasında bir Anadolu insanı olarak bilinmektedir. Kendisi ile, ileride Batı medeniyeti üzerine başka bir röportajımızda buluşmak üzere, bu röportajı gerçekleştirdik. Tarih şuuru penceresinden “Şiîlik ve İran” üzerine bilgilerimizi tazelemek dileğiyle röportajı sunuyoruz… Aylık dergisi
Teoman Duralı: “Batı, İran’ı Türkiye’ye Karşı Koz Olarak Kullanabilir”.
Saddam Hüseyin’in asılarak idam edilmesinden sonraki –bize göre şehid edildi- son gelişmeleri İran’ın durumu açısından kısaca özetleyebilir misiniz?
Şimdi Irak’ın işgalinde çeşitli ihtimaller düşünüldü, öne sürüldü. Bunların içerisinde İsrail’in sırtının rahatlatılması, yani üstündeki yükün hafifletilmesi isteniyordu. Çünkü Irak önemli bir ülkeydi. Hatırı sayılır bir askeri bir gücü vardı. Bu askeri gücü yıpratmak maksadıyla zaten evvela Amerika İran’ı saldırttı. 1979’da İran’daki inkılâbın akabinde… Bununla bir taşla iki kuş vuracaklarını düşündüler. Birincisi hem Saddam’ın Irak ordusu zayıflar düşünüldü hem de henüz ete kemiğe bürünmemiş Humeyni düzeninin çökeceğini umdular. Çünkü İran ordusunun bütün üst rütbeli subayları ya (…..) edildiler ya idam edildiler ya da kaçtılar. Sonuçta ordu başsız kaldı. Ve “başsız kalan orduyu kolayca dağıtırız” dediler. Bu bilinen eski bir yöntemdir. Benzeri bir şekli Hitler’de düşünmüştü. “Stalin’in dehşet temizlik hareketlerinin arkasından Sovyet ordusu bitmiştir” diye düşünüyorlardı. Ve bu cümleden olmak üzere bilindiği gibi 1941’de Almanya Rusya’ya girdi. Aynı şekilde Amerika Saddam’ı bu işe teşvik etti. Saddam’ın da fazla bir aklı olmadığından, bu tuzağa düştü o vakit. Siyaset, özellikle de askeri harekâtlar düz mantıkla olmuyor. Karşınızda kim var? Bunu çok iyi incelemeniz lazım. Bulunduğu ihatayı ele almak lazım… Dünyanın en eski devletlerinden dolayısıyla milletlerinden biridir İran toplumu… Bunu çok iyi incelemeleri gerekiyordu. Bunu yapmadılar. Biraz önce söylediğim gerekçelerle, bu belki mantıkça yerindedir ama yetmiyor işte. İnsan (..3:11..) açamıyorsunuz mantıkla. Arkasından Saddam büyük bir hata işledi. İran bozgununu kapatabilmek için Kuveyt’e yüklendi. Yüklenirken tabi bazı gerekçeleri vardı. Çünkü Kuveyt Saddam’a, “borcunu öde” diye bastırdı. Saddam köşeye sıkıştı. “Nasıl olsa bunlar ufak tefek adamlar, İran gibi değil… Ben bunları bir tokatta yere sererim” dedi. Nitekim de serdi. Ama o arada bir ihtimal –o kadarını bilmiyorum ama- Amerikandan izin aldı mı? Aldı da Amerika mı sözünde durmadı? Onu tam olarak bilemiyoruz.
O zamanın Büyükelçi’nin açıklamasından dolayı -dergimizdeki bir arkadaşımız yazmıştı- Amerika, Büyükelçi’yi görevden alıyor. Saddam işgal etmeden önce ABD Bağdad Büyükelçisi April Glaspie’yi makamına çağırarak görüşüyor. “Ben Kuveyt’i alacağım. Ne diyorsunuz?” diyor. O da di, “ABD’nin bu olaya müdahil olmayacağını”söylüyor. Neyse, Saddam Kuveyt’i alıyor. Ondan sonra Büyükelçi “Biz böyle konuşmadık. Amerika’yı bilgilendirdim.” diyor. Hemen arkasından Amerika acilen Büyükelçi’yi görevden alıyor.
Ve hemen Saddam’a muhtırayı bastırıyor. Saddam’a çekileceksin diyor. Saddam’da tükürdüğünü yalayamıyor. Kuveyt’ten çıkmıyor ve 1.Körfez Harekâtı başlıyor. Bu da Saddam’ın sonunun başlangıcı gibi bir durum önümüze seriyor. Saddam’ın, Humeyni öncesinden İran’la yıldızı barışmıyor. Şah zamanında da cebelleşmeleri var. Çünkü ikisinde de yörenin kabadayısı ben olacağım, iddiası var. İran işte, “Ben çok eski bir devletim. Bu yöreler benden sorulur.” Diyor. Çünkü bir de Şah’ın tarih iddiası vardı. İslam’dan önceki İran’la da ilgili iddiaları var. Pers İmparatorluğu zamanında buralar onların elindeydi. “Buraları bir gün geri alırım” şeklinde bir düşüncesi vardı. Gizli veya açık… Duruma göre değişiyor. Bu bakımdan Saddam’la açık bir çekişmesi vardı. Saddam’da tabii, bir Arap milliyetçisiydi. İkisinde de bulunmayan taraf, İslâm tarafıydı. Ne Saddam’da vardı. Ne de Şah’ta vardı. İkisi de milliyetçiliğe ağırlık tanıyordu. Varlıklarını İngiltere ve Anglo Amerika’ya borçluydular. Saddam’ı dolaylı olarak, Şahı ise doğrudan –Musadık’kı devirenler onlardı- doğruya iktidara oturttular. İkisi de aynı ipte oynayan iki cambaz görünümündeydiler. Manzarayı değiştiren Humeyni iktidarı oldu. Ve bu iktidarda, Saddam Anglo Amerika’nın tarafı gözüktü. “Denklemin öbür kanadı tehlike arzediyor. Ben de sizin çıkarlarınızı korumak için varım” anlayışı, iddiasıyla temayüz etti. Arap milliyetçiliğinin bir çeşit bayraktarlığını yaptı. Nitekim Arap milliyetçiliğinin siyasi teşekkülü olan Baas’ın başında olan bir kişiydi. Hadiseler böyle patladı ve hiç beklenmedik istikametlere yöneldi. Saddam İran’dan mağlubiyet yüzü göreceğini ummuyordu. Tam tersine Kuzistan’ı işgal edeceğini, İran Arap bölgelerini ele geçireceğini sandı. Bu zannında tabi ki çok yanıldı.
Burada İran’ın ve buna bağlı olarak Humeyni’nin kozu ne oldu?
Efendim, İran’ın en başında hiçbir kozu yoktu. Halk patladığında İran zor durumdaydı. Çünkü daha iç düzenini sağlayamamışlardı. İç karışıklıklar alabildiğine gidiyordu. İdamlar vardı vs. Humeyni düzenini oturtamamıştı. İran’da çok aşırı ve sert bir rüzgâr estiriyordu. İran o tarihlerde Suriye’yle ittifak akdedememişti henüz. Olağan bir şey… Çünkü İran kendi içiyle uğraşıyordu. Şah hayattaydı henüz. Dile kolay… İki milyon insan gitti İran’dan. Bunlar en üst seviyedeki insanlardı. İran’ın kaymak tabakası çıktı, gitti. Türkiye’den Avrupa’ya, oradan da küçük bir kısmı da olsa Amerika’ya geçti. Ve onlar çok etkiliydiler. Amerika İran’a ambargo uyguladı. İran yedek parça alamıyordu. Çok büyük bir sorundu onlar için. Bunu biz yakından biliriz. Kıbrıs Harekâtı’ndan sonra bunu yaşadık. İran’ın kolu kanadı kırıktı. O bakımından Irak karşısında önceliği veya üstünlüğü yoktu. Irak’ın dört dörtlük bir ordusu vardı.
Ama Saddam’da genelde Rus silahları çıkıyor. Amerikan silahlarından önce, Rus ve Fransız öncelik…
Dediğiniz doğru. Özellikle Rusya’nın ve Fransa’nın ama Amerika’nın mali desteği olmuştur. Petrol kisvesi altında… Fransız edindiği silahları Amerikan parasıyla aldı.
Humeyni’nin bu durumda bir Şiî kuşak oluşturma projesi ve Saddam’ın da tabi olarak bu tehlikeyi sezerek, “Humeyni bunu yapmadan, bu dar alanda onu bastırırım” gibi bir düşüncesi vardı.
Bana kalırsa, o dönemde Sünnîlik ve Şiîlik pek fazla etkili değildi. Humeyni en önemli iddiası Şiîlik-Sünnîlik ayrımını kaldırmaktı. Humeyni bir dava adamıydı. Ve o davasını alabildiğine geniş tutmaktan yanaydı. Humeyni, şimdi bizim Türkler olarak kaybettiğimiz yeri İran’ın almasını istiyordu. Neydi bizim durumumuz, konumumuz? İslâm âleminin bin küsur yıllık öncüsü ve önderiydik. Hep kullana gelen bir laftır. Lokomotifiydik. Çekicisiydik. 1.Dünya Savaşı mağlubiyetinden ve Osmanlı Devleti’nin dağıtılmasından itibaren bu rolü tümüyle terk ettik. O kadar terk ettik ki, bu iddiayı bir yana bırakmakla kalmadık; sırtımızı topyekûn İslâm’a döndürdük. Ters bir istikamette devam ettik. İslâm alemi başsız kaldı. Bana kalırsa, bu benim izlenimi, sezgim, Humeyni İran’ı buna soyundu.
Osmanlı’nın tarihi misyonunu üstlenmek istedi.
Aslında Humeyni’nin Şiîliğe vurgusu yok. Hatta Humeyni yaşadığı sürece Şiîliği öne geçirmedi. Bunun en güzel örneğini de Selman Rüşdi hadisesinde görüyoruz.
91’e kadar Salman Rüşdi’nin kitapları Tahran’da İran Devleti’nin eliyle satıldığı söyleniyor. Ebu Bekir Sifil, kendisi ile gerçekleştirdiğimiz röportajda bize açıkladı. İran böyle bir politika güdüyor aslında.
Elinizdeki kaynaklar ne derece doğru bilmiyorum. Sizden ilk defa işitiyorum. Tabi sizin sözünüze de güveniyorum. Ama sizin haber kaynaklarınız o kadar inandırıcı mı? Bilmiyorum. Satılmış olabilir. İran’da birçok şey kaçamak yolla yapıldı. Biraz önce söylediğim gibi, çünkü ihtilal dönemleri çok boşluk bırakır. Bir kırışıklıklar vardır ve henüz oturmamıştır. İran’da bu yeni nizam ne zaman oturur? Yaklaşık 89-90’dan itibaren, savaş bittikten sonra oturmaya başlar. Ondan önce denetim muğlâktır, müphemdir. Kim kimdir? Kimin eli kimin cebindedir? Pek belli değil… Burada Humeyni adına da çok büyük çapta iddialarda bulunacak biri değilim. Yalnız ben de bıraktığı izlenim bu. Tabi ki Humeyni Şiî demeyelim. Caferi’ydi. Ama dar anlamda sekter olmadığı kanaati bende hâsıl olmuştur. Bu mezhep ayrımını açma çabasını gösterdiğini düşünüyorum. Humeyni’den sonra İran daha fazla milliyetçileşti. Fars’ı vurgulamaya başladı. Yani, ben Humeyni’de millilik iddiası gibi özel bir çaba görmüyorum. O anlamda söyledim size. Şiîlikten çok adam İslâm’ın tümüne hitap etmek istiyor. Mesela ihtilali ihraç etmeye çalıştılar. Sünnî dünyaya Şiîliği nasıl ihraç edeceksiniz?
Ama orada Cezayir Devlet Başkanı Ahmed Bin Bella’nın Mısırlı bir gazeteciyle yaptığı bir röportajı var. “Konuşmalar” isimli kitap 1980–81 yıllarında Türkçede yayınladı. Bella’nın orada söylediği güzel bir şey var: “İran, devrimin hedefini bırakıp, Sünnî dünyasına Şiîliği yaymaya çalışırsa, ilk önce ben silahı alır, Irak’la beraber İran’a karşı savaşırım.” O denge durumu hissedilmiş. Humeyni öyle bir politika izlese bile, İran’ın tarih şuurundan gelen bir şey…
Adam’ın kafasının içinde ne olduğunu bilmiyoruz. Yapıp ettiklerine bakarak resmini çıkarmaya çalışıyoruz. Niyetleri Allah bilir. Bunları sezmemiz mümkün değil. Nitekim Humeyni’nin bu tavrına, siyasetine bakarak kim olduğunu bilemeyiz. Hatırlamıyorum. Birisi çıkıp da, “artık şu gayb imam siz olunda, bitsin şu ayrılık, gayrlık” demiş. O da “estafirullah” cevabını vermiş. Öyle bir raddiyeye getirmiş ki, karşısındaki buna cesaret edebiliyor yani. “Şu gayb imam meselesini çözelim de, artık Şiîlik-Sünnîlik kalsın.” Benim aldığım haberlere göre, Humeyni Şiî lafından da hoşlanmıyordu. Caferilik üzerinden gidiyordu. Çünkü Şiîlik geniş bir kavram… Ve Caferilerin asla tasvip etmediği birtakım Şiî itikadlar var.
İsmailiyye var.
Bir sürü şey var. Adlarını saymayı lüzum görmüyorum. Ben bunu bizzat İranlılardan dinledim. Sünnîlik kadar bunlara karşı olduklarını biliyoruz.
Peki, Amerika İran’ı Afganistan veya Irak gibi niye ezmek istemez? Batı’nın gözünde İran’ın farkı nedir sizce?
Bu çok pürüzlü bir mesele… Batı, -burada Amerika’dan ziyade Avrupa’yı kastediyorum- yani Avrupa, tarih şuurunu yaşayan bir millettir. Batı derken, nereler var burada? Bunlar çok müphem kavramlar… Ben evvel emirde Batı derken, İngilizleri, Fransızları, bir ölçüde Almanları ve Rusları düşünüyorum. Bu dünyada öncelikle de İngilizlerde, Almanlarda, İsveçlilerde, Felemenklerde gizliden gizliye yürüyen bir ırk şuuru, -ne kadar inkâr ederlerse etsinler, içten içe yürüyen bir damar var.
En son bir İngiliz televizyonundaki “Biri Bizi Gözetliyor” programına katılan Hintli bir kıza karşı uygulanan ırkçı tavırlar var, biliyorsunuz Hattâ, Hindistan Hükümeti, İngiliz Hükümetine nota bile verdi bu konuda.
Bu basit adamdan aydın dediğimiz kimseye varıncaya yürüyen bir damardır. Şimdi birincisi, Farslıları kendi ırklarından kabul ediyorlar; Ari-Hint Avrupalı… Tip itibariyle ve Farsça bu dil sınıfa giriyor. Bu açıdan bir yakınlık duyuluyor. Bu çok bariz bir şey… Avrupa’nın üstün fikir tarihine baktığınız vakit, Şark’tan ilk incelenen, ele alınan yöre İran kültürüdür. Farsçayı öğreniyorlar. Fars Şiîrine büyük ilgi, sevgi duyuyorlar. Tercüme ediyorlar. Buna hemen arkasından da Sanskritçe gelmektedir. Böyle bir hava var. Buna ek olarak İran’ın Müslümanlık tutumu da, Şiîliğin, orada bir yankısı var… Şiîlik ya da Caferilik, birçok bakımdan Katolikliği çağrıştırıyor.
Yapı ve itikadî olarak…
Evet. Yapısı itibariyle… Temelde Müslüman olduklarında şüphe yok. Allah’ın birliği, Hazret-i Peygamber’in kabulü, Hz. Ali’ye olan yakınlık, sevgi şu, bu… Ama mezhebin yapısı itibariyle ve özellikle de “masum imam” itikadı, Katoliklikte din adamının masum olması, ilahî bir karakter taşıması bakımından yansıtıyor. Bunlar çok derin konular… Hint-Avrupa dünyasında çok önemli bir olay, ıstıraba, acıklılığa vurgu yapılmasıdır. Bunu mesela Eski Yunan’da görüyoruz. Yunan tiyatrosunda “trajedya” dediğimiz bir olay var. İslâm’da buna yer yok. Buna karşılık İran buna çok vurgu yapıyor.
Acıdan zevk alma mı diyelim buna?
Acıya bir eğilim var. Meselâ Hz. Hüseyin ve ailesinin şehid edilmesi, İslâm için büyük bir felakettir. Bu hadiseden her Müslüman acı duyar. Ama bunu belli ölçüde duyarsınız. Artık bunu arş-ı alaya çıkarmanın, ortalığı velveleye vermenin bir anlamı yok. Tarihte ne acı olaylar yaşandı… Bu bizi daha derinden yaralar. O ayrı bir mevzu… Ama böylesine mübalağa edilmesinde, ben yine Ari ırk kökenini görüyorum. Ve bu bakımdan da Avrupa’nın belli yörelerinde hep ilgi odağı olmuştur. Yani, Avrupa’nın en çok ilgilendiği iki yöre var: Biri Yunanlı olmuştur. Yunanlı kadar olmasa da diğeri İranlılarla, Perslerle ve onun devamıyla ilgi kurulmuştur. Avrupalılar tarafından İslâm’da en çok işlenen, İran İslâm’ı olmuştur.
Şiîlik olmuştur.
Evet. Dev kavramlar uydurulmuştur: İmamoloji mesela… Bu Kristolojinin bir çeşit paraleli gibi kabul edilmiştir.
Yahudilik ve Şiîlik tarihinden başlayarak bugüne gelirsek, İran ve İsrail’in durumunu anlatır mısınız?
Çok çelişkili bir durum var ortada. Bugün İsrail ile İran arasındaki çekişmenin veya düşmanlığın tarihi kaynağı yok. Yahudilere tarihte çok az toplum destek çıkmıştır. Bunlarında başında Persler geliyor. Yahudileri Babil Tutsaklığı’ndan kurtarmışlardır. Memleketlerine geri götürmüşlerdir ve mabetlerini ikinci kez inşa ettirmelerine cevaz vermişlerdir veya yardım etmişlerdir. M.Ö. 6.yy.daki o hadiseden sonra, İran’la Yahudiler arasında önemli bir temas olmamış ama hiçbir zamanda Yahudiler İran’da rahatsız edilmemişlerdir. Hal böyle olmakla birlikte bugünkü durum çok ters mecraya yönelmiştir. Ve çok yenidir. Yahudilerle İranlılar arasındaki çekişmenin tarihi, benim gördüğüm kadarıyla on yılı aşmaz. İran inkılâbından itibaren diyebiliriz ama Ahmedinecad’ın iktidara gelmesiyle iyice şiddetlendi.
Şiîliğin kuruluşunda Yahudi İbni Sebe’nin tarihi rolü inkâr edilemez. Dediğiniz gibi, son on yıla kadar da Şiîlik ile Yahudiliğin herhangi bir çekişmesi olmadı. Burada kırılmayı şuradan başlatabilir miyiz? Humeyni’nin Osmanlı Devleti’nin misyonunu doldurma isteği farkında olmadan Yahudilerde, Şiîlere karşı bir güvensizlik oluşturmuş olabilir mi?
İran’a karşı güvensizlik şu anlamda: Bu çağdaş medeniyetin, -benim verdiğim adla İngiliz-Yahudi medeniyeti- en önemli gözle görülür düşmanı İslâm medeniyetidir. Karşıtı… Öyle diyelim. Bu İslâm medeniyeti 19.yy.ın başlarında artık sona ermiştir. Canlılığı son bulmuştur. Şimdi Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra başsız kaldı. Bu, “öldü” diye kabul edilmişti. İslâm Devrimi, İngiliz-Yahudi dünyası ve onun çektiği dünya çerçevesinde büyük çalkantılara ve korkulara yol açmıştır.
İran Devrimi diyorsunuz
Evet. 1979-80’i hatırlıyorum. Avrupa hop oturup, hop kalkmıştır. “Ne oluyor? İslâm hortluyor mu?” diye düşündüler. Bu soruya ben de muhatap oldum. O vakit ben, bu soruya tam olarak cevap bulamıyordum. İran’ın böyle bir yükü kaldırabileceğine ihtimal vermedim. Her şeyden önce Caferi olmaları vs. Fakat gel zaman git zaman Humeyni’nin biraz önce açıkladığım tavırlarından hareketle, böyle bir istikamete yöneldikleri zehabı bende de uyanmaya başladı. Ben bunları ortalıkta gezinen haberlerden çıkarıyorum. Onlar, benden de önce bunu istihbaratları sayesinde elde ediyorlar. “Alev bacayı sarmadan biz bunu söndürelim” çabasına giriyorlar. O çabanın bir parçası, İran’a karşı Irak harekâtıdır. O başarıya ulaşamayınca da, doğrudan doğruya “bari biz yapalım”. Bu hep İngilizlerin uyguladıkları yöntemdir. Hatırlayalım. “Osmanlı Devleti’ni yıktık. Bu iş bitti” dediklerinde, burada yeniden bir canlanmayı gördüklerinde “baştan biz bu boğalım” çabasına girdiler. Kimi üzerimize yıktılar: Rumları. Yunan ordusunu üstümüze yönelttiler. Her şeylerini verip üstümüze yürüdüler. Yenildi Yunanlılar. Çekilip gittiler. Benzeri bir şeyi Irak’ı kullanarak İran’a yapmayı istediler. Bu da başarısız oldu. Yalnız bizden farklı olarak İran’la oturup, Lozan anlaşması imzalamadılar. Hiçbir şey yapmadılar. İran’ı yere seremediler. İran’ın işini bitiremediler. Ne Irak ordusunun harekâtıyla ne de o harekâttan sonra İran’ın kazandığı zaferden hareketle İran’ı sıkıştırıp, “biz senin başına Irak’ı musallat ettik. Irak’ı yendin ama biz geleceğiz. Ayağını denk al!” diyemediler. Neden diyemediler? Onu bilemiyoruz tabi. Belki de denediler. İşte 1979 Carter’ın gönderdiği bir kuvvet vardı. Büyük bir rezalet oldu. Çölde düşüp kaldılar. Uzun lafın kısası bunun üzerine fazla spekülasyon yapmayalım. İran’ı dize getiremediler. Bu sorun devam ediyor.
91’den bu zamana kadar baktığımızda, İran’ın Sünnî İslâm Medeniyetini ezmeye çalıştığını ve Batı’yla işbirliği içinde oluşunu göz önüne aldığımızda, getiremediler mi yoksa gerçek mânâda getirmek mi istemediler?
Efendim, söylediğimde bir aykırılık var. Dedim ki, “psikolojik bir eğilim var.” Dedim demesine fakat; bugün bu İngiliz Yahudi medeniyeti ve onun bel kemiğini teşkil eden İngiliz Yahudi emperyalizminin başını Amerika çekiyor. Amerika’nın algılayışı, İngiliz’in algılayışından farklı. Her ne kadar İngiliz’in devamı ise de, her ne kadar ABD’yi kuran ana unsur İngiliz ise, yine de süreç içerisinde Amerika farklı bir takım zihniyet unsurlarını sergilemeye koyulmuştur. Bunun da en önemli belirtisi “tarih bilinci”nin İngiltere’deki gibi derinlere gitmemesidir. Amerika’nın en önemli özelliği uzun boylu bir tarih bilincine sahip olmamasıdır. Bu cümleden olmak üzere; İran’ın Avrupa zihniyetinde tuttuğu yeri, Amerika tam olarak değerlendiremiyor, anlamlandıramıyor; buna tam olarak sahip değil. Bu bir. İkincisi; bıçak kemiğe dayandı mı, tarihî değerleri İngiliz-Yahudi medeniyeti ayaklar altına alabilir. Avrupa’nın en önemli sütunu olan, bir bakıma Avrupa medeniyetinin ana sütunu durumundaki Almanya’ya yaptıkları ortadadır. Yani, “artık bu benim canıma tak etti” dediği yerde mahvedebilir –dediğim gibi Almanya’yı dümdüz ettiler- ve Almanların bir daha, kendilerini toparlamalarına imkan tanıyacak bütün şartları –bunların başında da eğitim ve öğretim gelmektedir- yok ettiler, bitirdiler. İşte bu anlamda da, İran şimdi fazla geliyor olabilir.
Özellikle Yahudiler açısından diyelim…
Özellikle Yahudiler açısından ama, Anglosaksonlar bakımından da İran bir tehlikedir. Hangisi için daha büyük bir tehlikedir, bunu bilmek için tabi ince bir –kuyumcu- terazisi gerektirir. İkisi açısından da kabul edilebilir bir durumda değil İran.
Demin bir hususu belirttiniz; “Sünnîliğe karşı kullanma” Şu anlamda Sünnîliğe karşı kullanılabilir İran Şiîliği: Türkiye’de İslâm, bütün yediği öldürücü darbelere rağmen, yeniden bir uyanma emaresi gösterirse, öncelik ve özellikle Türkiye’ye karşı bu bir koz olarak kullanılabilir.
İran’ı diyorsunuz?
İran… Ama Türkiye dışında Sünnîliğin gösterebileceği bir tehlike yok. İşte son, efendim 2000’den bu yana, El-Kaide denilen bir…
Yapılanma!…
Bir… Hayalet var. Bir hayalet var; ne olduğunu bilemiyoruz, çıkaramıyoruz. Kimin, neyin nesi, nerden çıkmıştır, kim düzenlemiştir, kim inşâ etmiştir; bir yığın spekülasyon var. Şiîliğin El-Kaide Sünnîliğine karşı silah olarak kullanılmak istendiğini düşünmüyorum açıkçası.
Ama hocam, Irak’ta 1. Körfez Savaşı döneminde –biliyorsunuz- Brezenski nin bir sözü var: “Eğer İran’la anlaşma yapmasaydık, rezil olurduk” diyor 91’de. Yani, İran o garantiyi verdi onlara… İkinci olarak ha kezâ, –siz de belirtiyorsunuz- Afganistan’a da aynı ihaneti yaptı İran… Irak’ta zaten hâlâ yapmaya devam ediyor. İran“Şiîlik politikasını yayarım” filan diye hareket ediyor belki ama, nihayetinde bu küresel Yahudi-İngiliz emperyalizminin işine yarıyor.
Efendim tarihin, teşrihini yaptığımızda ortada çok önemli bir çekişmenin vuku bulduğunu görüyoruz İran’la Türkler arasında… Yani bu dünya’yı paylaşmak için –bu dünya derken, İslâm dünyasını kastediyorum- paylaşmanın, mücadelesini vermiştir her iki taraf. Türk dediğimizde Osmanlı’yı düşüneceğiz, -Selçuklu daha müphem bir durumda- öncelikle Osmanlı’yı düşünelim, öbür tarafta -Türk asıllı olmaları önemli değil- Safevileri düşünelim.
O zaman Türk, Sünnîliği temsile diyor hocam?
Türk Sünnîliği temsil ediyor, zaten Sünnîliğin dışında, başka bir şekilde düşünemezsiniz Türklüğü… İçimizde Sünnî olmayanların olması önemli değil; yani değiştirmiyor manzarayı. Burada biz bir mezhep veya bir din siyaseti yapmıyoruz, burada tarihî bir tabloyu ortaya çıkarıyoruz. Osmanlı Devleti’nin yapısı, görünüşü, iddiası, Sünnî İslâm üzerine bina edilmiştir. Araplarda –Suudi Arabistan’daki- Selefîlik ölçüsünde değil tabi, o ayrı bir şey. Bu çok inceleme gerektiren bir söz benim bu söylediğim; ama toparlak ve yuvarlak olarak, hâdise bu. Öbür taraftan İran, bana öyle geliyor ki zaten bu ikinsin bu çekişmesinden, birisi Sünnîliği, diğeri Şiîliği tercih etmiş! Çünkü ikisi de Sünnî olsaydı, ikisi de Şiî olsaydı birbirlerinin içlerinde kaybolup gideceklerdi.
Başka bir konuya geçiyorum, sonra tekrar bağlayacağım: Bize, tarihte Farslar kadar benzeyen başka bir toplum gösteremem size. Hani hep derler ya bizim bir takım “çıt kırıldım”lar: “Ah Yunanlılarla ne kadar benzeşiyoruz., dolmalarız var, fasulyemiz var, kahvemiz var” bilmem neyimiz var… Bunların hepsi laf-ı güzaf!.. Gayet tabii Osmanlı’nın çatısı altında, şemsiyesi altında millet olmuşuz 600 yıldır. Bu çok uzun bir süre. Kaç milletin 600 sene ortak tarih var? İran’la biz, bir devletin çatısı altında yaşamamış olmakla birlikte, -çok eskiyi, Selçukluları bir tarafa bırakırsak, yakın tarihlerde, son bin yıl içerisinde diyelim- yaşamamış olmakla birlikte muazzam bir benzerliğimiz var. Gelenekler, görenekler, dünyaya bakış, tiplerimiz… Acem tipiyle, Osmanlı Türk tipini ayırt etmeniz son derece zor, hatta imkânsızdır. Yani bunun en güzel örneği; buraya yaklaşık iki milyon İranlı mülteci geldi, -ben de onarlın en sık yaşadıkları yörede çalışıyorum Laleli’de- adamlar kendi aralarında konuşmadıkları sürece, “işte bu İranlıdır” diye göstermezsiniz. Ancak konuştukları vakit anlıyorsunuz, bu Farslı diyorsunuz. Birçok unsur sayabilirim. Bu bakımdan birçok benzerlik var aramızda. Halkın yaşayışı, devletin resmî ideolojisi Sünnî olmakla birlikte, halk arasında –ne diyeyim- Şiîmsi tavırlar baskındır. Yani tarikatları düşündüğümüz takdirde, işte önemli bir sayıda vatandaşımızın Alevî olması, en önemli unsurumuz olan Türkmenlerin Alevî olduğunu düşünürsek vesaire… Büyük bir itikadî benzerlik de var arada. Bu anlamda, bir ipte iki cambaz oynuyor. İran-Türk ilişkilerini bu zaviyeden görmek lazım: “Bir ipte oynayan iki cambaz olarak.” Ve İran, Osmanlı’nın İslâm’ın çekicisi olma tavrını kıskanmıştır. Biz ne zaman Avrupa’ya İslâm adına sefere çıkmışsak, arkamızdan hançerlemiştir. Yani bunu Hıristiyanlara yardım olsun diye yaptığını sanmıyorum.
Şimdi şunu söyleyeceğim… Bunu Sünnî Direnişçiler de söylüyor; İran için birinci düşman Sünnîlik. Haçlılar, Yahudiler filan sonra geliyor. Amerikan askerlerinden önce Sünnî kadınlara tecavüz eden bunlarmış. Sünnî Direnişçileri yakalayıp Amerikan askerlerine kendi elleriyle teslim ederek “biz sizinle beraberiz” diyorlarmış. Yani Sünnî düşmanlığı artık keskin bir itikadî yapı hâline geldi.
Dediğim gibi bu, Hıristiyanları sevdiklerinden ya da onlara yakınlık hissettiklerinden ziyade, düşünceleri öncelik ve özellikle “Türkleri haklarsak, biz bunu ele geçiririz; zamanla da Şiîliği bütün İslâm Âlemi’ne de yayabiliriz.” Nitekim Osmanlı’dan önce de yaygındı. Mısır’da Batınîler vardı, Lübnan’da vardı. Irak’ta zaten var. Körfez çevresinde vesaire… Kim bunu durduruyor? Osmanlı durduruyor. O bakımdan Osmanlı birinci derecede düşman konumunda. Yani Acemlerde Arap düşmanlığı’nın o kadar sivrileşmiş-keskinleşmiş olduğunu sanmıyorum. Bir tek bir kuyruk acısı var tabi; Araplara yenildiler ve Arapların zoruyla İslâmlaştırıldılar. Bir o var yani Araplara karşı. Ama bu bugün ne kadar hatırlanıyor, ne kadar hayattadır onu bilemiyorum ama bizimle olan çekişmeleri son derece taze ve ortada olan bir durumdur. Bunu Avrupa çok yakından –özellikle İngiliz, Yahudi dünyası- çok yakından biliyor ve bunun üzerine çok oynanıyor. Yani bugün görünen Şiî-Sünnî çekişmesinin özünde, İran-Türk çekişmesi olduğu kanaati bende vardır. İran da unutmayalım çok önemli bir Türk unsuru var…
Azerî Türkleri…
27 milyon Azerî var artı –tam sayısını bilmiyorum ama- iki, iki buçuk milyon da Türkmen var veya benzeri, Türkçe konuşan başka unsurlar var.Ve artı İran, çepeçevre Türklerle sarılmış durumdadır. Orta Asya’da Türkistan var, batısında Osmanlı Türkü var, kuzeyde Azerbaycan var. Bu şekilde çepeçevrelenmiş durumda. Bir tek kapısı Araplara açık, Türk olmayan bir kapı olarak.
Orada da Sünnîler var!..
Orada da Sünnîler var evet…
Peki hocam, son gelişmelere bakacak olursak, Amerika ve İsrail’in –her şeye rağmen- İran’a saldırma ihtimalleri var mı? İran’a bir saldırı görünüyor mu şu an size göre?
Çok zor bir soru… İran’a bakarken, tehlike algılayışlarının derecesini bilmiyorum. İran “ölümcül” bir tehlike arz ediyorsa saldıracaklardır. Bu kadar gecikmelerin ben anlamlandıramıyorum. İsrail -85’miydi-84’müydü unuttum şimdi- Irak’da bir nükleer santral bombaladı.
81’de bombaladı hocam.
81’miydi o?
Evet.
Niye bunu daha önce yapmadılar? İran için konuşuyorum. Niye bundan daha önce yapmadılar?
Hatta hocam, aksine –biliyorsunuz- Şah’ın başlattığı nükleer santral projelerinden bu yana, İran’ın bu noktaya gelmesinde Amerika’nın da yardımı var.
Muhakkak bir katkısı var da, en azından Humeyni devriminden sonra, tedbir almaları gerekirdi. her şeyden önce şimdi bugün kalkıp bombalasa, ortalığı radyoaktife boğacaktır. İş çığırından çıkmış durumdadır. Manzara çok müphem. Burada bunu önleyen gizli bir takım görüşmeler midir, İran acaba bir aldatıcı gerekçe-bahane olarak mı kullanılıyor? Yani İran esasında kendilerinden yana olup da, bunu bir çeşit…
İslâm Dünyası’na karşı bir “sopa” olarak mı diyorsunuz?..
Evet, bir “sopa” olarak mı göstermek istiyorlar? Doğrudan doğruya düşmanlarıdır, biraz önce saydığım sebeplerden dolayı İslâm Medeniyeti’ni yeniden derleyip toparlayacak bir “öncü” konumuna geliyor da, bu tehlikeyi bertaraf etmek mi istiyorlar? Bu konularda tam bir açıklık kazanamadım ben. Dediğim gibi tabi bunlarda bir şey söylemek için elinizde çok sağlam belgeler olması lazım. E, istihbaratçı değilseniz bu da olmuyor. Her istihbaratçının da elinde olmaz bu. Belki CIA’nın başına otursam size daha açık bir şeyler söyleyebilirim ama bu imkânlardan yoksunum. Tarih olmadı, tarih olsa o zaman istihbarattan çıkıyor ve ortada tarihi belgeler oluyor. Siz de onlara dayanarak fikir yürütürsünüz. Ama ne istihbaratçıyız, ne de henüz bu tarih olmuş bir hâdisedir. O sebeple bu soruya tam olarak bir cevap bulamıyorum ama, biraz da gidiş sanki bir saldırı hazırlığı var izlenimini yaratıyor bende.
Hocam, geçtiğimiz yılın şubat ayında biz bir İran sayısı yapmıştık. Orada “Ahmedî Necad İran için bir değişim noktası olacak mıdır?” diye meseleyi işledik. Onun arkasında da şöyle bir yorumumuz vardı: “İran haçlılarla bütün işbirliğine rağmen –istemese bile- tarihî bir dönüm noktasına geldi. Bunu İran da istemese, Batı da istemese, -hani tarihin kader noktaları vardır ya- bunların her ikisi de ellerinde olmayarak bir savaşa sürüklendiler” diye bir hükmümüz vardı. Ve şöyle de bir tesbitte bulunduk: “Şiîlik savaştıkça Sünnîleşiyor.” Mukteda Es-Sadr’ı biliyorsunuz, savaştıkça Sünnîleşmeye başladı ama bunun önünü kestiler…
Evet, son zamanlarda kestiler.
Yani bu iki kutbun, Batı’nın ve İran’ın istememesine rağmen de olsa, savaşacaklar gibi bir görüntü var. Buyrun…
İran’ın, İslâmlaşma yoluyla ister istemez Sünnîleştiğini görüyoruz. Ahmedî Necat’ın son beyanatlarından da ben bunu hissediyorum. Mesela, Ekvator’da oranın Devlet Başkanı’nın yemin töreninde bu kadar nefret ettiği Saddam Hüseyin’e sahip çıktı. Yani sahip çıktı derken, ben Ahmedî Necat’tan beklediğim karşı görüşleri, suçlamaları bulamadım. Mealen: “Amerika Saddam’ı asmakla birlikte elde etmek istediğini edemeyecek” demeye getiriyor. Değil mi, buna benzer bir şey söylüyor. Hiçbir şekilde “iyi oldu, şöyle namussuzdu, bizi-Şiîleri böyle böyle kesmişti” filan gibi şeylere hiç girmedi. Sadr’ın, idam sırasında oraya maskeli gelmesi-gitmesi doğru mudur, değil midir onu da bilmiyoruz. Yani bu pekâla Batı’ın çıkardığı bir dedikodu da olabilir. Bir dezenformasyon olabilir.
Zaten Sadr’da o kadar ileri politik düşünceye sahip değil…
İran onu belki de durdurur. Öyle bir şey düşünse yada istese bile “yapma bunu” diye dizginleyebilir. Bilmiyorum. Bir şey söyleyemem. Adamın yüzünü gözünü görmedik.
Babasını asmış olduğundan dolayı Saddam Hüseyin, belki yapmış olabilir…
Tabii yani. Ben ona da hak veririm. Babamı asan adamı elimle asar mıyım, asmaz mıyım?.. Elimle asmam Amerika’nın getirdiği adamı da, gidip kendim vururum.
Peki hocam, Amerika Saddam Hüseyin’i asmakla, Müslümanlara nasıl bir mesaj verdi sizce?
Şimdi efendim, benim kitabımdan şöyle yanlış bir sonuç çıkarılıyor genel olarak: “Kardeşim” diyorlar, “sen bu İngiliz-Yahudi medeniyetini nerdeyse ilahî bir akıl gibi gösteriyorsun. Her şeyi görüyorlar falan filan” Hayır, öyle bir şey yok. Çok akıllı olduğu muhakkak, bunların ağababaları, “iyi saatte olsunlar”ı, buna hiç şüphe yok. Bir kere felsefî akılları var. Bu bakımdan çok uzun vadeli düşünüyorlar, genişliğine düşünebiliyorlar vesaire… Ama hata yapmıyorlar mı, yapıyorlar. Hataları… Sovyetleri kurdular, ama Stalin’i göremediler. Ve Stalin bir hesap hatasıydı. İran devrimini desteklediler. Ama Humeyni’yi hesaplayamadılar. Humeyni’de onların açısından bir hesap hatasıydı. Bugün de eminim, şu anda görmüyorum çünkü tarih olmadı ve istihbaratçı da değilim, bu bakımdan kesin bir şey söyleyemem ama benim ömrüm vefa etmez, ruhumla konuşursanız 50-60 yıl sonra size söylerim, “bakın şurada şurada şurada hesap hatası yapmışlardır.” Ve bu hesap hatalarının arasına bir ihtimal, Saddam’ın asılması da gelecektir. Bunu göz dağı vermek için yaptılar, şimdi ters sonuç yaratıyor. Benzeri bir olayı, daha küçük bir çapta Menderes’de gördük. Menderes bir gözdağıydı ama o bir kahraman oldu. Efsane halinde getirildi. Siyasetçi asmak çok kötü bir yöntemdir. İnsanlık açsını filan bir tarafa bırakıyorum; siyasî anlamda, bir siyasetçiyi asmak, çok kötü sonuçlar getirir.
Özellikle halk nazarında sevilen bir duruşu olanlar…
Sevilmese bile… Yani o adamın günahı, çok kısa zamanda unutuluyor astığınızda. Asmayın, atın bir köşeye, o sürekli olarak halkın gözünde yine kötü olarak gözükecektir. Burada, dediğim gibi neyi gözettiler, o konuda size açık bir şey söyleyemiyorum, ama ne gözetmişlerse gözetsinler, önemli bir hesap hatası yaptıkları kanaatindeyim. Ve Saddam bir sembol hâline gelecektir, bir bayrak hâline gelecektir. Geliyor da…
Peki hocam, Lübnan ve Filistin meselesi hakkında neler düşünüyorsunuz? Geleceğe yönelik olarak nasıl bir manzara teşkil edebilir orada?
Bana Filistin, İsrail’in elinde bir koz olarak gözüküyor. Yani ilkin denildi ki, bu Irak Harekatı başlarken –hatta Arap aydınlardan da ben bunu dinledim- “heralde” denildi, “Amerika Irak’ı işgal edecek ve arkasından Irak’ta bir Haşemî hükümdarlığı ihdas edecek ve Ürdün’ün bir parçasını, Filistin’e bağlayarak bir Filistin Cumhuriyeti kuracak.” Aklın buyruğu buydu. Yani beni Amerikalıların aklı kılsaydınız, yahut Yahudilerin aklı kılsaydınız, ben bunu yapardım. Benim gibi bir çok kişi de bunu düşünüyordu. Hiçbir şey değiştirmedi Amerika…
Değiştiremedi diyelim yada!..
Değiştirebilirdi, yapabilirdi. Yani ben mesela, Haşemî hanedanında- aklı başında bir adam olarak Prens Hasan’ı görüyorum. Prens Hasan’ı Bağdat’a oturtup, “sen kralsın” diyebilirlerdi. Büyük bir dirençle karşılaşır mıydı Irak’da Sünnîler ve Şiîler önünde? Sanmıyorum. Yani Prens Hasan sevilen bir adam. Haşemîler’in –işte- “Peygamber soyundan” gelmesinden ötürü, Şiîlerin de fazla bir tepki göstereceklerini sanmıyorum. Yani bir çok yeri memnun edebilirlerdi. Bunu yapmadılar. Yapamadılar. Bilmiyorum.
Bu da mı bir “hesap hatası”?
Bu nasıl büyük bir hesap hatası? Ve Filistin sorununu kökten halledebilirlerdi bunu yapsalardı. İsrail’den de bir parça verirlerdi. Ama İsrail’in 67’de ele geçirdiği toprakların hiç olmazsa yüzde yetmişi İsrail’de kalırdı. Akabe körfezinde Filistin’e liman verilirdi. Amman baş şehir veyahut da gene Kudüs baş şehir olurdu da Amman en önemli şehir olurdu. Bir hâl yolu bulunabilirdi. Hiç bu istikamete gidilmedi. Bu çok tuhaf bir durum. Irak’ta ne değişti? Hiçbir şey değişmedi. Yani Saddam idaresi altındaki Irak, sadece kötüleşti. Feci bir vaziyete geldi. Bugün Irak halkının büyük biri kısmı, “keşke Saddam idaresinde kalsaydık” diyor. Bu ortada olan bir şey. O bakımdan Irak’a akıl sır ermiyor. Filistin davası, hiçbir zaman bu kadar kötü olmamıştı. Ve bu İsrail’in “neresine yarıyor” ben onu çok merak ediyorum. Nesine yarıyor? Olsa olsa bunu bir çeşit “değnek” olarak kullanıyor Yahudiler. Ama sokaktaki insan rahatsız bundan eminim. Ben hiç İsrail’e gitmedim, temasım da olmadı ama düşündüğüm vakit –tabi basını da takib ediyorum-Haaretz’i filan okuyorum… Sokaktaki adam bundan rahatsız. Huzura eremedi. Ve bir devlet düşünün ki, vatandaşını rahata eriştiremiyor. Bu ne biçim devlet? İsrail’in durumu bu. O bakımdan, Filistin Dâvâsı’nı hâlletmek imkânı varken, hâlletmemenin –bu kadar ısrarla etmemenin- hikmetini ben çıkarmış değilim. Lübnan, aslına bütün Araplardaki karışıklık ve sorunlar Filistin’e bağlanıyor. Filistin’i çözdüğünüz günden itibaren, bölge de çözülecektir. Filistin çok büyük, dehşet bir muamma…
Zaten hocam, Saddam’ın asılması da bir noktada Filistin ve İsrail üzerinden…
İsrail bütün etrafını güvene bağlamak çabasında.
Saddam’ı “çıban başı olarak” göstermeleri…
“Çıban başı” olarak… Özellikle de İran Savaşı’ndan sonra…
Bush’un bir sözü vardı: “Dünyaya kötü örnek oluyordu, bize karşı direnilebileceğini gösteriyordu” demişti asıldıktan sonra biliyorsunuz.
Şimdi tabii, Bush’un etrafındaki “ağababalar” yani fikir babaları diyeyim, İngiliz Yahudi dünyasında gördüğüm en çapsız kimseler. Bu da çok manidâr bir olay. Şimdi meselâ Kennedy’nin etrafındaki adamlara bakıyorum, Nixon’un etrafındaki insanlara bakıyorum hatta şu Clinton’un etrafındaki adamlara bakıyorum; baktığımızda bundan kat be kat üstün adamlardı… Cheny gibi adam, yani nesini gördü de bunu Başkan yardımcısı yaptı. Yani bunların hepsi danışman niteliğindeki kimselerdi. Ve çok seviyesiz insanlar fikir açısından. Fikir bâbından üstün olan kimselere de itibar etmediler…
Hepsi kaçtı hocam biliyorsunuz!..
Yani itti onları. Bunu “muhafazakârlık” adına yaptıysa, Amerika’da muhafazakârlığın belini bir daha doğrultamayacağı bir uçuruma atmıştır. Yani bundan sonra mutlaka demokrat gelecek ve Amerika’yı müthiş bir aşırılığa götürecek o demokrat.
İkiye ayıracak diyorsunuz…
Ya evet öyle…
Bu geçen seçimlerden sonra, CNN Türk’te bir yorum yapılıyordu, -2004 Kasım’ında- “Amerika tarihinde hiç olmadığı kadar ortadan ikiye ayrıldı” diye… İlginç bir yorumdu. Buyrun hocam…
Aslında tabii, bugünkü Amerika’daki muhafazakârlık hattını ben onaylıyorum. Kendi içindeki bu hâdiseyi. Bu onaylanmayacak gibi değil. Daha sağlam, daha güzel… Benim açımdan tabi, tartışabiliriz.
“Kendimizi Amerikalı’nın yerine koyarsak” şeklinde…
Hatta ben İslâm açısından baktığıma bu bana ehvenîşer gibi geliyor. Yani kalkıp da o kıytırık, “ilericiler” bilmem şucular-buculara oranla, bu adamlar bana daha uygun. Ama dış siyasetine, dünya siyasetine baktığımızda bir felaket senaryosuyla karşı karşıyayız. Ve Amerika, dediğim gibi, iç dünyasında da bundan sonra bunu tam zıddına gidecektir artık. İşte bugün diyelim çocuk aldırma mı yasak, yarın buna izin verilecektir. Bugün Amerika’da işte eşcinsellerin evlenmesi mi önleniyor… Her şey değişecek ve frenleri patlamış bir araba gibi gidecek bu aşamadan sonra. Bu anlamda bu da gene bir komplo, yada o büyük bir hesap hatasıydı. Bunu da göreceğiz.
Hocam şimdi, komployu düzenlese de bir süre sonra düzenleyen de, düzenlediği komplonun tesiri altında kalıyor. Böylece iş çığırından çıkıyor biliyorsunuz…
Efendim o, İngiliz-Yahudi dünyası –dedim ya biraz önce- çok akıllı. Kendi komplolarının kurbanı oluyorlar mı? Belki çok uzun vadede… şimdi şeyi düşünüyorum: Pearl Harbor baskınında Amerika’nın açıkça cevazı vardı.
Kamuoyunu hazırlama açısından…
Hazırlama açısından cevazı vardı… Pekala o dünya kendi insanını göz göre göre yakabiliyor. Tıpkı Ziyâ-ül Hak’ın uçağını düşürdüklerinde büyük elçinin de güme gitmesi gibi… Bu bakımdan, bugün komplo olup-olmadığını –Pearl Harbor’dan sonra ne kadar yıl geçti?- 50-60 yıl sonra belki öğrenilecek. Ama bugünkü açıdan baktığımda iki ihtimal var; ya büyük bir hatadır bu ya da başka bir iştir; “zeminini hazırlama” bakımından… Belki çok aşırı bir sıçramanın zeminini hazırlıyorlar.
İlerde göreceğiz diyorsunuz yani…
Konuşan: Fazıl Duygun-Selçuk Arslan
Kaynak: http://fazilduygun.blogcu.com/teoman-durali-hocayla-roportaj/2731117
Demokrasi ve Hümanizm Batılılara Öldürme Yetkisi Veriyor! (31 Ekim 2007)
“Demokrasi ve Hümanizm Batılılara Öldürme Yetkisi Veriyor!”
nasıl anlamalı? `Göçmenler böyle ama, hepsi aptal olmayabilir’ şeklinde mi? Hayır. `Türkiye’den kaçıp üstün Avrupa’ya sığınanlar bile bu kadar geri zekalıysa, Türkiye’de yaşayanların halini siz düşünün’ demek istiyor bence. Bu, tüyler ürpertici bir zırva.
Milletlerin, toplulukların zekası şakalara konu olabiliyor. Bilim de toplulukları böyle bir ayrıma tabi tutabilir mi?
Aslında toplumlar bazı dönemlerde zihin ve duygu bakımından geri bir duruma düşebilir. Siyasi tıkanıklıklar, toplumu çözümsüz, çaresiz bırakabilir. Fakat işin esası, eğitimdir. Öğrenme, bilgilenme, görgü kazanma imkanlarını genişleten bir eğitim sistemi, toplumu açar. Bu da güvenli, huzurlu bir yaşama düzeninin tesisine zemin hazırlar.
Volkmar Weiss’in sözleri sizce hakaret kastı taşıyor mu?
Siz bir felsefeci olarak IQ testlerine itibar ediyor musunuz?
Batı İran’ı Ezmek İstemez, Hatta Sever (6 Eylül 2006)
Daha önce “Lübnan bataklık olur” diyerek uyarmıştı. Felsefe profesörü Teoman Duralı şimdi de “Lübnan savaşı İran’a saldırının ön hazırlığı mı” sorusunu yanıtlıyor. “Yahudilerin en çok sevmeleri gereken millet Fars milleti olması lazım” diyen Duralı’nın çarpıcı röportajı
Lübnan’da savaşanın İsrail ile Hizbullah değil de, aslında Amerika ile İsrail olduğu yorumları yapılıyor. Sizce de bu doğru bir tespit mi?
İran olayı çok tuhaf, esrarengiz bir olay. Avrupa Amerika (ki ikisi aynı şey, ayırmanın âlemi yok) İran’a karşı oldum olası mülayim davranmıştır. Bu belki bir ölçüde Şiilikten ileri geliyor. “Böl- yönet” taktiği var. Avrupa İran’ı hep Osmanlı’nın hançeri gibi görmeye alışmıştır. Ne zaman Osmanlı sefere çıksa, İran onun arkasına düşmüş. Bunu hazırlamaya çalışıyor Avrupa oldum olası. Bu bir. Dini açıdan, ilahiyat bakımından Caferilik çok mu farklıdır, ayrı bir kol mudur? Tartışmaya açık bir şey. Ben buna girmiyorum, girmek de istemiyorum. Bu bizim en önemli kırılma noktamızdır, duyarlı olduğumuz hadisedir.
Ancak siyasi anlamda İslam’a düşman olan emperyalizm hep bu ayrılmayı, farklılığı aleyhimizde kullanmaya çalışmıştır. Bu, görülür, anlaşılır, bizim fazla çalışmayan beyinlerimizin algılayabildiği, idrak edebildiği bir olay. Ama idrak etmediğimiz, görmediğimiz çok önemli bir hadise daha var. Kuzey Avrupalı, İngiliz, Felemenk, Alman, buna Fransız’ı da katabiliriz , -daha önce dediğim gibi Amerika da bunun devamıdır, ayrı bir bahis açmanın âlemi yok- İran’ı Âri ırkından görüyor. Batıda, bütün o aydınlanmacı-insancı nutukların arkasında cılk bir ırk önyargısı vardır ve bunda sağcı-solcu, ilerici-muhafazakâr diye ayrılmazlar. Ben en ilericilerinde, en mangalda kül bırakmayanlarında bile çok kazıdığında, ya da Freud’un deyişiyle bilinçaltları su yüzüne çıktığında, bu vasfı, bu keyfiyeti görüyorum. İran’ı da kendilerinden saymışlardır hep.
Yani?
Bakıyorsun mesela, aydınlanma çağının önde gelen şahsiyetleri, yazarları-çizerleri filan, en çok nereye meyletmişler? İran kültürüne. Bilâkaydüşart İran’a, Farsa büyük bir eğilim olmuştur. Doğuda, kendi dünyalarının dışında, kendilerinin bir adacığı gibi görmüşlerdir İran’ı. Buna tabii Hind’i de katmak lazım, Hind’in Ari kesimini, Dravit ırkından olmayan kesimini. O bakımdan kolay kolay bugün ABD veya başka bir Batılı güç, “İran’ı dümdüz ediyorum” diye yola çıkamaz. Yani İran bir ikinci Afganistan, Irak olmaz.. Güç yetse bile. Kuzeybatının entelektüel kamuoyu, düşünen yazan-çizen kamuoyunda İran’a karşı bir duyarlılık vardır. Yunan’a duydukları eğilimin tıpkısını İran’a da duymuşlardır. İran’ın Hint-Avrupalılığını gösterdiğine inanmışlardır.
Ne anlamda? Nasıl?
Birincisi Şiiliğiyle. Onlara göre Müslümanlık kabaysa, ilkelse, vahşiyse, şuysa buysa, bunu o Âri İran, Şiiliği benimseyerek ve onu bir çeşit milli özellik haline getirerek medenileştirmiş, inceltmiştir. Çağdaş Avrupa’nın önde gelen filozoflarından Corbin mesela, işi gücü bırakıp kendini tamamen buna vermiştir. Ve orada, yani ancak Şiilik kesiminde felsefi değerlerin bulunduğunu ortaya koymuştur. Özellikle Fransa’da çok öne çıkmıştır bu husus. Felsefe insanın en yüksek faaliyetidir. Aklın ışıdığı sahadır, bilimin annesidir vs. Avrupa da genellikle İslam’da felsefenin olmadığını öne sürmüştür. İstisnası ise Şiiliktir, İran’dır. Bütün bunları düşündüğümüzde İran’ın kolay kolay bir saldırı hedefi haline getirilebileceğini sanmıyorum. Ancak
Ancak?
Ancak İsrail İran’ın nükleer silah konusunda çok donandığı bilgisine ulaşır veya zehabına kapılırsa O zaman başka. Çünkü İsrail’in bir dediği iki edilemez.
Ne olur bu durumda?
Durum değişir. Zaten bana öyle geliyor ki, İran’ı bugünlerde çok sıkıştırıyorlar, “yapma” diyorlar İran’a, “n’olur yapma! Seni incitmek, seni kırmak, hele hele öldürmek hiç istemiyoruz. Biz seni seviyoruz. Fakat bak, bizim can damarımız İsrail, senden çok çekiniyor, kaygılanıyor, bırak bunu! Ne istersen yapacağız, İsrail’i artık kaygılandırma da, bu işi halledelim” Burada doğrudan doğruya İslamla olan bir karşıtlaşmayı görmüyoruz.
İsrail’le İran arasındaki mesele nedir o zaman? O nereye dayanıyor?
Aslında o bir muamma. Çünkü Yahudilerin en çok sevmeleri gereken millet de Fars milleti olması lazım. Adamları Babil esaretinden kurtardılar, götürdüler Kudüs’e yerleştirdiler. Tapınağı yeniden inşa etiler vs. Ama Yahudiler her şeyi unuturlar. Ayrıca, İran, söylemeye gerek yok, büyük bir devlet. Tarihin bugün Çin’den sonra yerli yerinde duran en eski devleti. Yaşayan bir fosil gibi. Bu eskiliğinin, bu büyük medeniyet mirasçılığının marazı depreşti İran’da. “Ben öyle 10., 20. sınıf bir devlet değilim, beni dikkate alacaksınız” diyor. Zaten Humeyni ihtilalinin de arkasında İran milletinin aşağılanmış olmaya tepkisi vardır. Büyük milletleri sürgit aşağılayamazsın. Çok fena silkinirler. Bunu Birinci Dünya Savaşı’nda Versailles anlaşmasından sonra Almanya’nın aldığı tavırda görebiliyoruz. İran da buna bir örnektir. Humeyni büyük bir önder olarak gelmiştir İran’a, milleti Şah zamanındaki ezilmişliğinden çıkarmaya.
Gerçi Şahın da iki dönemi var. Uşaklık ettiği dönem ve “artık yeter” dediği, “artık sizin dümen suyunuzda gitmeyeceğim, kemdi başımın çaresine bakacağım” demeye başladığı, yani “suyunun ısındığı” dönem. Tabii İngiliz-Yahudi emperyalizmi iyi göremedi, onlar da Allahu Taala değil tabii, hesap hatası yapıyorlar, Humeyni’yi Şahın önünü kesmek için, “Şahla birlikte şahlanacak İran” ülküsünün önünü alabilmek için kullandılar. Fakat Humeyni istediklerini vermedi, tam tersi çıktı. Aynı hatayı Stalin’le yapmışlardı. Sovyet olayını elli yıl önce durdurabilirlerdi, Stalin konusunda hesap hatası yaptılar.
Dünyada, Ortadoğu’da temerküz eden bir din savaşından söz ediliyor. Lübnan da son cephe, deniliyor. Şu halde İran bu din savaşında taraf değil mi?
İran olayı doğrudan doğruya İslam’la çatışma olayı değil. Burada başka ince ayrılıklar var. İngiliz-Yahudi dünyasının istemediği bir mücadele var ortada. Bu, bize karşı 1840’lardan itibaren yürütülen savaşa benzemiyor. Biz yok edilmek istendik, tümüyle ortadan kaldırılmak istendik, çünkü İslam’ın çekicisi, lokomotifi, motoruyduk. Bizim arkamızda da bir Ârilik duvarı yoktu.
Gayet net söylüyor Llyod George: “Bu adamlar Orta Asya’dan inmiş bir sürüdür, geldikleri yere geri gönderileceklerdir.” Arapların büyük kültür başarılarını takdir etmelerine rağmen Araplara da sevgi dolu gözlerle bakmıyorlar, bakamıyorlar, çünkü Sami ırkından onlar da. İran’ın ikircikli durumu var. İslam, gerek Müslümanların, gerekse Müslüman olmayanların gözünde Sünnilikle çakıştırılmıştır. Şiilik olayına, Humeyni hadisesine mesela Avrupa çok şaşırmıştır. Ne yapacaklarını bilememişlerdir 1979-80lerde. Nasıl tepki göstereceklerine karar verememişlerdir. Böyle bir hareket, İslam devrimi hareketi diyelim, Türkiye’de, Mısır’da, Sudan’da patlak verseydi, tavırları çok açık olurdu. Ama İran’da ortaya çıkınca, çok şaşırdılar, elleri ayakları dolandı, ne yapacaklarını, nereye koyacaklarını bilemediler. Bugün Batı Asya’da cereyan eden savaşın, evet, biraz önce dediğimiz gibi İslam’a karşı yürütülen bir Haçlı Seferi yönü var, ancak İran’ın durumu burada farklılık arz ediyor. Onu aynı denklemin içine yerleştirmek bizi hesap hatasına götürür.
ABD’nin Ortadoğu’da ve Asya’da peş peşe giriştiği savaşların İran lehine sonuçlar doğurduğu tezi de var zaten. Siz de buna katılıyor musunuz? Nasıl anlamak gerekir bunu?
2001’den, 11 Eylül hadisesinden bu yana Batı Asya’da gelişen her şey İran’ın lehine oldu. Taliban’ın götürülmesi, Saddam’ın indirilmesi Nerden bakarsan bak, sürekli olarak İran’ın lehine işleyen bir süreç söz konusu. Bana öyle geliyor ki İran kalkıp da “Kardeşim, tamam, ben şartlarlınızı kabul ediyorum, İsrail’le elele kolkola yürüyeceğim, hiçbir sorun çıkarmayacağım” dese, İran’ı ihya edecekler. Mollalar gitsin filan gibi dertleri yok. Herkes yerinde kalacak. Yeter ki şu İsrail’i her ne kerametse tehdit etme, varlık şartını ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, diyorlar.
Fakat İran da bunu yapmak zorunda, çünkü İslam dünyasını önderliğine soyunmuş. Yani bizim bıraktığımız boşluğu doldurmak istiyor. Bu çok zor. Sözüm ona mezhep ayrılığından ötürü İran’ın bunu başarması çok zor bir iş. İran’ın bunu başarabilmek için olağanüstü köklü ve kökten girişimlerde bulunması lazım. Bu nerden geçiyor? İsrail düşmanlığından. Bugün Batı Asya’nın batı yakasında; Filistin’de, Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta İran olağanüstü bir itibar biriktirdi. Müthiş. Bunu Arap yarımadasına da, Mısır’a da yaymak istiyor. Böyle bir siyaseti var. Ben dünya devletiyim, “hadi ABD’yle aşık atıyor olmayayım, ama hiç değilse Çin’le, Rusya’yla aynı yerde görüleyim” diye düşünüyor. Zamanla bunları da geçip ABD’ye karşı ikinci bir kutup oluşturmayı bile kafalarının arkasında bir yerde tasarladıklarına inanıyorum. Bunun için de İslam dünyasını arkasına almaları lazım.
Lübnan’a asker yollamaya hazırlanan Türkiye bütün bu inceliklerin farkında mı peki? Buna göre mi bir pozisyon alıyoruz?
Ortada bir İslam’a karşı çekilmiş kılıç var, bu hadisenin içinde İran da bulunuyor, ama İran denklemde doğal görülebilecek bir unsur değil. Yani bu kitapta İran’a ayrı bir bölüm açılması lazım. İran’ın durumu farklı. Bunu bizde kurmaylar, sivil olsun asker olsun, ne kadar görüyor, görebiliyor, bilmiyorum. İşitmedim. Bugüne kadar şu konuştuklarımızın herhangi bir ipucunu alamadım. Bilindiğini, görüldüğünü de sanmıyorum. O duyarlılık yok bizde. Bizim en az tanıdığımız dünya Avrupa. Hiç tanımıyoruz. Hiç bilmediğimiz bir dünya Avrupa. Psikolojisinden tümüyle habersiziz. Yekpare bir Avrupa yok. Ama parçalarından yansıyan ortaklık varsa, bunu hiçbir biçimde tanımıyoruz. Tanımadığımızdan da sürekli hem kendi kendimizle ilgili, hem de dışarıyla ilgili hatalar yapıyoruz.
Prof. Dr. Teoman Duralı Hocamızla Raportaj (Kasım 2006)
Araştırmacı Yazar Mehmet DERİ’in Değerli Hocamız Teoman DURALI ile yapmış olduğu röportajı bizlerle paylaştığı için teşekkür ediyoruz.
Kasım 2006’da, Sayı: 220, İlkadım Dergisi için Prof. Dr. Teoman Duralı ile
yaptığım röportaj
Yazılarınızda sık sık Çağdaş/ Küresel İngiliz-Yahudi Medeniyetinin temelini oluşturan sermayeciliğin, sömürgeciliğin ve emperyalizmin birbirleriyle payanda, iç içe geçmiş daire gibi olduğunu söylüyorsunuz. Bu bağlamda sermayeciliğin, sömürgeciliğin ve emperyalizmin; kapitalizm ve sekülerizm ile olan ilişkisini tarihî arka plan ve günümüz açısından değerlendirir misiniz?
On altıncı yüzyıl sonlarında Avrupa’nın batısı ile kuzeybatısında yeni bir oluşum baş göstermiştir. Oluşumun merkezi Fransa’ydı. Katolikliğe karşı on ikinci yüzyıldan beri esen yel, artık fırtına boyutlarına erişmekteydi. Tanrıdan el almış ruhban taifesine karşı ruhban olmayan zümre kalkışma halindeydi. Ruhban olmayan, yani laik zümre de asilzade, savaşçı (şövalyeler mesela) toprak zadegânı, fakir fukara zanaatkâr, rençber ile toprak köleleri olmak üzere sınıflara ayrılmıştı. On üçüncü yüzyılda toprağından kopmuş zadegân ile el emeğiyle maişetini temin etmeyen kişilerin oluşturmağa başladığı yeni bir sınıf zuhur eder olmuştur. Bunlara kentsoylu/burjuva denilmiştir. Toprak zadegânının Ortaçağdaki derebeyliği düzenine karşı kentsoyluların arasında bir ideoloji ortaya çıkar olmuştur: Hürriyetçilik (Liberalizm). Hürriyetçilik, on sekizinci yüzyılın ortalarında Felemenk’te, ama bilhassa İngiltere’de yerini yeni bir ideolojiye terk etmiştir: Mali Sermayecilik (finans Kapitalizm). Bunun iki kurucu unsuru olmuştur; toprağını terk eden İngiliz zadegânı ile para işleriyle uğraşan Yahudiler. Bunlar, İngiliz zadegânının teşebbüs gücünü paraları ve bilgileriyle desteklemişlerdir. Bu izdivacın sonucunda ABD doğmuştur. Üretileni pahalandırmadan kâr hadlerini yükseltmek için ele geçirilmiş sömürgelerden, hammaddenin ucuza kapatılması elzem olmuştur. Gelişmeye kapalı bir felsefe sistemi demek olan ideoloji, insanüstü ve doğaötesi bir kudretin inayeti olduğuna inanılan dinin yerini alır olmuştur. 1789 Fransız ihtilali yoluyla ideoloji ve onun siyasi ile iktisadi düzenleri İngiltere’den Fransa üzerinden Avrupa’ya sokulmuştur. 1787-88’den itibaren de ABD’de boy göstermiştir. Sömürgeciliğin ve onun dünya çapındaki silah ve öğretim yolu ile yaygınlaştırılışının (emperyalizm) günümüzde aldığı biçim “küreselleşmedir”. Bu bağlamda; sermayecilik, sömürgecilik, emperyalizm ve küreselleşme daire daire iç içedirler ve birbirlerinden beslenip birbirlerinin destekçisidirler. Sermayecilik ideolojisinin dayanağı ise emperyalizmdir. Küreselleşme, emperyalizmin bir görünüşüdür, cephesidir. Bütün bunlar benim, Çağdaş İngiliz – Yahudi Medeniyeti diye isimlendirdiğim ideolojinin en önemli boyutlarını oluşturur.
“Çağdaş/ Küresel İngiliz Yahudi Medeniyetinin amacı düşünmeyen, merkezin emrini yerine getiren, vicdandan mahrum kimseler oluşturmak. Bütün bunları da hafızamızı silerek bizleri kimliksiz ve düşüncesiz bırakmak; dolayısıyla direnme gücümüzü yok etmek için yapıyor” diyorsunuz. O halde hafızamızı, yeniden ve doğru bir şekilde inşa etmek, kendi temel dinamiklerimizle düşünebilmek, aslî kimliğimizi bulmak ve direnme gücümüzü kazanmak için neler yapmalıyız? Bu konuda bizlere ne gibi görevler düşmektedir?
Her şeyin başı öğretim ve öğrenimdir. Aileden başlaması elzem olan Müslümanlık terbiyesi, okulda öğretimle devam etmelidir. Bu öğretimin en önemli kısmı, eski yazımızın ve buna muvazi klasik dilimizin (Osmanlı Türkçesinin) doğru düzgün öğretilmesidir. Matematik ile doğa bilimlerinin yanı sıra sağlam, İslam ağırlıklı milli tarih, dört başı mamur (divan edebiyatı) edebiyat ile Türkçe dilbilgisi, zengin söz dağarcığı (Türkçenin tekrar İslamlaş/tırıl/ması) ile hem nazariye hem de uygulama yoluyla dini ve ahlaki değerler kazandırılmalıdır. Bu söylediklerim, ilköğrenim sıralarından başlayarak ortaöğretimin sonuna değin sürmelidir. Böylece kaybettiğimiz hafızamızı tekrar kazanma imkânını elde edebiliriz. Eğitim-öğretim-öğrenim büyük değişim ile dönüşümün devindiricisidir (dinamo). Gerek orta gerekse yükseköğretimde İngilizce öğretilmeli, üstelik yoğun bir biçimde. Bununla birlikte, ecnebi dilde öğretim yapılmamalı. Basın-yayın, reklâm ile müstehcenlik furyalarının önü kesilmelidir.
“Küreselleşme bütün insanları tek bir biçimde giyinmeye, yemeye, içmeye, yaşamaya ve düşünmeye zorlamaktadır. Küreselleşmeye göre her insan, üniforma giymiş gibi ‘tek tip’ olmalıdır” gibi haklı ve de doğru bir tespitiniz var. Buna göre çağdaş/küresel medeniyetin tek tipçi anlayışı ile İslam’ın çoğulcu anlayışını mukayese eder misiniz?
Cinayet, hırsızlık, zina ve benzeri kamu suçu işlemek, sömürmek, suiistimalde bulunmak, çıplaklık/müstehcenlik, domuz eti yemek, alenen oruç bozmak türünden İslâm şeriatının “kamu”yu ilgilendiren yasaklarını çiğnemeyen tasarruflarda bulunulmadıkça, İslam medeniyeti dairesinde yer almış tek tek kültürler, âdet, gelenek ve göreneklerini sürdürmüşlerdir. Bunlar arasındaki çeşitlilik, renklilik dikkate şayandır, zenginliğin bir göstergesidir.
Hocam muhterem şahsınızın “Çağdaş Küresel Medeniyet” isimli çalışmanız var, bu çalışmanız Türkiye Yazarlar Birliği tarafından araştırma-inceleme ödülü almıştı. Bu çalışmanızı hangi ihtiyaç doğurdu ve bu çalışmanızla arzuladığınız hedef/ hedeflere ulaşabildiniz mi?
Sadece şu yahut bu toplumdan ibaret değil; artık, bütün insanlığı, bu arada kendi hayatımızı baştan aşağıya belirleyen çağımız medeniyetinin adı yok. Bilmenin ilk vazgeçilmez şartı, bilinmek istenenin adıdır. Çağdaş medeniyetin adı, aslı, esası nedir; nereden gelir, nereden kaynaklanır? Onu belirleyen kültürel, tarihi ile iktisadi boyutlar nelerdir? Bu sorulara felsefece sağlamlığı ve temellendirilmişliği temin olunmuş cevaplar bulmaktan daha acil, daha hayati bir ihtiyaç olabilir mi? İşte, bahse mevzu olan kitap, bu ihtiyaçtan hâsıl oldu.
Çağımız Müslümanlarının İslam eksenli bir medeniyetin yeniden inşası için hazır olduğu söylenebilir mi? Eğer hazır değilse, mevcut hazırlıklar için temel kriterlerimiz neler olmalıdır?
Hazır değil. Milli olsun yahut olmasın mahalli ve mevzi kültürler üstü bir kültür âlemi demek olan medeniyetin, bağrından yükseldiği, temel belirlenimlerini kendisinden devşirdiği bir odak vardır. O odak, medeniyetin merkez kültürüdür. Miladi 1200’lerin ortalarından itibaren İslam medeniyetinin merkez kültürü konumunu Türkler; Araplar ve İranlılarla paylaşmağa başlamışlardır. Günümüzde yeniden yapılanıp tersim olunacak İslam medeniyetini taşımağa hazır bir merkez, kültür şu an ufukta gözükmüyor. Ayrıca medeniyetin ‘mimari’sini gösterir şablondan, yani felsefe-bilim sisteminden tümüyle yoksunuz. Mesela yine, klasik İslam medeniyetinin ‘mimarbaşı’ (merkez mütefekkiri) Gazali’ydi. İşte böyle bir mütefekkir ve onun sisteminden mahrumuz. Din olarak Müslümanlık, “adalet” ve “ahde vefa” esaslarını vazeder. Dinden nemasını alan medeniyet de aynı şekilde “adalet” ile “ahde vefa”yı baş tacı etmiştir. Bundan böyle de etmelidir. Bu ne demek? Sömürünün, kötüye kullanmanın yasak olmasıdır. Helal olan, alın teriyle edinilmiş gelirdir. Sömürüyü kendine merkez kılmış malî sermayecilikle İslam’ın bağdaşması imkânsızdır.
İslam’ın öngördüğü medeniyet paradigması ile Çağdaş/ Küresel İngiliz Yahudi medeniyetin öngördüğü medeniyet paradigması arasındaki belli başlı farklar/ farklılıklar nelerdir?
Maneviyatın ve onun kurumlaşmış hali olan dinin, insan elinden çıkma maddeci/maddiyatçı ideolojinin yerine ikame edilmesi. Hak ve adalet düsturunun esas alınması, Allaha ve diğer insanlara karşı ödevleri bakımından insanın birey olması, buna karşılık siyaset ile iktisatta toplumculuk dayanışmacılık.
Allah’a kul olan insan bireyi, mantıkça, kul olan başka bir insan bireyinin kölesi olamaz.
Allah ile her birey birebir karşı karşıya, yan yana, iç içedir. Araya bir başka var olan giremez. Müslümanca yaşamak, aşırılıklardan kaçınıp orta yolun yolcusu olmayı gerektirir.
Kişiler, menkul ile gayrimenkul cinsinden emek mahsulü mal-mülk sahibi olabilmelerine karşılık, zekât, öşür ve benzeri vergilerle, tekelleşme ile aşırı zenginliğe çıkan yol önlenir. Emek bir ibadet türüdür. Meşru miras hakkı dışında emek dışı gelir, haramdır. İnsanlara hizmet etmeyen yahut edemeyen işe yaramazların dahi insanca yaşama hakkı olmakla birlikte, üstün hizmet erbabının itibarı ile maddi refah seviyesini paylaşamazlar. Seviyenin tek ölçüsü, “ihlâs”tır. Eşitlik, bir tek, hukukta kanun karşısında olur. İsraf, şımarıklık, kibir, edepsizlik kötü olup mutlaka kaçınılması gereken durum ve tavırlardır. Bunlara yol açacak, sermayecilik (kapitalizm) türünden iktisat düzenleri eksenin bir ucunda sefilliğe, öbüründeyse sefihliğe zemin hazırlar. Her iki uç, insanlık için felakettir.
Toplumun terbiyece, edepçe, namus ile şerefçe; ilim, irfan, bilgi ile görgü bakımından en mümtaz, seçkin zümresi ulema şurasıdır. O, kamuyu ilgilendiren kararların, kanunların son onay makamı, danışma meclisidir. Bir çeşit senatodur.
İşlerin en müşkülü ahlaklı yaşamadır. Ahlak din kaynaklıdır. Kişiyi, ahlakî yaşamaya alıştıracak yol yordam ise ibadettir. Eğitimin, talim ve terbiyenin esasında ve özünde ibadet bulunur.
Din, yaşatır; hayata hizmet eder. Tersine, hayat, dine hizmet edemez. Bu anlamda din, doğrudan siyasetin aracı olarak kullanılamaz; beşerî ideoloji kılığına sokulamaz. Kutsal din adamları sınıfı İslam’la kabili telif değildir. Seçkin ulema zümresi de, kutsal din adamları sınıfı sayılmaz. Allah karşısında bütün insanlar kuldur. Kul üstü insan olamaz. Üstün ile alçak şeklinde ırk, kavim, dil ve cinsiyet ayırımı yapılamaz. Meslekler cihetinden farklılıklar var olmakla birlikte, sınıf farkı olmaz.
“Avrupalı sömürgeci ülkeler, gittikleri yerleri sömürgeleştirirken sadece o yerlerin maddî kaynaklarına el atmakla kalmamışlar, aynı zamanda Hıristiyanlığı da sömürdükleri ülkelere taşımışlardır. Ve yine Avrupalılar; alışkanlıklarını, kültürlerini, zevklerini ve dillerini de sömürdükleri ülkelere taşımışlardır” diyorsunuz. Bu bağlamda, Avrupa’daki sömürgeci/ emperyalist/kolonyalist hareketlerin; Hıristiyan misyonerliğinin altyapısının oluşmasında ve dünyaya yayılması/yaygınlaştırılmasındaki rolü nedir?
Hıristiyanlık, sömürgeciliğe, emperyalizme yarasın diye ortaya çıkmadı. Tersine, Müslümanlık gibi, saf/tahrif edilmemiş Hıristiyanlık da sömürü ve sömürgeciliğe tümüyle karşıdır. Hz. İsa’nın bildirdikleri, dediklerimin delilidirler. Ne var ki Hıristiyanlık tarihi seyrinde, Batı Avrupa’da, bu arada İngiliz’in elinde inhiraf ettirilip tahrip olmuştur. İşte şu saptırılmış/tahrif edilmiş Yeniçağ Batı Avrupa Hıristiyanlığı, sömürgecilik ile emperyalizmin akıncısı rolüne soyun/durul/muştur. Hıristiyanlaştırılmak suretiyle yerli halklar, boyunduruk altına alınmağa hazır hale getirilmişlerdir. Sürecin başını çeken eğitim ve öğretim olmuştur. Kilise, okul; papaz/keşiş de öğretmendir aynı zamanda. Hıristiyan şeriatı İngiliz’in, Felemenklinin, İsveçlinin, Fransız’ın, İspanyol’un, İtalyan’ın, Portekizlinin kültür çerçevelerinde tedris olunmuştur. Bununla ilgili örnekleri “Çağdaş Küresel Medeniyet” adlı kitabımda ayrıntılı olarak veriyorum.
AB’ye girişimizle birlikte ayağımızın altındaki tabure çekilecek ve idamımız infaz edilecek. Bizi AB’ye ancak bölerek alabilirler. Elden geldiğince çok parçaya bölüp ardından AB’ye alacaklar.” diyorsunuz. AB’nin ülkemizi bölmek için oluşturacağı senaryolar hakkında okuyucularımızı bilgilendirir misiniz? Bu bölünmeye karşı bizlere düşen görevler ve almamız gereken tedbirler nelerdir?
Bölünmemizi canla başla savunan, emperyalizme kendilerini satmamış olduklarına inanan kimi gafil ahmaklarımız, kurulacağını umdukları milli devletin de on parçaya bölündüğünü gördüklerinde gaflet uykusundan uyanacaklar. Ama artık iş işten geçmiş olacak. Örnek mi? Pek çok örnek var. Osmanlı Devletini yıkanlar, sözgelişi birleşik bir Arap devletine mi kavuşmuşlardır? Nerede gezer? Yugoslavya, Sovyetler Birliği, Hindistan… Say sayabildiğin kadar. Sırada kapı komşumuz Suriye, İran; Nijerya ile Endonezya var. İş, bir kere bölünmekte kalmıyor. Bölünenler de bölünüyor. Ta nereye dek? Herhalde aşirete, kabileye dek. Belki onları da akraba taallûkata kadar bölecekler. Milletler, toplumlar, devletler parçalandıkça sömürü de kolaylaşır. İşte, bugün bizlere kıyasıya bir biçimde dayatılan formların anlamı da, bu bölünmeyi kolaylaştırmayı amaçlamaktadır. Lahmacun ve kokoreç yemeyeceksin, diyerek, Noel’inden paskalyasına kadar kendi formlarını iyice yerleştirecekler. Bu işin bir ayağı da içeriden yürütülüyor. Peygambersiz Müslümanlık gibi saçmalıklarla, geçmişteki kimliğimize dair ne kadar dayanak noktamız varsa elimizden alınmaya çalışılıyor. Yukarıdan birileri de bu süreci hızlandırmaya çalışıyor.
Türkiye’yi, şu anki mevcut durumuyla, keyfince boyunduruk altına alıp sömürmek, koca bir somun ekmeği bir lokma halinde yutmak gibi bir şey. Hâlbuki bölüp parçalayarak bunu ne kadar da kolay becerebilirler. İşte örnek, Yugoslavya; Sovyetlerden koparılmış Gürcistan. Bölünmeğe, parçalanmağa bir türlü doyamıyorlar.
Bir nebzesi dahi kalmış olsa; insaf, izan, şeref ve haysiyet sahibi her bir kişi, ülkesinin, vatanının bölünmesine, parçalanmasına karşı var gücüyle çıkmak, savaşmak mecburiyetindedir. Bu, doğmuş doğmamış çocuklarımıza, torunlarımıza, bilcümle gelecek nesillerimize karşı boynumuzun borcumuzdur. Ecdadımıza da kan ve can borcumuzdur.
Son olarak neler söylemek istersiniz.
İnsanlık, dinin yanlış anlaşılması ile dünyevi çıkarlar uğruna kötüye kullanılmasından çok çekmiştir. Bu suiistimale tepki olarak ortaya çıkmış ve dini gündemden düşürmüş, dine cephe almış olan Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş Küresel İngiliz-Yahudi medeniyetlerinin yol açtıkları vahşetten de bir o kadar acılara katlanmıştır. Yirminci yüzyıl bildirdiğimizin en açık ve seçik kanıtını sunmaktadır. Hakikat “tek”tir. Hakikate götüren itikat ile ibadet yollarıysa çok çeşitlidir. Kimi dolambaçlı, dönemeçlidir; kimisiyse düz otoyoldur. Dârül-İslam’da hepsi ve her biri hoş görülür.
HAYATI:
1947 yılında Kozlu/Zonguldak’ta dünyaya geldi. İlköğrenimini Zonguldak’ta, ortaöğrenimini ise TED Ankara Koleji’nde tamamladı. Daha sonra girdiği İstanbul Üniversitesi’nde lisans (1973), lisansüstü ve doktora (1977) derecelerinde biyoloji ve felsefe öğrenimleri gördü. 1975’te asistan, 1982’de doçent, 1988’de ise profesör oldu. Hocamız, Dünya Bilim Tarihinde Biyoloji Felsefesi üzerine ilk eser veren saygın bir bilim adamıdır, hem biyolojiden hem de felsefeden iki(2) doktora sahibidir. 1988’den bu yana İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Felsefe Tarihi Ana Bilim Dalı Başkanı olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
KİTAPLARI
1. “CANLILAR SORUNUNA GİRİŞ / Biyoloji Felsefesiyle İlgili Araştırma”, 1. baskı: İst. Üniv. Ed.F. Yayımları: 3102, İstanbul, 1983; 2.baskı: Remzi Kitabevi, İstanbul, 1982 (87-34-Y-0030-0013. Temel dizi: 16).
2. “BİYOLOJİ FELSEFESİ / Canlı ve Kültür Sorunlarını Araştırma Alanı”; Akçağ Yayımları (81), Ankara, 1992. (ISBN: 975-7568-85-6. İnceleme-Araştırma: 19).
3. “ARİSTOTELESte BİLİM ve CANLILAR SORUNU”; Çantay Kitabevi, İstanbul, 1995 (ISBN 975-7206-01-6).
4. “YENİÇAĞ AVRUPA MEDENİYETİNDEN ÇAĞDAŞ İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNE”; İz Yayımcılık, İstanbul, 1996 ISBN 975-355-206-8).
5. “A NEW SYSTEM of PHILOSOPHY-SCIENCE from the BIOLOGICAL STANDPOINT”; Peter Lang (Europäischer Verlag der Wissenschaften), Frankfurt/Main – Berlin – Bern – New York – Paris – Wien, 1996 (ISBN 3-631-492154; US-ISBN o-8204-3152-4).
6. “GILGAMIŞ DESTANI” (Giriş ile Tercüme: Teoman Duralı); Çantay Kitabevi, İstanbul, 1998.
7. “FELSEFE-BİLİMe GİRİŞ”; Çantay Kitabevi, İstanbul, 1998 (ISBN 975-7206-202)
8. “ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET/ Anlamı/ Gelişimi/ Konumu”; Dergâh Yayımları, İstanbul, 2000.
9. “TEOMAN DURALI’YLA ÜÇ KONU/ŞMA / Bilim – Felsefe – Evrim Teorisi”; İstanbul Yayımları, İstanbul, 2002.
10. “SORUN NEDİR?”; Dergâh (ISBN 975-995-033-2), İstanbul, 2006.
11. “FELSEFE-BİLİM NEDİR?”; Dergâh (ISBN 975-995-026-X), İstanbul, 2006
Konuşan. Mehmet Deri
Kaynak: http://www.sosyalbilgiler.gen.tr/prof-dr-teoman-durali-hocamizla-raportaj/
Prof. Dr. Teoman Duralı ile “Medeniyet Tartışması” Üzerine… “Cihanşümul Zulüm Var” (Ocak 2009)
Çağdaş medeniyetin temel ideolojisi “mali sermayecilik” tir. Bunun atlanmaması gerekir, çünkü bütün kapıları açacak olan anahtar kavram odur. Bu, yaklaşık olarak 1600 lerin ortalarından beri oluşup gelmekte olan bir süreçtir. Bu süreç içerisinde sermayenin bağımsızlaşması olayı vardır. Başka bir deyişle sermaye sahibinin atılımlarını ketleyecek bir merciin olmamasıdır. Çok kaba hatlarıyla anlatıyorum. O dönemlerde sermayeciliğe sınır koyabilecek merci din olunca dinin gündemden çıkarılması zarureti ortaya çıkmıştır. Bu hareket ilk önce Fransa’da belirmiş, İngiltere daha değişik bir yol izlemiş ve dini gündemden çıkarmaktansa dini kendi izlerine koşmayı yeğlemiştir. Sonra Anglikan kilisesinin kurulduğunu görüyoruz. Kilise bir bakıma devletin ve devleti yöneten çıkar öbeklerinin menfaatlerini meşrulaştırıcı bir müessese olmuştur. Hristiyanlık, Katoliklik devlet üstünde ve devlete hakim olma iddiasında iken bu ortadan kaldırılmış, din devletin çıkar öbeklerinin emrine girmiştir. Fransa’da ise 1789 ihtilâliyle devlet ve din tamamen birbirinden ayrılmış ve din kendisine hasredilmiş, bir köşeye itilmiştir. Aynen ortaçağda Yahudilerin küçük mahallelere, gettolara sıkıştırılması gibi.
Sermayeciliğin temelinde dünya hayatı vardır ve bu dünya hayatı da rahatlığa ve kazanca dayanır. “Ben rahat ettikten ve kazandıktan sonra başka bir şeye ihtiyacım yok” anlayışı vardır. Sermayeciliğin temel anlayışı budur. Bu gelişmelerin altında oluşan dünya görüşünün adı da “pozitivizm” dir. Pozitivizme göre evrenin her parçası fizik yasalarına göre çalışır. Fizik yasaları da açıktır. Makine örneğin çalışır, gizlisi kapalısı esrarengiz bir tarafı yoktur. Sebep-sonuç bağlantılarına ve akıl yürütme silsilelerine uygun işler. Böylelikle sermayecilik pozitivizmden bu anlayışı da alarak bu hayatın dışında bir hayatın varlığı ya da yokluğunu düşünmez. Buna da bilinmemezlik (agnostisizm) deniyor. Sermayecilik açık açık “ben Tanrıyı “tanıyorum” da “tanımıyorum” da demiyor. “Bu benim işim değildir” diyor, “isteyen tanır, istemeyen tanımaz ama benim yolumda Tanrı filan yoktur, kazanç vardır” şeklinde bakıyor.
Maliyeti alabildiğine düşürüp satış ile maliyet arasındaki mesafeyi açıp kâr haddini yükseltmek en büyük hedeftir. Maliyeti düşürmenin yolu ise işlediğimiz maddeyi çok ucuza, mümkünse bedavaya elde etmektir. Burada maddenin kendisi ve maddeyi ortaya koyacak insanlar vardır. Bu insanlar eğer benim gibi iseler onların maliyeti yüksek olur. Eğer onlarla aynı memlekette yaşıyorsam asgari onlara bazı hakları vermem gerekir. Halbuki kültürce, tipce bana benzemeyen, benim gibi olmayan insanlara işlerimi yaptırabilirim. Zaten bu anlamda ben onlara insan gözüyle de bakmıyorum. Onlar bir çeşit hayvanla insan arası bir yerdedirler. İşte burada da pozitivizm gibi sermayeciliğin işine yarayan çok önemli etken “evrimciliğin” devreye girdiğini görüyoruz. Türlerin birbirine dönüşüp dönüşmediğibilimsel alarak başka birşeydir ama onun ideoloji haline getirilip sermayeciliğe eklemlenmiş hali başka bir hadisedir.
Bunları iyi görmek gerekir.
Kısacası bu yaratıkları veya insanları kendi hedeflerim doğrultusunda kullanırım. Topraklarını da kendime bağlarım, benim mülküm olur, dolayısıyla maliyet yükünden kurtulmuş olurum. Boğaz tokluğuna çalıştırdığım bu adamlar bana hiçbir şekilde karışmazlar, ülkeme gelmezler, elde edilmiş ülkede benimle birlikte yaşayamazlar, insansalar bile ayrı sınıflardır.
Sömürgeciliğin bu safhasından sonra zamanla mamul malların satışında pazar sorunu ortaya çıkmıştır. Ben bu malları üç beş yere satıyorum ama orası da doyuyor, yeni satış merkezleri lâzım. Önce malı temin ettiğim ülke ve insanları pazara dönüştürmem gerekiyor. Durduk yerde de adam bu malı almaz. Malı alması için siz onlarda o mala ihtiyaç uyandıracaksınız. Bu bir kültür işidir. Elektriği olmayan bir insan ampüle ihtiyaç duymayacaktır. Yolları inşa edilmemiş ise araba kullanamaz. Onun için o insanlara bir alt yapı ve öğretim götürmem gerekir. Onun öğretimi arttıkça bu sefer kendi durumunu sorgulamaya başlıyor. İngiltere’nin 1800’lerin başında köleliği kaldırması yine Amerika’nın kuzey eyaletlerinde köleliğin kaldırılması boşuna olmadı, büyük bir basınç vardı artık. İnsanlar eğitildikçe başkaldırmaya başladılar.
Bunun üzerine “insangücü işime yaramıyor” fikri uyandıkça başka yollar denemeye başlanıyor. Fen, sanayiye dönüştürülüp insanın imal ettiği şeyleri makineler imal etmeye başlıyor. Buna karşılık benim önce imal ettirici olarak kullandığım insanları bu sefer pazar olarak değerlendirmem gerekiyor. Önce eğitmiştim şimdi de malları kendileri üretecekleri seviyeye getirmem lazım. Onlar benim mallarımı ürettikçe ben farklı şeyleri üretmeye çalışacağım. Yeni malları tükettirmek için de yeni eğitimler gerekmektedir. Böyle sarmal bir hadise yürümektedir. Dairenin bir yanında üretim bir yanında tüketim vardır. Tabi asıl maksat tüketimdir. Tüketimi kamçılamak için üreteceğim, ürettikçe de kazanacağım. Bu adamları eğitmem benim istediğim doğrultuda olacak ki ürettiğim malları satın alabilsinler.
Sermayeciliğin payandası olan emperyalizmin en önemli unsuru eğitim-öğretimdir. Bir ülkeye topla tüfekle girmek yerine istilanın çok çeşitli boyutları geliştirilmiştir ve boyutların ilk maddesi de eğitimdir. Okul açıyorum, dilimi öğretiyorum, onu dininin, geleneklerinin, çağın gerisinde kaldığına, değer yargılarının çağdışı ilkel olduğuna inandırmaya başlıyorum. Öyle ki bu yeni sömürgecilikte insanlar kendilerine empoze edilen hayat tarzından başka bir yaşama şekli olmadığına inanmaya ve bu yeni değerleri savunmaya başlıyorlar. Böylelikle sömürgecilik emperyalizmi doğuruyor, emperyalizm de hakim olan gücün kültürünü büyük bir sahaya yaymaya başlıyor.
Sadede gelelim, kısacası küreselleşme dediğimiz olay yeni birşey değildir. Çağdaş medeniyetin ortaya çıkmasından bu yana sürüp gelen bir süreçtir. Sermayecilik, sömürgecilik, emperyalizm ve küreselleşme daire daire içiçedirler. Birbirlerini şart koşarlar.
Dünyada sermayeciliğin bu gelişimine ve onun arkasında yer alan maddeci mekanisist, pozitivist dünya görüşüne karşı tepkiler uyanmaya başlamıştır. Nerede? Sermayeciliğin ortaya çıktığı kıtada başka ülkelerden. Sermayecilik İngiltere’de ortaya çıkıyor ve İngiltere bütün dünyanın hakimi olmaya başlıyor. Amerika’yı İngiltere’nin devamı olarak görmek lâzım. Tepkiler önce Almanya’da idealizm, romantizm şeklinde kendini gösteriyor. Hayatın sadece maddeden ibaret olmadığını, bir mânânın bulunduğunu ve insanın esas değerinin manevi yapısında olduğunu öne süren bir anlayış gelişiyor. Bu anlayışın sonra aşırı siyasi ucu İtalya’da Faşizm, Almanya’da Milli Toplumculuk, Nasyonel Sosyalizm olarak ortaya çıkıyor.
Zannederim Komünizme geldik. Komünizmin kapitalizmle karşı karşıya gelişini ve sonra devreden çıkışını, iki farklı medeniyetin çatışması ve birinin galibiyeti gibi mi değerlendirmek gerekiyor?
Aslında komünizmi toplumculuğu ve sosyalizmimeydana getiren de sermayeciliğin mimarbaşılarıdır. Bir çeşit kendi görüşlerine seçenek yaratmışlardır. Bu teorisyenlerin en önemli özelliği gerçekten uzak görüşlü olmalarıdır. Muhtemel tepkilerin önünü alabilmek için görünürde tepkiler yaratmışlardır. Sosyalizm paradigması itibariyle kapitalizmden farklı değildir, görünüşte öyledir. Temel yapısındaki maddeci, mekanisist ve pozitivist öğeler sermayecilikten hiç de farklı değildir. Sadece buz dağının tepesi farklı görünüyor. Burada mesaj şu; Sen bu sistemi beğenmediysen bak işte farklı bir alternatif var karşında, onu deneyebilirsin.
Ama bu mimarbaşıları, filozof, ideologlar herşeyi elden geldiğince hesaplamaya çalışsalar da Allah olmadıklarına göre herşeyi göremiyorlar. Nitekim meselâ Stalin’in geleceğini hesaplayamamışlardır. Bu onlara büyük bir meydan okuma olmuştur. Başka böyle bir çok olay gösterilebilir. Hesaplayamadıkları ve onları en çok şaşırtan gelişme milli toplumculuk olmuştu. Ancak büyük çabalarla bertaraf edilmiştir.
Meselâ Sovyetlerin çöküşü ilk önce bütün dünyayı sarsmış göründü. Aynen 11 Eylül olayı gibi önümüzde cereyan etti, televizyonlarda seyrettik. Fakat beklenmedik, çığır açıcı bir olay değildi. Asıl büyük gelişme Avrupa’nın kendi içindeki hesaplaşma yani ikinci dünya savaşıdır. İkinci dünya harbinin bitişiyle birlikte zarlar atılmıştı. Dünya ingiliz-Yahudi medeniyetinin ve onun temel dinamosu olan sermayeciliğin eline geçmiştir. Bu hakimiyetin tesisini Stalin’in varlığı biraz geciktirdi ama sonra yollar açıldı.
İngiliz-Yahudi Medeniyetinin komünizmi âlet olarak kullanmaya ihtiyacı kalmadığı için Sovyetler çökmüştür. “Sen işini gördün” dediler, düğmeye bastılar ve Sovyetler tarih sahnesinden çekildi. Bir devlet tek kurşun atılmadan batmaz ki. Ne kadar kötü durumda devletler var dünyada. Sovyetlerin arkasında yetişmiş insan gücü, sanayi, hammaddesi vardı. Sonra battıysa masada bir taraf olarak hâlâ duruyor. Sistem olarak battı ama devlet olarak duruyor. Bütün bunlar aldatmacadır. Bunlar belirli bir merkezin denetimi altında cereyan eden hadiselerdir. Fukuyama tabii o medeniyeti yönlendiren iç teşkilatın sözcüsüdür.
Mesela Hegel- Marks karışımı bir üslûpla Fukuyama neredeyse meydan okuyor: Liberal demokrasinin çözemediği ve başka bir medeniyetin çözebileceği bir insani sorun var mı, diye. Haklı mı Fukuyama? Liberal demokrasi insanoğlunun bütün meselelerini çözen sorunsuz bir medeniyet mi, ya da bu iddiada başka bir medeniyet çizgisi yok mu, olamaz mı?
Dikensiz gül bahçesinde yol alınırken çok eski ve köklü bir medeniyetin filiz sürmeye başladığı görüldü. Yıkıldığı sanılan, artık yerle bir olduğu düşünülen İslâm medeniyetinin oradan buradan kendini göstermeye başlamasıydı. Bu özellikle 75’den sonra farkedilen bir durumdur. Hem İslam coğrafyasının kendisinde hem de bu coğrafyanın dışında bir takım ülkelerde İslâm kendisini bellli etmeye başlamıştır. Önce din olarak kendisini göstermiştir. İslâm Medeniyeti ile dini bir ve aynı şey değildir. Her ne kadar o medeniyet dinden çıkıyorsa da.
75’lerden sonra İslâm toplumlarının yeni bir medeniyet modelini yaratma çabalarının belirmesi hatta daha doğrusu kımıldamaya başlaması çağdaş medeniyetin güç merkezlerini irkiltmiştir. Bu tehlikeyi nasıl bertaraf edebiliriz sorusunun cevabını 75’den 90’a kadar 15 yıl aramışlar ve 90 dan itibaren uygulamaya koymuşlardır.
Hakim medeniyetin en korktuğu şey nedir?
Kitabı Mukaddeste çok güzel bir ibare vardır; “İnsan yalnızca ekmekle yaşamaz”. Bu medeniyet insanın yalnızca ekmekle, bedenin ihtiyaçlarını karşılamakla yaşayamayacağı gerçeğini görmedi, görmek istemedi. İnsanı sadece biyolojik varlık haline getirdiğinizde onu sürekli yönlendirebilirsiniz, direnme gücünü kaldırabilirsiniz ve istediğiniz kalıba sokarsınız. Ne zaman beşer, yani salt biyolojik varlık, insana dönüşür, orada bir direnme ortaya çıkar. Bu mukavemetle sömürünün frekansı düşer. İstediğiniz gibi sömüremezsiniz. Sömürü beraberinde eşitsizliği getiriyor. Her ne kadar hayat seviyesi şöyle yükseldi deniyorsa da bu küçük bir mutlu azınlık için öyledir ama çok büyük bir kitle için tersidir. Bu sadece Kalküta’da, Bombay’da, Nairobi’de, Manila’da böyle değildir. Bu korkunç toplumsal adaletsizlik Madrit’te, New York’ta, Paris’te de böyledir. Sadece mahiyeti farklıdır. İşte bu yapıya oluşan tepki birikiminin massedilmesi, emniyet sübabının açılması için bir ümit pompalanır. “Sen şunları yaparsan böyle bir hayat seviyesine ulaşırsın” deniliyor. Reklamların maksadı budur. İnsanlar sürekli uyuşturuluyorlar. Ve diğer uyuşturuculardan insan uyanır, ayılır ama böyle bir uyuşturucudan ayılmaz çünkü kendisini uyanık zanneder. Hakim medeniyetin içinde dünya çapında olağanüstü bir propaganda -siyasi, ticari, kültüre yönelik- savaşı yaşanıyor. Bu propaganda bombardımanı altında insanlar kendilerine dayatılan hayattan başka bir yaşama seçeneği yoktur şeklinde düşünmeğe sevkediliyorlar. İşte bu zihniyete sahip olanlar zokayı yutmuş oluyorlar. Hakim medeniyetin en korktuğu şey zokayı yutmayan, başkaldıran insanların, adaletsizliği bertaraf etmeye yönelik bir kavram olan İslâm dinindeki “cihat” anlayışını uygulamaya koymalarıdır.
Huntington’ın tezine gelirsek, uzun bir geçmişi olan ve birbirine rakip gibi duran İslam- Batı ilişkisinin bugünkü, yarınki seyri üzerine neler söylenebilir? Diyalog, uzlaşma, rekabet, çatışma gibi ifadelerden hangisi tanımlayabilir bu ilişkiyi? Yoksa başka bir tanımlama mı uygun olur size göre?
Bugün için bir İslâm Medeniyeti yok. Geçmişte vardı. Onu canlandırmak mümkün değil. O öldü. Ancak onun miras bıraktığı bazı değerleri ele alıp oradan yeni durumları da görerek bir medeniyet inşa etmelidir.
O medeniyet çöktü ama o medeniyetin kurulmasında en etkili âmil olan din duruyor diyebilir miyiz?
Tabi din duruyor. Yeni medeniyet de ilhamını dinden alacak. Buna izin vermeyecekleri anlaşıldı. Futbol diliyle söylecek olursak ofsayta düşmeyecek, kontrpiyede kalmayacaklar. Bu çok belli oldu.
11 Eylül’de mi belli oldu?
Bana 11 Eylülkendilerinin hazırladığı bir mizansen gibi geliyor. Usame burada neydi, rol mü almıştı, hiç mi haberi yoktu, taşeron muydu yoksa bir ajan mıydı bunları bilmiyoruz. Ama 11 Eylül’ün onun beyninden çıkmadığı muhakkak. O burada az veya çok bir rol almış olabilir.
11 Eylül bir gerekçe sunmuştur, tıpkı Pearl Harbor’da Japon baskınının savaşa gerekçe sunması gibi. Amerika’nın baskından haberi vardı. 2. Dünya harbinde kullanacağı önemli uçak gemilerini çekti ve battal gemileri geride bıraktı ve birkaç bin personeliyle onlar batırıldı. Kendi kamuoyunu ikna etmek için bu yeterli bir gerekçe oldu. 11 Eylül’ü ikinci Pearl Harbor olarak görüyorum. Bu yolla yeni filizlenebilecek, inşa projeleri ortaya konulan medeniyet arayışlarını ortadan kaldıracak. Burada çatışmanın Huntington’ın dediği gibi şiddetli olması gerekmiyor çünkü karşılarında henüz ete kemiğe bürünmüş bir güç yok. Bugün isyan eden adamlar bile isyanlarını yöntemleştirip devrime dönüştüremiyorlar. Sadece isyan, münferit başkaldırmalar var.
11 Eylül ve Afganistan savaşı sürecinde belki Fukuyama’nın söyleminden yola çıkarak şöyle bir kanaat serdediliyor: İslâm’ın bir meydan okuması olabilir ama, liberal kapitalist uygarlığın küresel yükselişi karşısında bunun hiçbir şansı yok. Afganistan da bunun ilk örneği… gibi… Bu son gelişmeleri, medeniyet planında bir mutlak galibiyet-mağlubiyet vakıası olarak mı görmek gerekiyor?
Hayır. Bu savaş burada bitti mi denirse, bitmemiştir. Bu daha doğrusu savaş değil muharebelerdir. 20. Yüzyıl muharebeler çağı olmuştur. Afganistan örneği bu zincirin son halkasıdır ama devam edecektir. Mevziî muharebeler ortaya çıkacaktır ve bu mahalli muharebelerle halihazır medeniyet mağlup olur mu denirse ben bunu öngöremiyorum. Hepsinden galip çıkacaklarını bilmemize rağmen muharebelerin devam edeceği ortadadır.
Hakim medeniyet bu çatışmalardan ilânihaye galip çıkar mı?
Alternatif medeniyet arayışları bir inşa durumuna gelmedikçe galip çıkması mümkün değildir. Çünkü hiçbir zaman çeteciler orduları yenememiştir. Çeteler ne zaman ordu haline gelirse o zaman meydan okuyabilirler. Çete savaşı yapanlarla ordunun elindeki aletleri kıyaslamak mümkün değil. Yani bu durum Muhammed Ali Clay ile verem hastası birinin boks maçına benziyor. Hasta adam Muhammet Ali’nin yumruğunun rüzgârından yıkılır.
Dünyanın geldiği bir diğer nokta var ki orada olağanüstü bir açmaz karşımıza çıkıyor. Sanayileşmeye dayalı bu medeniyet insanlığı çöküşe götürüyor ama oradan da dönemiyorsunuz. Mesela yeşilciler atom çalışmaları gibi bir çok şeye karşılar. Bu durumda ne yapacağız, elektrikten vazgeçip kandile dönebilecek miyiz? Bu medeniyet modeline karşı bir model geliştirilirken en önce düşünülmesi gereken husus budur. Bu ikilemden çıkamadığımız müddetçe inşa edeceğiniz medeniyetin geçerliliği olma, projede kalır. Meselâ artık dünyadan çıkma insanlık için kaçınılmaz bir ihtiyaç olmuştur. En azından güneş sistemine gidip oralarda yerleşmek için projeler üretmek gerekiyor. Bunun için çok yüksek seviyede fenne ve bilimsel çalışmalara ihtiyaç vardır. “Efendim dünya batıyor kurtarmak için yeni bir medeniyet yaratmak lazım” lafını yattığımız yerden söylüyorsak bu yetmiyor. Bu medeniyeti meydana getirecek unsurların halihazır medeniyetin söylediklerine alternatif teşkil etmesi ve kendi içerisinde uyumlu olması gerekir.
İslâm dünyasında bu dinamizmi görüyor musunuz?
Görmüyorum. Yine bu dinamizm Avrupa’nın ve Amerika’nın kendi içinde var. Bir ihtimalde, İslâm’ın o coğrafyada yayılıp din olarak halihazır medeniyete bünyesinde alternatif seçenek barındırdığının anlaşılmasıdır.
Bizim insan kaynaklarımızda öyle bir ümidi görmüyor musunuz?
Ümit dini bir terim. Ümitsizlik şirk koşmak gibi telakki ediliyor. Ona girmek istemiyorum. Görünen köy kılavuz istemez. Bizim insan malzemesinde böyle bir atılımın emaresini hissetmiyorum. Belki de vardır ama ben algılayamıyorum.
İslâm dünyasında hatta Avrupa ve Amerika’nın dışındaki dünyada böyle bir atılıma en yatkın olacak ülke Türkiye’dir.
Bir sorum da oydu; yeri geldiği için soruyorum. Türkiye’de Batı Medeniyetinin etkileri var ama mirasından tamamen soyutlanmamış, tarihiyle ve diniyle bağlantısı olan bir yönü de var. İslâm dünyasında Türkiye’nin yerini nerede görüyorsunuz?
Çok önemli bir yerde görüyorum ama onlar benim kadar gördüklerinden her türlü tedbiri alıp bastırıyorlar. Şuurumuzun, hafızamızın canlanmaması için her şeyi yapıyorlar. O bakımdan bizim işimiz herkesten daha zor. Meselâ eğitim öğretimin şuurlu yapılmasını önleyecek tedbirleri sektirmeden aldıklarını hepimiz görüyoruz.
Son bir soru: İslâm’ın insanlık için anlamı ile, müslümanların reel durumu arasındaki ilişkiyi sağlıklı buluyor musunuz? İslâm etrafında bir medeniyet yükselişi için Müslümanların üzerine düşenne gibi sorumluluklardan söz edilebilir?
İslâm herşeyden önce zulme bir başkaldırıdır. İslâm’ı bana özetle deseler ben İslâm’ı “adalet”le özetlerim. Adalet nedir? Basitçe tarifi “bir şeyin lâyık olduğu yeri bulmasıdır”; dinin temeli budur. Kainatta hiçbir şey tesadüfen değilse hayatı düzenlemenin de tesadüfen olmaması gerekir. Bugünkü düzende bu medeniyet çerçevesinde varolanlar lâyık oldukları yerlerde değillerdir. Sonuçta cihanşûmul bir zulüm vardır. Zulmü biz hep işkence olarak anlarız ama esas zulûm lâyık olanların hakettikleri yerde olmamaları, lâyık olmayanların da hak etmedikleri yerde olmalarıdır. Herkesin insanca yaşama hakkı vardır İslâm’da. Kul hakkı yememek buradan gelir.
İslâm etrafında bir medeniyet yükselişi gerçekleştirilecekse müslümanların “adalet” ile hareket etmeleri gerekir.
Altınoluk Röportaj
2002 – Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 009
Kaynak: http://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d191s009m1
Çağdaşlıktan Kasıt İngiliz-Yahudi Medeniyeti’dir (19 Aralık 2012)
Ükemizde bir felsefe geleneğinin olmadığından bahsedilir ve bunun suçu da Osmanlı’ya yüklenir. Bu görüşler doğru mudur?
Türk tarihinin hangi döneminde Türk tanımı verebileceğimiz bir felsefe kurumlaşmasının ortaya çıktığını sormak lâzım. Osmanlı’da yoktu da Selçuklu’da mı vardı? Karahanlı’da mı vardı? Harezmiler’de mi vardı? Türk tarihinin tuhaf bir yönü, ilgi çekici bir tarafı, tek tek kişilerin temayüz etmemiş olmasıdır. Devlet adamları ve askerler dışında bizde kendisini gösterebilmiş kişiler çok azdır. Bu kişiler de İslâm medeniyetinin çorbasında pişmişlerdir. Mevlânâ gibi, İbn-i Sîna gibi, Mâturîdî gibi, Yesevî gibi kimseler çoğunlukla Arapça veya Farsça yazmışlar ve düşünceleri de Türk diyebileceğimiz bir farklılık ve özgünlük göstermemiştir. Bu, Türk tarihinin bir tuhaflığı mı tam bilemiyorum, genelde İslâm’a giren milletler İslâm medeniyetinin içerisinde erimiş demiyeyim de onunla hemhal olmuşlar, bütünleşmişlerdir.
Fars kültürü için de bunu söyleyebilir misiniz?
Haklısınız. Fars kültürü dediğimiz ama İslâm’ın içerisinde de temayüz etmiş bir olay var. Farslar; geleneksel deyişimizle söylersek Acemler, çok farklı bir boyutta tarihin en önemli edebiyat geleneğini yaratmışlar. Ve Farsça, Türkçe’den farklı olarak İslâm medeniyeti içerisinde dil varlığını öne çıkarabilmiştir. Türkçe geri plana çekilmiştir. Tabii ki Farsça’nın gücü, Türkçe’nin güçsüzlüğü sözkonusu değil burada, bence Türk’ün zihniyetine bakmak gerekiyor. Biz kendi isteğimizle İslâm’a girmişiz. Yine ‘çağdaş’ dediklerimizin iddia ettikleri gibi kılıç zoruyla değil. Talas Muharebesi çok ilgi çekici bir hadisedir ve Türkler kendilerini kovalayan tarihi düşmanı Çinliler’den kaçarken -kaçıyorlardı, açıkçası bu- İslâm ordusuyla karşılaşıyorlar Talas Vadisi’nde. Savaşmıyorlar, İslâm ordusuna iltihak ediyorlar. İslâm ordusunun da merkezini Araplar teşkil ediyordı. Onlarla birlikte Çinliler’e karşı savaşıyorlar. Bazı tevatüre göre günde bin-ikibin Türk, Müslümanlığa geçmiş. Arap komutanı o kadar hayret ediyor ki ellerini kaldırarak “Türkî iman” diye haykırıyor. Daha sonra bu Farsça’ya “Türkoman” diye geçmiş. Ordan da bizim dilimize Türkmen diye geçiyor. Türkler İslâm’a canhıraş bir biçimde iltihak ediyorlar, intisab ediyorlar. Ve ölesiye seviyorlar, ölesiye bağlanıyorlar İslâm’a. Meydana getirdikleri eserlere kendi özgün damgalarını vurma gereği bile duymuyorlar. Türk düşüncesi diye bir düşüncenin çıkmamış olmasını ona bağlıyoruz. Türk var. İslâm düşünce tarihinde Türk soyundan gelen filozoflar var. Fârâbî meselâ. Ama İslâm hamurunda yoğruluyorlar; “ben ayrıyım-gayrıyım, şuyum, buyum” demek ihtiyacı duymuyorlar. Türkler burada bir istisna değil. Esasında İslâm’a katılmış topluluklarda derece farkı olmakla birlikte böyle bir tavır görüyoruz.
İslâmiyet’e giren topluluklar, kendi milli kimliklerini aşıp, İslâm potası içinde eriyor diyebilir miyiz?
Elbette. Kavim anlayışı, boy görüşü İslâm’da eriyip gidiyor. Biz seksen yıldır dünyaya Avrupa’nın dürbünleriyle baktığımız için sürekli bunun acısını çekiyoruz, bunun kompleksini yaşıyoruz. Ve kendi kendimize birşeyler uyduruyoruz. Folklorik birtakım kahramanları alıyoruz filozof ilân ediyoruz, bilim adamı ilàn ediyoruz. Bizim kendimize has bir düşünce geleneğimiz var, ama bu bir bütün olarak İslâm dünyasıdır. Daha düne kadar bundan ayrılmak, bundan farklı bir şey söyleme ihtiyacı duyulmamış. Bir ortak dil var ortada. Arapça’da insanlar bildirişiyorlar. Adam Endülüs’ten kalkıyor; belki Berberîce’dirdir, Moritanya dilidir, yahut Malice’dir, neyse. Ama adam bütün felsefî meramını Arapça ifade ediyor. İbn-i Arabî kalkıyor geliyor, Şam’da meramını ifade ediyor, Konya’ya geliyor, hacca gidiyor. Korkunç bir coğrafî genişlikte, bir lisanla her şeyi dile getirebiliyorsunuz. Bu şartlarda kalkıp ayrı olmak ihtiyacını kimse hissetmiyor. Gazâlî İslâm felsefesinin anıtı, en büyük adamı. O da Arapça yazıyor. Aslen Fars’tır. Suhreverdî aynı şekilde Fars’tır. Ama İran edebiyatının kendisi bir yoldan Farsça devam ediyor, tek farkı bu. İran felsefesi de yok ona bakarsanız, Arap felsefesi de yok. Ne olacak şimdi? Bilmiyorum onlar da bizimkiler gibi aynı komplekse kapılırlar mı. Yani arkamızda çok yüklü müthiş bir felsefe geleneği var, bilim geleneği var. İslam felsefesidir bu, İslam geleneğidir. Zaten Türk diye bir iddiamız olmadı ki hiç. 75-76 yıllık bir hastalık, bir maraz olarak ortaya çıktı bu. O sebeple felsefe geçmişimiz, felsefe geleneğimiz yahut daha geniş tutarsak düşünce arkaplanımız yoktur demek tek kelimeyle gülünçtür.
Cumhuriyet, bir “Türk aydınlanması” olarak kabul ediliyor.
Doğrusu, Cumhuriyet’in bir “Türk Aydınlanması” olduğu fikrine katılmıyorum.
Felsefî düşünceye Cumhuriyet’in bir katkısı olmuş mudur?
Hiçbir katkısı olmamıştır. Felsefeyi bir yana bırakalım, Cumhuriyet döneminin Türk varlığına katmış olduğu hiçbir değer görmüyorum. Bazıları barajlardan, yollardan, demiryollarından şundan bundan bahsederler, bunlar da bana gülünç, lâf-u güzaf olarak gözükür çünkü bütün bu yapılıp edilenler, zaten küresel sermayeciliğin zorunlu tuttuğu şeylerdir. Bu yolları Afganistan’a da inşa ettiler. Malezya’da daha iyileri var. Çok yakından tanıdığım bildiğim bir ülke. Endonezya’da var, Gabon’da var. Arjantin’de, Brezilya’da, Peru’da nereye giderseniz bunlar var. Sizin kendi dehanızın ürünü değil ki bu. Parasını da o getiriyor, bilirkişisini de o getiriyor, “Know-How”ı ondan, her şeyini o getiriyor.
‘Yeniçağ Avrupa Medeniyetinden Çağdaş İngiliz Yahudi Medeniyetine’ başlığı ile bir kitabınız yayınlanmıştı. Çağdaş medeniyet deren medeniyeti bir ‘İngiliz-Yahudi Medeniyeti’ olarak mı anlamalıyız?
Öncelikle, “Çağdaşlık”la İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin kastedildiğini söylemeliyim. Yine büyük bir kavram karışıklığına bizi götüren sözlerin başında, içine girmek istediğimiz taptığımız secdeye vardığımız medeniyetle ilgili başlık veya ad gelmektedir. Buna Avrupa Medeniyeti diyoruz, Batı Medeniyeti diyoruz, Çağdaş Medeniyet diyoruz… Bugünlerde yeni bir kavram daha üretildi; Küresel yahut global medeniyet. Nedir bu? Nerede doğdu, nerede büyüdü ve nasıl gelişti? Çok kısa olarak buna baktığımızda Ortaçağ -Hristiyan Medeniyeti’ne tepki olarak doğup gelişmiş bulunan Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti’ni görüyoruz. Çok uzun bir başlık oldu ama böyle. Batı Avrupa, Fransa, Felemenk, İngiltere mihverinde gelişmiş olan bir medeniyettir bu Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti. Buna katılan ve omuz veren başka kültürler de var. İtalyan kültürü var, Alman kültürü var, zamanla İskandinavya’dan İsveç katılmıştır. Bu medeniyetin en bariz vasfı, tarihte ilk defa dine dayanmadığını iddia etmesidir. Bütün medeniyetler, bütün kültürler din kaynakladır. En eski kültürlerden başlayalım; bütün gelişmiş, medeniyetleşmiş kültürlere varıncaya kadar hepsi din kaynaklıdır. İlk defa “ben ilhamımı dinden almıyorum, dinden hareket etmiyorum” diyen ve esasında dînî bir terim olan aklı din dışına çıkararak onu temele alan bu Yeniçağ Dindışı Avrupa Medeniyeti olmuştur. Batı Avrupa Medeniyeti dine karşı aklın ürünü olduğunu iddia ettiği bir sistemi çıkarmıştır ki bu sisteme felsefe diyoruz. Felsefe hattı zatında dine karşı olmamasına, aksine dinle çok yakın bir irtibatı olmasına rağmen Yeniçağ’da aşağı yukarı 1500’lerin ortalarından itibaren dine karşı bir sav olarak geliştirilmiştir.
Felsefe neden dine karşı bir disiplin olarak benimsenmiş olabilir?
Her şeyden önce felsefenin dinden beslendiğini kabul etmeliyiz. Çünkü aklın bir ucu Allah’a uzanır, öbür ucu insandadır. Allah’a uzanan ucu kesmek ve aklı aslında bir transformatörken bir dinamo haline sokmak, tamamen Yeniçağ Dindışı Medeniyeti’nin işidir, tabloyu çok kabaca çizersek. Bu medeniyetin geliştirdiği felsefenin bağrında doğa bilimleri gelişmiştir. Eskiçağ’ın doğa biliminden, Aristotelesçi organik doğa biliminden tamamiyle farklı, mekanik bir doğa bilimi çıkmıştır. Bu mekanik doğa biliminin sadece doğanın cansızlar kesiminde geçerliliğini kabul etmeyip hayatın ve dünyanın bütün kesimlerine yaymak suretiyle Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti, mekanizmi esas almıştır. Hayatın mekanik olduğunu iddia etmiştir. Ve buradan, bir dünya tasavvuru çıkmıştır karşımıza. Bu dünya tasavvurunun adı “maddecilik mekanisizm”dir. Bu mekanisizm, maddecilik mekanisizminin uzantısı, türevi de pozitivizmdir. Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyeti’nin en seçkin kültürlerinden birisi İngiliz kültürüdür. Çünkü Ortaçağ boyunca Avrupa’da iki merkeziyetçi güçlü devlet var. Birisi Fransa, öbürü İngiltere. Ve Ortaçağ Hristiyan Avrupa Medeniyeti’nden Yeniçağ Medeniyeti’ne geçtiğimizde iki kültür kendisini çok belirgin biçimde kendini gösteriyor. Bunlardan biri Fransız, öbürü de İngiliz kültürüdür. Yeniçağ Medeniyeti önemli ölçüde Fransız kültürüne dayanırken şimdi İngiliz kültürü öne geçmeye başlıyor. Çünkü İngiliz kültürü Ortaçağ boyunca Avrupa’da geliştiğini gördüğümüz ticaret geleneğini “mal-para” takasından çıkarıp “para-para” takasına dönüştürmeye muvaffak oluyor. Para, sun’î bir birimdir. Tabii hiçbir yönü yok. Onu hayatın merkezine çekerek bütün işlemleri bunun etrafında döndürmek suretiyle İngiliz kültürü yepyeni bir tablo çıkarmaya başlıyor karşımıza.
Para merkezli bir tablo diyebilir miyiz ?
Aynen söylediğiniz gibi, para merkezli bir tablo. Bu parayı karşılayan, bu paranın mütekabili olan malların edinilmesi, malların işlenmesi ve mâmûl olarak tekrar paraya tahvili bir devr-i dâim haline geliyor. Ucuza edinilmesi için İngilizler atak yapıyorlar. Ve kendilerinin dışında birtakım ülkeleri ele geçiriyorlar. Toprak genişlemesi, devlet büyümesi maksadıyla değil. Bütün eski devletlerde gördüğümüz buydu. “Toprağımı genişleteceğim, devletimi büyüteceğim. Devletime kattığım bütün topraklar devletin vatanıdır”. Bunun da en son ve bariz örneğini Osmanlı’da görüyoruz. Osmanlı’nın tüm parçaları vatanın parçasıdır. Ama burada öyle değil. Ele geçirilen topraklar ve onun üstünde yaşayan insanlar aşağılık yaratıklardır. “Benim yaşadığım yer, benim yaşamam merkezdir, ben üstünüm”. Bu anlayış, İngilizler’in neşet ettiği Germen anlayışının bir devamıdır. Aşiretçilik devam ediyor, kan bağı devam ediyor, benim kandaşım önemlidir. Latin dünyasında, Roma’da İmparatorluk devleti, “ülkü devleti”dir. Bunun bânisi Fransa’dır. Fransız vatanında doğan herkes Fransız’dır. İster siyah, ister beyaz olsun, ne olursa olsun… Fransızca konuşuyorsa, Fransız kültürünün parçasıdır, Fransız’dır. Böyle değil Germen dünyasında. Orası soy esaslıdır. İsrail’in anlayışına benziyor.
İngiliz Medeniyeti’ni çok güzel izah ettiniz. Yahudilik bu medeniyete nasıl dahil oldu ?
Yahudi, Avrupa’da kovalanan, itilip kakılan bir unsur. Çünkü Avrupa Roma’nın çöküşünden itibaren Germenler’in boyunduruğuna giriyor. Tüm Avrupa ülkelerinin yönetici kesimi, asilzadeler, soylular Germen kökenlidir. Bakın bütün hanedanlar Germen kökenlidir. Ve onların indinde Yahudi iki türlü kötüdür. Dînî anlamda Hz. İsa’yı ele verdiler, gammazladılar diye kötüdür (öyle mi, değil mi bilmiyoruz ama öyle hikaye ediliyor), iki kendi soylarından olmadığından, Yahudi’yi pis işlere koşmuşlar kendilerince. Bu ticarettir. Savaşçı için çok aşağılayıcı bir şeydir. Yahudi ticaret yoluyla zenginleştikçe kovalamışlar. Ne zaman ki belli bir boyutun üstüne çıkmış o zaman da pogromlar (kargaşa) olmuş kovalamışlar, kesmişler falan filân. Yahudi’nin kaçtığı iki yer var. Birisi Felemenk, öbürü İngiltere. Özellikle 1492’den itibaren İspanya’dan kovulan Yahudiler Felemenk üzerinden İngiltereye gidiyorlar ve beraberlerinde taşıyabildikleri kadar parayı götürüyorlar ama daha önemlisi para kazanma yöntemini götürüyorlar. İngiliz’in girişimciliğini para ile desteklemişlerdir. Ve bir çeşit yaşam ortaklığı ortaya çıkıyor. Yahudi ile İngiliz’in birbirlerini sevmeleri sözkonusu değil. Ama bir yaşam ortaklığı, çıkar üzerine kurulu bir birliktelik ortaya çıkıyor. Mukavele birlikteliği. Dayanışma değil, uzlaşma yöntemiyle çıkıyor ve bu birlikteliğin ürünü olarak para iktisadı ve onun idelolojisi olan sermayecilik-kapitalizm karşımıza çıkıyor. Sermayeciliğin ilk laboratuvarı Amerika oluyor. Hür sermayeciliğin ürünü olarak tesis olunuyor Amerika, 1750’lerden itibaren.
Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin anladığımız kadarıyla bir dünya tasavvuru var. Bir ideolojisi var mı?
Var. İdeoloji kapalı devre çalışan bir felsefe sistemidir. Felsefe sistemleri ilkece açıktır. Son doğru yoktur felsefe sistemlerinde. Bir doğruya erişirsiniz, o doğru yarın öbür gün eleştiri yoluyla başka bir doğruyu doğurur. Belli bir doğruyu “bu son hakikattir” diye kabul ederseniz ve “bunun dışında hiçbir hakikat yoktur artık” derseniz, o bir dogmadır. Dogmalardan örülmüş sistemlere öğreti diyoruz. Öğretilerin gündelik hayata, siyasete, iktisada uygulanışlarıyla da ideolojileri elde ediyoruz. Fikirlerden örülmüş bir şebeke demektir ideoloji. “İde”den geliyor. Fikir de zaten felsefenin ana konusu, nirengi noktasıdır. Yeniçağ dini dışarı atınca, onun yerine ideolojiyi ikâme etmiştir. İkâme olan ilk ideoloji hür sermayeciliktir. Bütün müteakip ideolojiler ya onun yavrularıdır ya da buna tepki olarak doğmuş ideolojilerdir. Yavruları arasında komünizmi sayabiliriz, tepki olarak doğanlar ise faşizm ve millî nasyonalizmdir.
Liberalizm, zaten kendisi.
Evet. Söylediğiniz gibi, kendisi o zaten. Çünkü sermayecilikte siz belli bir yaşama tavrına mecbur değilsiniz. Şurada bir dere akıyor diyelim. Siz derenin sol tarafında bir ev kuruyorsunuz, ben sağ tarafında bir ev kuruyorum. Ve bizim kendi toprağımızdan çıkmamız için bir köprüye ihtiyacımız var, derenin üstünde. Ben size, “Yalçın Bey bu köprüyü ben tek başıma inşa edemiyeceğim, bana el verir misiniz? Bakın sizin de işinize yarar. Birlikte biz şu köprüyü inşa ederek pazara varabiliriz, şehre çıkabiliriz” diyorum. “Peki” diyorsunuz siz de. Oturuyoruz, köprüyü nasıl yapacağımızı tasarlıyoruz. Sonunda da bir anlaşmaya varıyoruz ve köprüyü inşa ediyoruz. Bizim anlaşmamız köprünün inşaatına kadar, sonra ayrılıyoruz. Çıkarlarımız gerektiriyorsa beraberliğimiz devam edebilir.
Yeni şeyler yapabiliriz.
Yapabiliriz. Bütün işlerimiz mukaveleye bağlı. Hürlük buradan ileri geliyor. Yani ben sizinle dayanışma zorunda değilim. Nereden kaynaklanarak zorunda değilim? Bir ülküden, bir inançtan, bir imandan hareketle zorunlu değilim. Menfaatim gerektiriyorsa, sizin de menfaatiniz gerektiriyorsa menfaatlerimizin izdivacını sağlayabiliriz ve menfaatlerimiz gerektirdiği sürece o izdivacı da sürdürebiliriz. Menfaatlerimiz bitti an siz Çin’e ben Maçin’e. Artık bizi birbirimize bağlı tutacak başka bir şey yok. Bu anlamda hürüz. Menfaatlerimiz gerektiriyorsa başkalarının hürriyetini de baskı altına alabiliriz.
Güçlü olan yaşar. “Doğal selection”dan, bir anlamda “Ticarî selection”a.
Tam olarak öyle. Yani, en uygun düşenin, en güçlü olanın ayakta kalması ilkesi. Tabii en güçlü demiyor, ortamına en uygun olanı diyor. Bunu en güçlüye tahvil edeni ise Herbert Spencer’dır. En güçlü olan hayatta kalır. Dünya bir çatışmalar, sürtüşmeler dünyasıdır. Menfaatlerin gerektirmesi sonucunda oluşturulan devlet bu çatışmayı düzenler, koordine eder. Thomas Hobbes’un düşüncesi de budur. Eğer bu devleti kurmazsan, insan insanın kurdudur. Yani fıtraten biz uyuşmayız. Fıtraten biz birbirimizin gözünü oyarız. Bizi birleştiren şey, çıkarlarımınız yakınlığı, çatıştıran da çıkarlarımızın çatışmasıdır. Sermayeciliğin arkasında yatan felsefî ana görüş kısaca bu. Bunu tabi geliştirmek mümkün.
Konuşan: Yalçın Çetinkaya
Kaynak: http://www.yenisafak.com/arsiv/1999/aralik/12/gundem/gund5.html
Ustalara Saygı
https://www.facebook.com/sabanteomandurali/videos/899277653525529/
https://www.facebook.com/sabanteomandurali/videos/899283190191642/
https://www.facebook.com/sabanteomandurali/videos/899286120191349/
https://www.facebook.com/sabanteomandurali/videos/899287180191243/
https://www.facebook.com/sabanteomandurali/videos/899288540191107/
https://www.facebook.com/sabanteomandurali/videos/899289470191014/
https://www.facebook.com/sabanteomandurali/videos/899294710190490/