Kategori: Söyleşiler
Avrupa’ya Dönersek Ölürüz (9 Ocak 2017)
2017’nin ilk günlerinde Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı’ya 2016’da değişen dengeleri ve ittifakları sorduk. Rusya’yla ittifakta gecikildiğini söyleyen Duralı’nın uyarıları var. Bunlardan birincisi, tarihi unutmamak ve geçmişte yaptığı yardımların bedelini acı ödeten Rusya’yla duygusal değil akli bir ilişki kurmak. İkincisi, içinde bulunduğumuz kimlik bunalımında yüzümüzü Avrupa’ya dönmemek. Avrupa’yla yakınlaşmadaki ısrarın 1920’lerde alınan ölüm kararının infazı olduğunu vurgulayan Teoman Hoca, Cumhuriyet devrimlerinin de günümüze kadar gelen bir “boşanma travmasına” yol açtığını söylüyor.
2016, bir darbe girişimi atlattığımız, birçok terör saldırısına maruz kaldığımız, iç ve dış politikada önceliklerimizi değiştirdiğimiz bir yıl oldu. Bu süreci nasıl değerlendirirsiniz?
Dış politikada önceliklerin değiştirilmesinden kastınız Rusya’ya yanaşmamızsa, o gecikmiş bir adımdır. Kapı komşusuyuz, yüzyıllardır ve hep düşman kalmışız birbirimize. Bu düşmanlığın onlara da bize de kazandırdığı bir şey olmadı. Aklın buyurduğu, buydu. Rusya’yla birçok bakımdan benzeşiyoruz. Rusya Federasyonu’nda büyük miktarda Türk ve Müslüman yaşıyor. Onlarla bizim önemli bağlarımız var. Rusya’yla Türkiye düşman kaldığı sürece bu kesimlerle de bağlantı kuramıyoruz. Bizim oraya yanaşmamız denize düşen yılana sarılır misalidir. Hep yanaşmaya çalıştığımız, peşinden koştuğumuz, Avrupa-Amerika bize bu sefer çok keskin, açık bir şekilde sırt çevirince bir mecburiyet içinde kaldık. Rusya’ya döndük. Bizden pek beklenmeyecek akli gerekçelerle bu teması kurmamız gerekiyordu. Bu yakınlıklar kurulurken, devlet adamlarının kişisel eğilimleri de önemlidir. Rusya, Avrasya yoluna girmiştir. Çünkü Rusya’da bizimkinden epey önce bir kimlik arayışı başlamıştır. 19. yüzyılın ilk yarısına giden bir kimlik arayışı var.
Aslında bu kimlik arayışı süreciyle de tarihsel bir benzerliğimiz var diyebilir miyiz Hocam?
Evet. Bizde biraz daha geç çıktı. Rusya’da bu süreçte Slavcılar, Avrupacılar ve Avrasyacılar denilen üç ayrı yol çıktı. Bu yollardan birine sapıp kimliklerini tespit etmeyi düşünmüşlerdir. Zaman zaman Rusçular, zaman zaman Slavcılar, zaman zaman Avrupacılar ön plana çıkmıştır. Sanatta siyasette karşılaştığımız bir tercih karışıklığına yol açmıştır. Rus edebiyatı çok büyüktür ve bu edebiyatta bu üç zihniyetin çatıştığını görürüz. Mesela Tolstoy derin Rusçu ekole bağlıdır. Biz bu arayışı 1900’lerde başlattık. Daha öncesinde yerimizi biliyorduk, İslam medeniyetinin bir parçasıydık. Durduğumuz yerden ilk defa şüpheye düştüğümüz dönem II. Mahmut zamanıdır. Aldığımız çok acı yenilgilerle “Acaba bulunduğumuz yer sağlam mıdır? Daha iyi bir zemin bulabilir miyiz?” arayışına girdik. Rusya’da olup bitenleri izleyemedik.
Bu kuşkuya düşmeden önce nasıl bir yerde duruyorduk?
Biz hep belli bir odağa kapılanma hastasıyızdır. Önceleri Avrupa’yı hiç görmezdik. Orası sadece dârülharpti. O zamanlarda bizim tek odağımız Acemistan’dı. Bugünkü İran dediğimiz, Fars kültürüydü, oraya hayrandık. Yaşayışımızı, edebiyatımızı, anlayışımızı İran’a göre ayarlıyorduk. Bu Osmanlı’dan çok daha önceden başlar. İslam’dan önce de kutup yıldızımız Çin’di. Gözümüzü diktiklerimizle hep çatışmışızdır. Çok tuhaftır Türkün ruh hali. Çinlilerden kaçarken Müslüman olduk. Çinliler Horasan’a kadar gelmişti. “Kılıç zoruyla Müslüman olduk” diye beyaz Türklerin bir efsanesi vardır, yalandır o. Evet, kılıcın yeri olmuştur ama Türk’ün Türk’ü kırması noktasında vardır. Batıya da gözlerimizi Fransa üzerinden açtık. Her şeyi oradan almaya başladık. Sonuçta Avrupa’nın başka yerlerini görmez olduk. Tabii bu sadece Tanzimat’tan sonraki bir durum değil. Avrupa’da biz hep Fransa’yı odak aldık. Çünkü yeniçağın din dışı merkez kültürü Fransa’ydı. 16. yüzyıldan beri gözümüz oradaydı. Tanzimat’la birlikte tamamen odaklandık. O sıralarda duygularımızla iş gördüğümüz için bizim bu Fransız hayranlığımız, dehşet bir hayal kırıklığına uğradı. Napolyon’un Mısır seferi bizi allak bullak etti. Bunca sevgi beslediğimiz bir milletin toprağımıza saldırmasını anlamlandıramadık. Böylece Avrupa’da başkalarının da olduğunu keşfetmeye başladık.
Kimdi bu başkaları?
İngilizler ve Ruslar. Ruslarla hep savaşmışız, buna rağmen, denize düşen yılana sarılır misali, düşman bildiğimiz bir ülkeden yardım dilendik. Ruslar yardım etmeye ettiler ama karşılığını çok acı istediler. O vakitler Rusya’da Slavcılık akımı kendini göstermeye başladı. Slavların en önemli özelliklerinden biri Hıristiyanlığın Ortodoksluk mezhebine dâhil olması. Osmanlı topraklarında yaşayan Slavlar Ortodoks’tular. Ruslar bu Slav ve Ortodoks toplumlar üzerinden pay istedi Osmanlı topraklarından. Asıl gözleri Boğazlardaydı. Bu yüzden Osmanlı’daki Slavları kullanma yoluna gittiler. Biz onu da çok geç anladık. İçgüdüsel bir refleksle İngilizlere sığındık. Ruslara karşı İngilizleri bir denge unsuru olarak kullandık. Osmanlı’nın son yüzyılı Rus-İngiliz dengesi üzerine kurulmuştur. Abdülhamid’in tahta çıktığı yılda ortaya çıkan boşluktan yararlanan Ruslar Kafkasya üzerinden Doğu Anadolu’ya, Balkanlar üzerinden Yeşilköy’e kadar indiler. O vakit de bizi İngilizler kurtardı. Kırım savaşında da İngilizlerden yardım aldık. Şimdi yine sıkıştık ve Ruslara sığındık.
Bu anlattıklarınız ışığında tarih tekerrür eder mi?
İyi mi kötü mü sormuyorum, çünkü mecbur kaldık ama bu yakınlığı da sınırlı tutmak zorundayız. Yoksa Osmanlı döneminde yaşadıklarımızın tekrarını bal gibi yaşayabiliriz. Rusların da bizden menfaati var. Bir takım akıl benzerlikleri var. Bizde de şu son bir kaç yılda “Avrupalı mıyız değil miyiz” tartışması ayyuka çıktı. Bir kısmımız Avrupalı olduğumuzu sürekli vurgulamakla birlikte, öncelikle Müslüman kesim bundan çok şüpheli. Fakat Müslüman kesim de nereye ait olduğumuzu bir türlü tayin edemedi. Rusya’nın şimdi Putin’le birlikte yeniden canlanan Avrasyacılık anlayışı Türkiye’de yok gibi bir şey. Genel olarak yaygın bir hal almadı. Bunun da başta gelen sebebi bilinç eksikliği. Kendimizi tartamıyoruz. Tartamadığımız için de başkalarıyla karşılaştırmıyoruz. Feci bir kimlik bunalımı içindeyiz. Bütün bu yaşadığımız fırtınalar kimlik bunalımının sonucu.
Aidiyet sorunu bugünün de en çok düşünülen konuları arasında. Aidiyetimizi nerede aramalıyız?
Nereye ait olduğumuzu bilmiyoruz. Avrupalıyız diyenler kendilerini aldatıyorlar. Avrupalı değiliz. Avrupalının nirengi noktaları, bizde asla yok. Türk olmak için Müslüman olmak lazım. Ama inanırsınız, ama inanmazsınız, o ayrı bir konu. Kimse kimseyi şu dine bu dine inanmak yolunda zorlayamaz. Telkinde bulunamaz. Kuran’da Allah Resulüne “Söyle onlara siz kendi dininizde ben kendi dinimdeyim” der. Bu söylediğim toplum, millet kimliğimizle ilgili bir şey değildir. Ben burada yaşıyorsam ve Türk isem, Müslümanlığın medeniyetini ve aynı zamanda şartlarını benimsemek zorundayım. Tekrar ediyorum, inanırım inanmam, o benim bileceğim iş ama bu medeniyetin renklerini reddediyorsam, burada yaşayamam. Aynı şey Avrupalı için de geçerlidir. Avrupalı olmak demek, Hıristiyan olmak demektir. Önce bunu kabul edersiniz. Ondan sonra o Hıristiyanlığın renkleri vardır, onlar ayrılır. O renk Fransa’da ayrıdır, İtalya’da ayrıdır, İngiltere’de ayrıdır. O değişir ama Avrupalılığın değerlerinin temelinde Hıristiyanlık yatar. Hıristiyanlığı reddedebilirsiniz, Nietzsche gibi Tanrıyı da reddedebilirsiniz ama eninde sonunda Hıristiyan medeniyetinin çarklarından geçmişsinizdir. Nietzsche Hindu değildir, Budist değildir, Müslüman da değildir. O bakımdan, Hıristiyan olmadıkça Türk Avrupalı değildir. Hıristiyan olması yeter mi? Yetmez. Din değiştirsek de, vaftiz olsak da olmaz. Çünkü onun tarihi bir süreci var. O tarih sürecinden geçmedik.
Cumhuriyet’in kurucuları, bu kimlik inşası iddiasını da taşıyordu. Bu inşa da nasıl bir sorun var ki 94 yıldır aidiyet tartışıyoruz?
Peygamberimiz “Allah’ın en cevaz vermediği şey boşanmadır” der. İnanırsınız inanmazsınız, inanmasanız da, Müslüman olmasanız da bu son derece önemli bir vakıadır. İnsanı kadın olsun, erkek olsun savurur. Çok hızlı giden bir motosikletin üzerinden fırlatılmış gibi olursunuz. Boşanma maddeten ve manen böyle bir olaydır. Cumhuriyet’le birlikte devrim felaketleri de bir toplumsal yahut milli boşanmaya götürdü bizi.
O travmayı mı yaşıyoruz hâlâ?
O travmayı yaşıyoruz. Bu travmanın büyük ceremesini sadece karı koca yaşamıyor, çocuklar da yaşıyor. Şimdi biz o boşanmanın çocuklarıyız. O 1920’lerde meydana getirilmiş devrimlerin sonuçlarını onları meydana getirmemiş bizler yaşıyoruz. Nedir en önemli sonuçlar? Eğitimdir her şeyden önce. Bugün en büyük karmaşayı eğitimde görüyoruz. Bu kadar kötü, bu kadar rezil bir eğitim sistemi olamaz. Sadece AK Parti iktidarı için söylemiyorum, Cumhuriyet dönemi boyunca eğitim bir türlü oturtulamamıştır. Bu iktidar döneminde de bu kargaşa devam etmiştir. Öyle olunca, bütün nesiller eğitimin çarkından geçiyor. Kim olduğunu, ne olduğunu, nasıl olduğunu bilenimiz yok. Temel eğitimi aileden alıyoruz, aile de bilmiyor bunu. Anne baba da bu eğitimden geçmiş. Ondan sonra o çocuk okula gidiyor, o keşmekeş orada katmerli bir biçimde devam ediyor. Bir çıkıyor, sarhoş gibi, tam bir kafa karışıklığı. İnsanın en önemli sermayesi akıldır. Bu eğitimde bir nebzecik aklı varsa çocuğun, onu alıp götürüyor. Aklın en önemli işi düzen kurmaktır. Bizim en önemli özelliğimiz bugün düzensizliktir. Her alanda müthiş bir düzen bozukluğu var.
2017, “Hayat tarzına müdahale sürüyor” tartışmasıyla açıldı. Ortada inşa edilmiş bir kimlik yoksa hangi hayat tarzına müdahale söz konusu?
Biraz evvel anlattıklarım yüzünden “Hayat tarzımıza müdahale var” itirazı iki taraftan da geliyor. Çünkü iki taraf da hayat tarzının ne olduğunu bilmiyor. Biri diyor ki, “Ben Müslüman değilim, Müslümanlığı reddediyorum, ama Müslümanlığı reddetme biçimime müdahale ediyor.” Öbür tarafın da sanki bütün derdi insanların içkisi, eğlencesi. Hayran olduğu ve kapılanmak istediği Avrupa’yı içkiden, eğlenceden ibaret sayıyor. Bu olmayan bir şey, Avrupa bundan ibaret değil. Her yerde serbestçe yaşayanlar var, icabında Suudi Arabistan’da da bulabilirsin. Fakat böyle bir ahmaklık, böyle bir bönlük yok. Hayat tarzı dediği bu, kastettiği bu. Hayat tarzı olarak başka neyi kastediyorsun? Musikimiz farkıydı, şiirimiz farklıydı, mutfağımız farklıydı. Ama onları kastetmiyor. Ben Türk mutfağından şikâyetçiyim demiyor. Bütün dert bu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, içinden geçtiğimiz bu süreçte birlik içinde olmanın önemine işaret ederek seferberlik çağrısı yaptı. İki gergin kutupların bir araya gelmesi mümkün mü?
Tayyip Bey bir siyaset adamı. Tayyip Bey de, bunu görür, mutlaka görüyordur ama gördüğünü söyleyemez. Her şeyden önce milletin ayrışmamasını sağlamak zorundadır. O benim de başta gelen ödevimdir ama ben gerçekliğin üzerinden zıplayarak bunu söyleyemem. İman kullar arasında da hüküm sürmelidir. Birbirimize inanmak, güvenmek zorundayız. Bu anlamdaki bir birlikten tabii ki bahsedeceğiz. Bu eleştiriyi ortadan kaldırmak, akli anlamda şüpheye ket vurmak manasına gelmez. Toplumun yürüyüşünde denetim işleyişlerinin yürürlükte olması zorunludur. Bunların hepsinin de bir dengede olması gerekir. Denetlemeye tamamen ağırlık verirsek çöker toplum, kaldırırsak yine çöker. Kim sağlayacak bu dengeyi? Perdenin arkasında duran akıllı insanlar. Bir ara çok moda olan deyimiyle, akil adamlar. Onları iyi seçmek lazım. Akil gördüğün herkes akil olmuyor. Perdenin önünde siyasetçiler, idareciler var, onlar da kulağını çok iyi seçilmiş akıllı insanlara vermek zorundadır.
Peki Hocam, konuşmanın başında Rusya’yla benzer süreçlerden geçtiğimizi ve Rusya’nın şimdi Çarlık dönemindeki ideallerine döndüğünü söylemiştiniz. Biz nereye döneceğiz? Ya da Cumhuriyet devrimleri nesilleri ifsat ettiyse, dönecek yerimiz var mı?
O medeniyeti bulamayız. O medeniyet yok. Ancak siyasi bir tercihle medeniyete yaklaşma imkânımız var. Bir daha asli kimliğimize dönmemiz muhal, geçmiş ola. Bu şartlar içinde bir kimlik inşası mümkün mü? Şu anda şizoit bir durumdayız. Bu kişilik parçalanmışlığını aza indirebiliriz. Bu parçalanmışlığı en fazla gidermek yeryüzünün en eski devletlerinden biri İran’a nasip oldu. İyidir kötüdür ayrı. Ama belli bir yol tutturdu. Büyük bir ihtimalle Rusya da bunu gördü ve uygulamak istiyor. Çünkü Rusya daha önce Çarlık Rusya’sından Sovyetler Birliği’ne geçerken kimlik inşasını denedi. Beceremediler. Becerememelerinin en önemli sebebi de hamlenin başını çekenlerin Ruslar olmamasıydı. Rus değildi onlar. Kim olduklarını da bir tarafa bırakıyorum. Sovyetlerin iptalinden bu yana Rusya’nın başını çekenler Ruslardır. Bizde de Cumhuriyet’in kuruluşunda aynı Sovyetlerde olduğu gibi başı çekenler Türkler değildi. Kanı, ırkı, milleti kastetmiyorum burada, zihniyeti kastediyorum. Dönecek yer için, Avrasya diyorum ben. Avrupa’ya girmek, dâhil olmak, 20’lerde çıkarılan ölüm fermanının infazıdır. Avrupa’ya girmememiz lazım. Bu Avrupa için zararlı, bizim için öldürücü olur.
Bu durumda da, müttefik olarak Avrupa’dan vazgeçilemeyeceği savı önümüze çıkıyor.
Biz tek başımıza yaşayabilir miyiz? Yaşayamıyorsak, ölelim. Suni teneffüsle yürümez işler. “Ölüm gelmiş cihane, baş ağrısı bahane.” Bu terane sürekli dönüyor, “Tek başına duramayız, bizi yerler…” Tek başına duracak gücü kendinde görmüyorsan, ne işin var bu dünyada? Yaşayabildiğimiz kadarıyla yaşayacağız. Siyasi anlamda benzer durumda olanlara yanaşırsın. Bugün Rusya örneğinde olduğu gibi. Gidebildiğin yere kadar gidersin. Duygularla hareket edersen, Rusya seni yer. Hep akıl öncülüğünde yol almamız gerekir. Akıl bize sınırlarımızı bildirir. Rusya’yla da ilelebet devam etmez bu. Bir yerde çıkar çatışması olur, oldu da. Çok akıllıca bir kararla bu süreç düzeltildi. Buna devam etmemiz lazım. Avrupa’yla çıkarlarımız ölçüsünde devam ederiz. Avrupa Birliği’ne girmek çıkarların sürdürülmesi için şart değil. Şu anki ilişkilerimizi niye sürdürmeyelim? Gitmeler gelmeler azalabilir, o da iyi bir şey olur. Avrupa’ya gitmenin bize çok olumlu bir katkı yaptığını sanmıyorum. Bursla gidenler Kâbe’sini şaşırmış vaziyette dönüyor. Ne lüzumu var? Astrofizikte, kuantum mekaniğinde uzmanlaşacak insan gitsin. Üretimimiz arttırmamız, hayati nesneleri üretmeye ağırlık vermemiz gerekiyor. Tarımı ihmal ediyoruz. Yarın bir gün cep telefonu, araba yemeyeceğiz. Besin maddesine ihtiyacımız var. Bilmem kaç bin yıllık yerli tohumu bıraktık. Çok iyi yetişmiş kadrolara ihtiyacımız var. Sallapati gerekçelerle “Bana biat etmiyor, eğilip kalkmıyor” gibi süfli nedenlerle insanları uzaklaştırmak çok büyük bir kayıptır. Ben bunu üniversitelerden biliyorum. Aşağılık kompleksi kadar kötü bir şey yoktur. Kadrolar yetiştikçe, iş başına geçtikçe ve onlar akil adamlara kulak verdikleri ölçüde bu fırtınayı atlatırız.
Konuşan: Ayça Örer
Kaynak: http://www.gercekhayat.com.tr/roportaj/avrupaya-donersek-oluruz/
Erdoğan Üst Aklın Sinirlerini Bozdu (29 Ağustos 2016)
Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı, ülkemizin önemli akademisyen ve fikir adamlarından biri. Felsefe tarihi, biyoloji felsefesi, dilbilim, siyaset felsefesi, savaş felsefesi gibi alanlarda çok sayıda kitap yazdı, makale yayınladı. Anadolu ve İslam kültürüne vurgu yapmaktan asla vazgeçmeyen Teoman Hoca, İngiliz-Yahudi ittifakının yönlendirdiğini söylediği Batı medeniyetinin Türk milleti üzerindeki emellerine dair her fırsatta toplumu uyardı. Biz de hem Batı, hem de Türk-İslam medeniyetinin kodlarını en iyi bilen isimlerden olan Teoman Duralı ile içinden geçtiğimiz sürecin köklerini, 15 Temmuz’u ve bundan sonra bizi nelerin beklediğini konuştuk.
Olağanüstü günlerden geçiyoruz. Bir yanda terör örgütleri peş peşe eylemler gerçekleştiriyor, şehirlerde canlı bombalar patlıyor, öte yanda 15 Temmuz’u yaşadık. Tüm bunlar birbirinden bağımsız olaylar mı sizce?
Çok daha geniş çaplı bir tasarının parçaları bunlar, beklenmedik bir olay değil. İngiliz-Yahudi ittifakının kurduğu üst akıl ve onun yarattığı çağdaş medeniyet, öteden beri Türk’ten kurtulma çabasında. Çünkü Türk, onlara rakip olabilecek bir medeniyetin sürükleyicisi, güdücüsü, taşıyıcısı olmuş; çöktükten sonra da yine onu canlandırmaya aday tek millet olmuştur. O bakımdan bizden kurtulmanın yolunu aramışlardır. Ne zaman fırsat bulmuşlarsa, kendi yönlendirmelerinden çıktığımızda bizi yok etmeye çalışmışlardır. Onlar kendi yollarında giderken arıza çıkardığınızda, mızıkçılık ettiğinizde hemen harekete geçerler.
İlk kez mi arıza çıkarıyoruz?
İlk değil ama bugünkü kadar, Recep Tayyip Bey’in önderliğindeki kadar olmadı Cumhuriyet dönemi boyunca. Dolayısıyla böyle sert bir tedbirler düşünmediler. Ama yine de ufak tefek arızalar olmuştur. Şimdi aklıma gelen, Adnan Menderes’in o zamanki Sovyetler Birliği’ne yönelmesinin, rayları değiştirmeye kalmasının arkasından 27 Mayıs geldi. Galiba Temmuz ayında mı ne gidecekti Moskova’ya. Görüşme gerçekleşmeden darbe geldi. O darbeye çok çeşitli bahaneler uyduruldu. Dine dönüşü önleme, 6-7 Eylül olaylarının öcü… Hiçbirisi bana inandırıcı gelmedi. Onlar da olabilir tabi, bilhassa dini duyarlılığın artması. Ama asıl sebep siyaset değişikliği, Rusya’ya doğru bir yönelme eğiliminin gösterilmesi. O günkü mızıkçılık, bugüne oranla çok düşük, hiçbir şekilde karşılaştıramayız.
Peki bugünkü sapma nedir?
Erdoğan’ın söz dinlememesi. İngiliz-Yahudi dünyasının buyruklarına kulak asmıyor. Sultan Abdülhamid Han’dan bu yana gördüğümüz en milli devlet adamı. Bir kere, İslam dünyasıyla yeniden yakın ilişkiler kurdu, bu çok büyük bir kabahat! Ondan sonra Müslüman özümüzün hatırlanması var. Karşımızdakiler olağanüstü derecede akıllı adamlar. Bir taşla birkaç kuşu vuruyorlar. 60’lı-70’li yıllardaki, özellikle 60’ların ikinci yarısında komünizm bizde çok yükselmeye başladı, baya o yöne doğru bir gidiş vardı. Cumhuriyet tarihinde ilk defa komünist bir partiye izin verildi. Meclise 10-15 milletvekili soktular o vakit. Ne oldu? Amerika hemen bu komünist hareketi bastırmak üzere komünist görünümlü adamlar soktu Türkiye’ye, “Çin komünizmi” tercih eden. Şimdi hiçbir ilgimiz ilişimiz yok. Adama haritada Çin’i göster desen gösteremezdi eminim buna. Ne olduğunu dahi bilmediğimiz bir Maoculuk fikri oluşmaya başladı. Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü! Bu şekilde bir bölünme yaratarak komünizmin yolunu kestiler. Öbür taraftan ülkücüler de bölündüler. Tamamen Rusya’ya odaklıydılar ve komünistlere olan düşmanlıklarıyla Rusya husumetleri birleşikti, onların da kafası karıştı. “Bu komünizm sadece Rusya’ya mahsus bir şey değil, Rus yayılmacılığının, emperyalizmin aleti değil, o halde biz daha nesnel bakalım” diyenler çok azdı. Böylece milliyetçiler bölünmeye başladı. Bu bölünmenin en bariz görünümü Müslüman milliyetçilerle Müslümanlığı reddeden milliyetçilik arasında oldu.
Şimdi de Müslümanları bölüyorlar öyleyse…
Evet, özellikle 2005’ten bu yana çok yoğun bir şekilde işlenen program o günkü programdır. Bu tabi öbüründen çok daha önemli, çok daha ciddi sonuçlar yaratmaya yönelik. Çünkü özümüz Müslümanlık, tarihi müktesebatımız Müslümanlıktır. Bu Müslüman kitle bölündü, birbirine düşürüldü. Bu müthiş bir hadisedir. O günün tecrübesinden hareketle ağababalar, üst akıl bunu planlıyordu. Niye durduk yere Gülen’i Amerika’ya götürdüler? Adam kendiliğinden gitmedi, belli bir program çerçevesinde bunu Amerika’ya gönderdiler. Önceleri milli bir yapıdaydı cemaat, 80’lerde Türkiye sola kayıyordu, bunu önlemenin yolu olarak İslam’ı öne çıkarma fikrinin bir ürünüydü. Amerika’nın da o günlerde Rusya’yı bitirmeye yönelik bir “yeşil kuşak” siyaseti vardı; Amerika “Peki” demeden sen böyle bir cemaat tasarısını gündeme sokamazsın. Zaten darbelerin arkasında hep o vardır. 15 Temmuz’da olduğu gibi. ABD, İngiliz-Yahudi üst aklının merkezidir; İngiliz ile Yahudi’nin çocuğudur, başka bir şey olarak görmemek lazım.
Önceki darbeleri başarıyla gerçekleştiren bu yapıyı 15 Temmuz’da başarısız kılan neydi?
Bizim mafya jargonunda babaya hizmet eden, haracını toplayan adamlara “ayakçı” derler. Tetiği çeken Gülen örgütünün ayakçıları bizdik. Bizim de kafamız bu işlere basmıyordu ama yukardakiler bunu iyi hesaplayamadı. Hesaplasalardı belki ayakçılığı da kendileri yaparlardı. Bunu beceremediler, orada falso verdiler, çünkü bu işler çok matematiksel yürür. Matematik yürütmenin de başta gelen şartı bellidir, b planı olacak, c planı olacak. Bizde hiçbir iş seçenekle, planla yürümüyor. Bir tek tasarı ortaya konuyor. Bunu büyük bir ihtimalle ayakçılarına verdiler. Belki kendileri b planı yapmıştır ama bizimkiler görmediler ya da anlamadılar. Ve paniğe kapıldılar. “Haber alındı, açığa çıktık” söylentisi yayılınca sabahın 3’ünde yapılması planlanan girişim akşam 9’da başladı. En büyük ahmaklık oydu, hiçbir darbeyi 9’da 10’da yapamazsın. Öte yandan, siyasi kadro çok tutarlı davrandı, dik durdu. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım çok takdire şayan bir duruş sergilediler. Ufak bir falsoları olsaydı halkımız o yiğitliği gösteremezdi. At binicisine göre kişner. Halkın büyük bir dirayeti söz konusu oldu ama kendisine önderlik, rehberlik eden kişilere bakarak gösterdiler o duruşu. Orada halk en ufak bir tereddüt görseydi iş bitmişti. Halkı ve önderi eşit şekilde takdir etmek lazım. Bu olağanüstü bir olaydır. Ama yeniden söyleyeyim, öbürleri taktik hatalarda bulunmasalardı böyle ucuz kurtulur muyduk bilmiyorum. Yani hükümetin ve halkın gösterdiği dirayete rağmen taktiksel olarak hata yapmasalardı çok büyük felaketler çıkacaktı.
Halkımızı o gece sokağa döken ana etken siyasi iradeydi evet ama onca kahramanlığın özünde ne vardı sizce?
Türk’ün en önemli özelliği asker millet oluşudur. Hunlardan beri belki de çok az toplumda gördüğümüz bir olay bu. Askerlikten başka bir meşgalen yok. Evet marangozun var, aşçın var, hekimin var, o var, bu var ama bunların hepsi özde askerdir. Askerlik bizde eklenmiş bir şey değil, öbür meslekler eklenmiştir. Sivil toplumda, mesela İngilizlerde askerlik bir eklemedir. O kadar ki İngiliz kumandanların zaman zaman, Napolyon savaşlarında mesela, sivil elbiseyle geldikleri görülür. Zafer kazanmada önemli bir etkisi yok. İngilizler kadar savaş kazanmış ikinci bir milleti gösteremeyiz. Ama özünde sivillerdir, bizse özde askeriz. Ama bunu görmüyoruz. Yani bilincinde değiliz, bilinçsizce yürütüyoruz. Osmanlı’da üst rütbeli memurlar paşadır mesela, cepheye gitsin gitmesin. Şimdi bunu onlar görüyor, biliyorlar. Gücümüzü buradan aldığımızı biliyorlar. Onun için benim karşı çıktığım, milletimizin dinden ve askerlikten uzaklaştırılmasıdır.
Sözünü ettiğiniz ittifak bu tasarıyı hangi araçlarla hayata geçirdi?
Lozan’a dönelim. 1922’den itibaren Türk’ü bertaraf edemeyeceğini gören İngiliz-Yahudi üst aklı, bizi evcilleştirme yoluna gitmiştir. Nedir bu? Birincisi İslam’dan uzaklaştırma, İkincisi sivilleştirme. Dinden uzaklaştırılmanın tabiri laiklik, askerlikten uzaklaştırılmanın tabiri ise sivilliktir. Bu bitirir milleti, çözer. Bu iki yoldan yürüdüler ve böyle nesiller yetiştirdiler. Cumhuriyet’e geçiş döneminde yoğun bir biçimde sivilleştirme ve laikleştirme ışınlarına tabi tutulduk. Bu iki unsurun tehlike altında görülmesi, laiklik ve sivilleştirme unsurlarının tehlike altına girmesi onları müthiş korkuttu ve harekete geçirdi. Sonuçta baktılar ki Türk milleti laikleştirme olayını benimsemiyor. 80 yıldır uyguladıkları bu işlem tutmadı.
Tutmadığı nasıl anlaşıldı hocam?
İslam’a vurgu yapan iki parti, Milli Selamet Partisi (ve devamı olan partiler) ile daha sonra gelen AK Parti sayesinde. “Aha!” dediler, “Bitiremedik biz bu işi”. Daha sonra İslam’a doğrudan karşı çıkmayıp, İslam’ı kendilerine göre yoğurmaya yöneldiler. Ve bu Gülencileri icat ettiler. Onlar tarafından ben şu soruya muhatap oldum: “Bize Protestanlığı anlatsanıza!” Niye? Çünkü bir kere Hristiyanlığı bitiren Protestanlıktır. Sevelim sevmeyelim ama şu bir gerçek: Hristiyanlık doğru düzgün bir dindir. Bin yıldır savaştık, el hak rakibimizi, düşmanımızı takdir edelim. Ve Hristiyanlık denildiği zaman benim ilk aklıma gelen Katolikliktir. Ortodoks tarafını Ruslar dışında biz ele geçirmişiz, asıl Hristiyanlığı dünya çapında Katolikler temsil etmiştir. Protestanlık nedir? Katolikliği durdurma, dini çökertme hadisesidir. Yani Protestanlık, Katolikliğe karşı bir Fetullah Gülen hareketidir.
Katolikliği neden istemiyorlar? Ve daha önemlisi kim istemiyor?
Çünkü siz dindarsanız, hangi dine mensup olursanız olun sömürüye karşı gelirsiniz. İngiliz-Yahudi medeniyetinin özünü teşkil eden bir sömürü ideolojisidir. Sermayeciliktir. Bu soruya da çok muhatap oldum. Biz Müslümanlar olarak çağdaş hayatı sürdürebilir miyiz? Bize uyar mı? Uymaz, çünkü dinin özü sömürüye karşı durmaktır. Bütün ibadetlerimiz sömürüyle savaşmaya karşı birer talimdir. Dünyada en zor şey bir insanın sırat-ı müstakimden yürümesidir. Kötüye kullanmanın, sömürünün çekiciliğine karşı durmak kolay bir iş değildir. Müthiş bir şeydir. Din bizi karşı koymaya iter. Neye karşı koymaya? Günah saymaya. Günah olan nedir? Başka insanları ezmek, hırsızlık, dolandırıcılık, intikam, rant, zina, kumar… Ama esas olan hayatı alın teriyle, emekle inşa etmektir. Hazreti İsa, “Zengin adamın cennete girmesi, devenin iğne deliğinden geçmesinden zordur” demiştir. Benzer sözleri Peygamber Efendimiz de dile getirmiştir.
Menderes’e yönelik darbenin Rusya’yla yakınlaşmanın neticesi olduğunu söylediniz. Bugün de Rusya ile yakınlaşma hamlelerimiz var. Bunu Batı’ya karşı bir tepki olarak mı yapıyoruz?
Buna mecburuz. Yani Rusya’yı sevdiğimiz için yaptığımızı sanmıyorum. Cumhurbaşkanı’nın aklından geçenleri bilemiyorum ama mantıkça bunu yapmak zorundayız. Bir denge kurmak zorundayız, bir yerlerden destek almak zorundayız. Sözüm ona müttefikimizin bize kazık attığı çok aşikâr, çok ortada bir şey bu. Daha önceden bunu sezmiş olacak ki Cumhurbaşkanı Erdoğan bir ara ima ediyordu, Şangay Beşlisi’ne girelim diye. Hatta bir fotoğraf vardı, Putin ile yan yana duruyordu, bir iki yıl önce, Putin böyle mahcup bir şekilde gülümsüyor, ne diyeceğini bilemiyor. Yukarı tükürse bıyık, aşağıya tükürse sakal. Gelin alalım sizi Şangay Beşlisi’ne demeye cesaret edemiyor. O da korkuyor Amerika’dan. Amerika ipi bir çekerse Rusya boğulur gider, ilmik gibi boğazında.
Rusya da ABD karşısında güçlü bir ülke değil yani?
Kimse Amerika’nın karşısında güçlü değil, öyle olsa Çin çoktan ipleri koparır giderdi.
Halkın 15 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dirayeti sayesinde şahlandığını söylediniz. Lider merkezli bir toplum muyuz biz? Eğer öyleyse, Erdoğan’dan sonra onun gibi bir lider daha çıkarabilecek miyiz?
Çıkarıp çıkaramayacağımızı bilmiyorum ama şu anda Recep Tayyip Bey olmasa darmadağınız. Daha önce böyle bir şey yaşamadık. Mustafa Kemal’den bu yana önderimiz olmadı. İsmet Paşa dönemini bir tarafa bırakalım. İnönü de bir önder pozisyonundaydı ama dünyanın şartları farklıydı o günlerde. Kıtlık ve savaş yılları olduğu için millet ister istemez bir arada duruyordu. Ondan sonra İsmet Paşa hemen aşağıya indi zaten, Menderes-Bayar ikilisi geldi. Onların döneminde Türkiye büyük bir kalkınma hamlesine girişti. Ve dağılmaya vakit bulamadılar. Orada bir öndere ihtiyaç yoktu. Yol belliydi ancak o dönem de sonunda, 57’den itibaren dağılma belirtileri göstermeye başladı. Ve o dağılma belirtileriyle birlikte Demokrat Parti sandığa gitti, sendeledi. 60’da da darbe geldi. Belki darbe gelmeseydi bir önderlik örneği gösterilebilirdi Menderes. Çünkü 50’lerde yaşadıklarımızın tecrübesine sahip değildik, öğreniyorduk. Bugünkü iktidarın büyük önceliği geçmişin tecrübeleridir. Darbe girişimiyle ilk kez 15 Temmuz’da karşılaşılmadı. Tüm o denemelerin atlatılması geçmiş tecrübelere dayanıyor. Gerek Demokrat Parti, gerekse 60 sonrasındaki olaylar, darbeler, iktidarlar Demirel, Erbakan, Özal dönemi vesaire, çok önemli tecrübeleri beraberinde getirdi.
Bundan sonrası için ne öngörüyorsunuz, 15 Temmuz’daki başarısızlıklarından sonra Erdoğan’ı devirmeye çalışacaklar mıdır yine?
Bunu muhakkak yeniden deneyecekler ama bu kadar tecrübeden sonra Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın kolay bir şekilde faka basacaklarını sanmıyorum. Son tavırları zaten bilgeleştiklerini gösteriyor. Muhalefet partileriyle birlikte verdikleri görüntüler… Yalnız bir konu çok dikkatimi çekiyor ve ben bunu büyük bir hata olarak görüyorum. Askeriyeyi küçültmemek lazım.
Küçültmekten kastınız nedir?
Askeri liselerin kapatılmaması lazım, askerlik herhangi bir mesleğe benzemez. Asker değilim ama çok yakından ilgili olduğum için söylüyorum. Benim üzerinde en çok çalıştığım konu savaş felsefesi ve savaş/strateji tarihi. Askerlik bir alışma meselesidir. Bize çok mantıksız gelirdi. Yat-kalk, rahat-hazır ol vesaire, ne lüzumu var derdik. Ama böylece biçim birliğine sahip oluyorsun. Biçim birliği olmayan bir topluluk savaşamaz, mümkün değil. Çeşitli muharebeler tarihte bize bunu göstermiştir. Bu biçim birliğini çok sıkı bir talimle elde ediyorsun, küçük yaştan itibaren. Yani ben liseyi bitirdim, askeri üniversiteye girdim, hadi bana askerlik sanatını öğret diyemezsin.
Eninde sonunda varlığımızı korumamız için en büyük dayanağımız askerlik olacak diyorsunuz. Diplomasi ve siyaset de askerlik kadar önemli değil mi?
Onlar da var tabi, biz Patoganya’da yaşamıyoruz. Tarihimizi, daha önce konuştuklarımızı bir tarafa bırakalım. Konumumuz, bulunduğumuz yer itibariyle her an savaşmaya hazır olmalıyız. Kanada’da, Yeni Zelenda’da filan bulunsak ne güzel! Ama öyle değil, her taraftan sıkıştırılıyoruz. Birinci derecede üstümüzde Demokles’in kılıcı gibi duran İngiliz-Yahudi ittifakıdır ve biz bunu hep gözden kaçırıyoruz. Bunun bilincine hiç varamadık, hep es geçtik. Ve bugün hâlâ bakışımız o dünyanın merkezlerinedir. Londra, New York, Washington’adır. Hatta bir kısmımız Tel Aviv’e bakar. Bu sebeple savaşa hep hazır olmamız gerekiyor. Dünyada en zor iş de savaşmaktır. Öldürüyorsun ve ölüyorsun. Tercih sana ait, ikisi de birbirinden zor işler. Ve ikisi de iki şeyi gerektirir: Dini ve askerlik talim terbiyesini. Dinin yoksa askerlik yapma, hiçbir işe yaramaz. İçin boştur. Onun için ben hep şunu savunmuşumdur; İmam Hatip ile harp okulu birleştirilmeli. Bunun için benimle çok dalga geçtiler ama din iç disiplini, askerlik ise dış disiplinini veriyor, ikisi birbirinden kopuk oldu mu yürümüyor. Sadece iç disiplinine sahip kalan yayılıp kalıyor. Sadece dış disiplinine sahip olup da içi boş kalan da ateş hattına geldiğinde iflas ediyor.
Konuşan: Turgay Bakırtaş
Kaynak: http://www.gercekhayat.com.tr/roportaj/erdogan-ust-aklin-sinirlerini-bozdu/
İslamsız Türklük Olmaz (9 Nisan 2013)
Elbette. O imparatorluk yok edilmiştir, Osmanlı cinayete kurban gitmiştir. Onun bir kimliği vardı. Bir kimliğiniz olduğunda ya takdir ediliyorsunuz ya da yeriliyorsunuz. Osmanlı o uzun tarihi boyunca hem yerilmiş hem takdir edilmiş. Bir, müracaat mercii olarak görülmüş. Başka toplumlar ona bakarak kendilerine şekil vermeye çalışmışlar. Bu günümüze kadar böyle gelmiş. 1968’lerde Ürdün’ün Dışişleri Bakanlığı’nı yapmış, o vakit de Ürdün’ün Washington Büyükelçisi olan bir beyle yazları tatile geldiği Kilyos’ta sohbet ederdik. Cilvegöz hudut kapısında bayrağı gördüğünde gözlerinin yaşardığını anlatır, “ Düşünün babalarımız Osmanlı edebiyatından yaparlardı. Halit Ziya’yı, Namık Kemal’i, Recaizade Ekrem’i okuyarak uykuya dalarlardı” dedi. Bugün de biz hâla Türkiye’de övünmeye kalktığımız ne kadar eser varsa, Osmanlı’ya işaret ediyoruz. Turist rehberleri, onlardan kalan eserleri gösterir. Bu Osmanlı toprağında kalan bütün yadigârlar için böyledir. Saray-Bosna’ya, Üsküp’e, Ohri’ye, Şam’a, nereye giderseniz gidin Osmanlı’dan kalan eserlerle karşılaşıyor, bunlar gösteriyorsunuz.
AGOP BEY’İN OSMANLI ÖZLEMİ
Kimliği ile tarif edebiliriz. Fransa’ya 1978’de öğrenim sebebiyle gittiğimde, bir Ermeni dostumun selamını amcasına götürecektim. Agop Bey’i aradım, dostumun selamını söyledim. Bana “Türk müsünüz” dedi, “Evet” deyince, “Beyim madem Türksün niye benimle Türkçe konuşmuyorsun?” dedi. Türkçe bildiğini bilmediğimi söyleyince “Yahu ben Osmanlıyım, nasıl Türkçe bilmem” dedi. Sonra beni evine davet etti. Evine gittiğimde, bir sofraya oturduk, aynen bizim soframız. Tarator, beyaz peynirlerimiz, bizim et ve sebze yemeklerimiz. “Burada herhalde mutlusunuz” deyince “Hayır mutlu değilim, ben yurduma dönmek istiyorum” dedi. Bu sadece bir yurt, sıla hasreti değil, Osmanlı’ya duyulan bir hasretti. Ortak payda çok fazlaydı. Agop Bey’de gördüğümüz bir çok özelliği ben babamda da görürdüm, başkalarında görüyordum. Kimlik özellikleri her yöne yansır, giyime, oturuşa, kalkışa, mutfağa, yiyeceklere, kadın-erkek ilişkilerine, her tarafa siner.
OSMANLI HİÇBİR ZAMAN “BEN MİLLETİM” DİYE DOLAŞMAMIŞTIR
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kimliği yok dediğinize göre, burada yaşayanlar bir millet olmayı başaramadı mı?
Millet olduğumuzu çok vurgulayıp duruyoruz, bir şeyi çok vurgularsanız o konuda bir şüpheniz var demektir. Ben şimdi nefes alıp veriyorum, size durup durup “ben nefes alıp veriyorum” desem, “bunun aklından zoru var” dersiniz. Osmanlı hiçbir zaman “ben milletim” diye dolaşmamıştır. Ümmetten bahsedilir ama o da o kadar sıklıkla ifade edilmezdi. Öyle sağlam bir kimlik dokusu vardı ki “ben şuyum” demeye ihtiyacı yoktu. Biz bugün bunun yoksunluğunu çektiğimizden ötürü durmadan “Biz bir milletiz, Türk milletiyiz” diyoruz. “Bizi başkalarından ayırt edecek özelliklerimiz neler” diye sorulduğunda, Osmanlı’yı gösteriyoruz yine. Cumhuriyet Türkiyesi’nin özellikleri diye gösterilebilecek bir şey yok. Güya, Cumhuriyet’in taptığı kişinin yattığı mezar bile Yunan’daki Akropolis’in kötü bir taklidi.
NİYE İNGİLİZ İMPARATORLUĞU DEĞİL BRİTANYA?
Osmanlı bir Türk boyundan neşet etmiş, Osmanlı’nın bir Türk kimliği var mıydı?
Nihayet Osmanlı’nın esası Türk’tür ama imparatorluk siyaseti kavminizi öne çıkarmamayı gerektirir. Kavmi aslı öne geçirmediler, kavmi aslınızı öne geçirdiğiniz zaman imparatorluk çöker. Bugün İngiliz imparatorluğu kendisini İngiliz diye tanıtmaz, Britanya denir. Britanya nedir? Hava, civa, ne demek olduğunu kimse bilmiyor. Herhalde oranın binlerce yıl önceki bir ahalisinin adı. Rusya, imparatorlukken Sovyetler Birliği gibi yine nötr bir ad kullanmış. Belirli bir kavmin adıyla anılan bir devlet kurulduğunda öbür unsurları dışlıyorsunuz demektir. Bizim hatamızı şimdi Rusya yaptı, Sovyetler’i dağıttılar, Rusya Federasyonu’nu kurdular. Rusya Federasyonu dağılmaya mahkûmdur, orada da Rus olmayan bir çok millet var. İngiltere hiçbir zaman Britanya olmaktan vazgeçmedi, o geniş imparatorluk gitti ama Ada’da bile bunu sürdürüyor.
TÜRK HİÇBİR ZAMAN ÜLKESİNE “TÜRK” DEMEMİŞ
Dağılan bir imparatorluktan sonra Türkler yok olmaya karşı bir refleksle mi ulus devlete yöneldi?
Türk kendi yaşadığı ülkeye bile ad vermiş bir kavim değildir. Türkiye, Türkçe değil, Arapça’dan almışız, Arapça da geç Latince’den almış. Türk, hiçbir zaman ülkesine, devletine Türk dememiş. Tarihte Türk adıyla geçen bir tek Göktürk Devleti var. Onun dışında Türkler sayısız devlet kurmuşlar ama hiçbirinde Türk adını kullanmamış. İsmini Türk diye koyduğunuzda başkalarını yönetemezsiniz. Hindistan’da, Mısır’da devlet kurmuş, İran bin yıl Türk hanedanlarının idaresinde kalmış, devrilen şahın babasına varıncaya kadar hep Türk asıllı hanedanlar idare etmişler, hiç birisi Türk adını koymamış. Selçuklu, Karahanlılar… Unutmayın ki Türkçülüğün babası bir Yahudidir, Moiz Kohen’dir, soyadını Tekinalp diye değiştirir. Ziya Gökalp onun talebesidir. Türk’ün Türkçülük yaptığına tarihte tanıklık yoktur.
KÜLTÜR SOYKIRIMINA UĞRADIK
Türkiye’de kültürel manada bir kimlik inşa edilemedi mi?
Düpedüz bir kültür soykırımı var. Biz soykırım yapmadık ama uğradık, kültür soykırımına uğradık. Bizi belirleyen ne varsa, hangi özellik varsa bunlar yasaklanmıştır. Dilimiz, yazımız, mimarimiz, kılığımız, kıyafetimiz, müziğimiz…1920’lerin ortalarından 1950’lere kadar Türk müziği yasaklandı. Cascavlak kaldık, ne İsa’danız ne Musa’dan. Eskimizi unuttuk. Yeniyi alamazsınız. Avrupalı değiliz, Avrupalı olamayız, olmayacağız da.
TÜRK TARİHİ BİR DAVA TARİHİDİR IRK VE KAVİM TARİHİ DEĞİLDİR
Türkler’de kandaşlık yerine sanki bir silah arkadaşlığı kavramı var. Türkler’in kendilerine mahsus özelliklerinden birisi. En eski devirlerden beri Türkler, genellikle kandaş bireylerden oluşmuş yahut böyle bir şeye inanmış bir toplum olmamışlar, silah arkadaşlığına dayalı bir topluluk oluşturdukları kanısındaydılar. Türkler tarihlerinin ilk dönemlerinden itibaren imparatorluk devletine yönelmişlerdir, kavmiyetçi devlete gitmemişler. Türk tarihi bir dava tarihidir. Bir soyu, bir ırkı, bir kavmi başat kılma davası değil, bazı inançları yerleştirme davasıdır. Bizde devlet milletini kuruyor, Türkiye Cumhuriyeti de öyle kurulmuştur. Çoğu yerde ise büyük çoğunlukta toplumlar kendi devletlerini oluşturmuşlar.
Aslında ülkenin en önemli sorununun “biz kimiz” sorusuna cevap verememesi olduğu söylenebilir mi?
Şimdi buna cevap vermenin zorluğu şurada: Yeryüzünde Türk kadar yer değiştirmiş başka bir toplum, millet yok. Bu değişen yerlerde, bir kere çok din değiştirmişiz, dinle birlikte medeniyet değiştirmişiz. Var olan ne kadar tanınmış din varsa hepsine girip çıkmışız. Girdikleri dinlerin de mutaassıbı olmuşlar. Kimlik bir değişmezliktir, zamanla değişir ama çok yavaş değişir.
DEVLETİN KURULDUĞU YERİ YURT EDİNMİŞİZ
Ülkü devlet fikrini ortaya atan bir felsefecisiniz, bu ülkü devletin ulus devletten farkı ne, sınırları nasıl belirleniyor?
Ülkü devlet, bir ülküye bağlı olan devlet anlayışıdır. Belirli bir soyu esas almayan, ulus devletten farkı bu. Ulus, kandaşlık üzerine kuruludur. Aynı kandan gelen, kandaş toplulukların devletleşmesiyle, o toplum, Yeni Çağ Avrupası’nda “Nasyon” adını alıyor. Bizde böyle bir kavram yok. Bambaşka bir anlama gelen milletle, sonra Moğolca’dan ithal ettiğimiz “ulus”la bunu karşılamaya çalışmışlar. Ulustan kastedilen nasyondur. Türk tarihi bunun zıddı olmuştur. Bu sebepten dolayı yurt da yoktur bizde. Devletini kurduğu yeri yurt edinmiş. Halbuki nasyon çekirdekli devletlerin toprakları hiç değişmemiş, 3 bin yıla yakın bir zamandır Persler, 4 bine yakın zamandır Çinliler, bin yıldır Fransızlar, Almanlar hep aynı yerdedirler.
Osmanlı huzuru diye bir kavram var, onu nasıl açıklıyorsunuz?
Genişleme, yayılma devrinde Osmanlı Türkü, ele geçirdiği topraklarda yaşayanlarda dil, din, kavim farkı gözetmeksizin, ‘istimalet’ denilen, uyuşma, uzlaşma siyaseti gütmüş. Bu adalet nizamına, Osmanlı barışı yahut huzuru denilmiş. Karışmamış, kimseye dokunmamışız.
RUHUMUZU VERDİK BEDENİMİZİ BİZE BIRAKTILAR
Milli Mücadele sonrasında bize bir takas teklif edildiğini belirtiyorsunuz, neyi takas ettik?
“Bedeninizi size bırakalım, ruhunuzu verin” dediler, bütün özelliklerimizden vazgeçtik. En önemli vazgeçişlerimiz, laiklikle dinden vazgeçmemiz, asker millet olma özelliğinden vazgeçmemiz, en hayati öneme sahip olan da dilden, Türkçe’den vazgeçmemiz. Bunu medeniyeti değiştirmemiz için yaptılar. Bütün kültür genetiği dilde saklıdır, kültür genetiğinin DNA’sı dildir. O dil bozulduğu anda geçmişle bütün köprüler atılır. İstediğiniz kadar mimariniz olsun, yemekler kalsın, o dil bitti mi her şey biter. Bizim dille birlikte müziğimiz çok önemli yer tutuyordu.
Ruhumuzu harbiye, mülkiye, tıbbıye ile mi teslim ettik?
Tabii, orada başladı. Sadece onlar değil tabii, kurulan misyon okulları var. Belli bir ihtiyaç maddesi zorunlu tutuluyor. Mesela bugün giydiğimiz ayakkabıları almaya başladık. Kılık kıyafet devrimi oldu, şalvarın, kasketin, fesin vahşet olduğunu, medeni olmak için pantolon, ceket giymemiz gerektiğini söylediler. Niye fes giydiğimde vahşi oluyorum, şapka giydiğimde medeni oluyorum diye kimse sormamış.
“SİZ OSMANLI DEĞİLSİNİZ TÜRKSÜNÜZ”
Kavmi milliyetçilik Harbiye’den mi girmiş bu topraklara?
Prusya Almanyası’ndan 1890’larda eğitmen sıfatıyla getirtilen subaylar eliyle kavmi milliyetçilik, öncelikle Harbiye’ye sokulmuş. Sonra onlar tarafından değil başkaları tarafından kullanılmış. Anlatırken, konuşurken Almanya’daki havayı yansıttılar. Dinleyen insanlar “ben neyim” diye sormaya başlamışlardır. 1902-1903’lerde Selanik’te odaklar başladı, “Siz Osmanlı değilsiniz Türksünüz, onlar Rum’dur, bunlar Ermeni’dir, şunlar Arap’tır” şeklinde Alman olmayan başkaları bu işe karışmaya başladılar. Almanlar’ın ektikleri tohumlar bakım gördü ve yayılmaya başladı. Bir de büyük acılar, felekatler yaşıyoruz, Balkanlar’da 200 yıl süren tehcir ve katliam var. Oradaki tehcir son Bosna savaşına kadar sürüp gelmiş bir felakettir. O Türkler de ezilmişliğin etkisiyle “ben ne yapacağım” psikolojisi içindeyken, “bu yolla kurtulacaksın” diye o teori kullanılmış.
Ulus devlet bir çıkış yolu mu olmuş?
Ulus devlet olayında göz önünde bulundurulan bir sanal toplum var, öyle bir toplum yok aslında. Gerçek olmadığı şuradan belli, bizim bir tip bütünlüğümüz yok. Sokağa çıktığımızda binlerce çeşit tip bulunur Türk adı altında.
Türk kavmi yok mu?
Türk kavmi var mı var. Türkiye’de Türk vardır, istemediğin kadar da çoktur. Bütün Türkler Türk değildir ama Türk vardır. Türkmenler var. Yüzdesini kimse bilemez ama bayağı bir yekûn tuttuğu muhakkak. Bunlar saf mıdır? Değildir, hep anne tarafı başka yerden, saf olamaz. O halde neye dayanarak kuruyorsun ulus devleti? Bir Türk kültürü diyeceksen, onu kaybetmişsin, o da yok, kalmamış.
Vatana dayalı olabilir mi?
Bugün zaten dayandığımız bu yurt birliğimizdir. Anadolu ve Trakya yurdunda olmanın sonucudur. Bizi bugüne kadar getiren bütün birleştirici unsurları atmışız, onlar çok güçlüydüler. En başta astarımızı oluşturan İslam medeniyeti. Bizim içimizden İslami unsurlar soyulduğunda, bir-iki halkoyunu dışında bir şey kalmıyor. Hatta, en yerlimiz sayılan Alevilik, onu bile adı Ali’den geliyor. Dolayısıyla Alevilik de çok önemli ölçüde İslam’a gömülüdür. İslam’ı attığınız vakit bir şey kalmayınca da bağlanamıyoruz birbirimize. Birlikteliğimizi sağlayacak bazı bağlara, ortak paydalara ihtiyacımız var. Ben bugün yurtbirliğinden gayrı bir şey görmüyorum.
DEVLET BÜTÜNLÜĞÜNE KASTEDİLDİĞİNDE TEPKİ FECİ
Darül İslam’ın bugüne bir yansıması var mı?
Bugüne yok, geçti o. O anlayış unutuldu. Onun çok somut, belirgin ifadesi Mustafa Kemal’in buyruğunda vardı, “Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa var” derken, o satıh herkesin köyü, kasabası memleketiydi. Mete ile Bilge Kağanlar’dan yahut Tonyukuk’tan Mustafa Kemal Paşa’ya değin Türk devlet refleksinin değişmez özelliği, vatan toprağının elden çıkarılmasına kati tahammülsüzlüktür. Böyle bir tehlikenin baş göstermesi durumunda kavmi bağlılıklar dahi ikinci plana düşer. Nitekim Yavuz, devletin toprak bütünlüğüne tehdit teşkil eder gördüğü soydaşları kılınç artığı Türkmenleri bugünkü Irak’a sürmüş. Bizde devlet bütünlüğüne kastedildiğinde tepki feci oluyor.
Türkmenler’i Irak’a süren Yavuz Sultan Selim’in, Kürtler’i Doğu Anadolu’ya getirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sünniliği ziyadesiyle ciddiye alan Kürtler’i, yaşadıkları Zağros dağlarından kitleler halinde Doğu Anadolu’ya taşıyarak Şii İran’a karşı set çekmiş. İran’la aramıza tampon teşkil etsin diye taşımış. Daha önce de tabii Güneydoğu’da Kürt var ama sayıları azdı, asıl yurtları Zağros Dağları’nın batı etekleri, yani bugün Kuzey Irak dediğimiz coğrafya. Oradan getiriyor. Çok sıkı Sünni oldukları için.
O günkü Sünni ittifak bozuldu mu devam ediyor mu?
Devam ediyor. Bunu bozmak için, Yunanlar’ı, Araplar’ı, Sırplar’ı, bizi kışkırttıkları gibi Kürtler’i de kışkırtıyorlar. Biz de tabii zemin hazırladık, Cumhuriyet dönemi Türkiyesi buna zemin hazırlamıştır. Bir taraftan ulus devlet vurgusu yapılınca onlar da irkiliyor, “ne oluyoruz” diyor. İstiklal Harbi’nde, padişahı, halifeyi kurtarmaya gidiyor ondan sonra Türkiye adında bir devlet kuruluyor. Bu sorun, ulus devletle ortaya çıkıyor. Müslümanlık sadece din değil, aynı zamanda bir medeniyettir. Bazılarının en büyük korkusu da zaten bugün topyekûn söndüremedikleri bu medeniyetin yeniden harlanması. Yeryüzünde başka hiçbir başka medeniyet seçeneği kalmadı.
Türk-Kürt birlikteliği, bu medeniyetin bir parçası aslında belki medeniyeti yeniden inşa edebilir mi?
Aslında cumhuriyet kurulurken dibimize dinamit koymuşlar. Birisi Kürt meselesi, madem belirli bir kavme dayanıp bir ulus devlet kuruluyor, Osmanlı’yı oluşturan öteki bütün toplumlar dışlanıyor, sınırlar dışında bırakılıyor. Niye bir tek Kürtler kalmış? O gün Milli Misak hudutlarının dışında bırakılabilirdi. Musul, Kerkük, Halep, Cizre’den, Şırnak’tan, Hakkari’den daha mı az Türk’tü? Selanik’i 1912’de kaybettiğimizde Selanik’in yüzde 80’i Müslüman. Bunlar hep dışarıda bırakılmış. Peki mesela Yunanistan ile nüfus mübadelesine gidilmiş, o gün Irak İngiliz idaresindeydi, oradaki Kürtler ile Türkler mesela mübadele edilmemiş. Niye yapılmadı? Bu her zaman için infilak ettirilebilecek bir bomba olarak bırakılmış. Bu bombanın bugün patlatılması felakete yol açar, korkunç bir şey olur. Bugün artık Kürtler’in yaşadığı tek bir bir coğrafya yok. İstanbul’da en az Güneydoğu’da olduğu kadar Kürt nüfus var. Kimi nereden, nasıl ayıracaksın? Bazıları, 5 milyon karışık evlilikten söz ediyor. Öcalan, tipik bir örnek, annesi Türk, babası Kürt.
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ YANLIŞ YOLA SAPTI
“Omurgasızlaştırılmış Türklük” isminde kitap yazmışsınız, Türk milliyetçiliği koruyamadı mı Türklüğü?
Türk milliyetçiliği çok yanlış bir yola sapmıştır, Türk milliyetçiliği, Türk milliyetine sırtını dönmüştür. Çünkü Türk milliyetinde İslam vardır. İslam medeniyetinin belirgin özellikleri tanınmadan Türklük anlaşılmaz. Türk irfanı, adeti ile örfü baştan aşağı İslam medeniyeti ile içeriklendirilmiştir. Bundan kısmen dahi olsa, yoksun bırakıldığı takdirde Türk kültürü varlığını sürdüremez. Müslüman olurum olmam o benim bileceğim iş, kimse kimsenin Müslümanlığına karışmaz ama mensup olduğu millet böyledir. Bu millet onunla can bulmuştur. O cansuyudur. Dedem ağır ceza reisiydi, Halep’te başsavcıydı, 60 yaşında yazısını kaybetti. Birtakım esrarengiz eller, 1930’lardan sonraki Türk nesilleri ile geçmişlerinin tamamı arasında geçit vermez duvar örüp, onları tekmil tarihi müktesebâtından yoksun kılmışlardır. İslam medeniyeti çerçevesinde kimliğini kazanmış olan Türk kültürü, bu medeniyetle etle tırnak durumundadır. Mezkûr medeniyetin çerçevesinden bir daha dönmemek üzere ayrılıp koparılmış bulunan Türk kültürünün bundan böyle kimliğini yeni baştan inşâa etmesi, Türklüğün yaşamaya devamı için elzemdir. Başka bir biçimde söylersek, tekrar kalkış noktasındayız.
ALMANYA’DA BİLE KAFATASI ÖLÇÜLMEDİ
Cumhuriyet’in en önemli yönü ümmetten millete geçiş diye anlatıldı hep Ümmet ülkü toplumu demektir. Ümmet kadar güzel bir söz bilmiyorum. Anne kucağında büyüyen demek. Bir ülkü birliğidir, başka bir şey değildir. Belli bir inanç düzenine bağlanmaktır. Millet, nasyon anlamıyla kavmi bir kökeni vardır. Oraya geçtik denildi, ama onun alt yapısı yoktu bizde. Kafatası ölçümüne götürdü bizi, Almanya’da bile kafatasları ölçülmedi, “dolikosefal olan kafalar Germen kafasıdır” denildi ama kimse eline pergel, gönye alıp da kafataslarını ölçmedi. Orada o kadarına gidemediler ama burada gidildi, burada bunlar yapıldı. Bu çeşit zırvalara götürüyor, ondan sonra da bölünme başlıyor.
Prof. Dr. Duralı’dan Ezber Bozan Açıklamalar (10 Kasım 2012)
Eğitim dünyasının duayen isimlerinden felsefe profesörü Teoman Duralı, eğitimden bilime, kültür ve medeniyetten İslamcılığa kadar çarpıcı tespitlerde bulundu. Turgut Özal’ın danıştığı isimlerden Duralı, eğitimdeki tehlikelere dikkat çekerek imam hatip okullarının müfredatının tüm okullarda uygulanmasını savunuyor.
Son dönemde eğitim ve öğretim alanında gerçekleştirilen bir takım yapısal reformlar, tartışmaları da beraberinde getirdi. Ancak çoğunda olduğu gibi bu konu da sığ, yüzeysel ve derinlikten yoksun tarafıyla ele alındı. Biz de konuyu daha derinlemesine incelemek amacıyla Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Teoman Duralı’nın kapısını çaldık . Duralı, Türkiye’de bilim felsefesi alanında çalışan birkaç isimden biri ama aynı zamanda 40 yıllık bir eğitim-öğretim tecrübesine de sahip bir duayen. Kendisi, Turgut Özal’ın başbakanken eğitim ve öğretim alanında yapılması gerekenlerle ilgili danıştığı isimlerden. Söyleşimizde Duralı’ya önce ilk ve ortaöğretimde uygulamaya sokulan 4+4+4 düzenlemesi ve seçmeli derslerle ilgili görüşünü sorduk. Ardından üniversitelerin mevcut durumuna ve eğitimdeki temel problemlere eğildik. “Çağdaş Küresel Medeniyet / Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyeti” adlı bir de kitabı olan Duralı’yla son olarak da İslam dünyasının içinde bulunduğu hali ve çıkış yollarını konuştuk
İşte ilk defa bir haber sitesine konuşan Prof. Dr. Teoman Duralı’nın, eğitimden bilime, kültür ve medeniyetten İslamcılığa kadar ezber bozan açıklamaları…
12 yıllık zorunlu kademeli eğitim getirilerek bu süre 4+4+4 olarak üç kademeye ayrıldı. Bu yasayla birlikte bazı seçmeli dersler de konuldu. Bu konuda kamuoyunda bir takım sığ tartışmalar yaşanıyor. Size göre bu reformlar eğitim sisteminin problemlerini çözmede yeterli olacak mı?
Emperyalizm girdabına kapılmanın yolu eğitimden geçer. Bugün Türkiye’de 80 yıldır oluşmuş bir beyin dokusu var, bu da verilen eğitimin sonucudur. Verilen eğitim, bu beyinleri meydana getirmiştir. Sadece yabancı okulları kastetmiyorum, bizim devlet ve özel okullarının çoğunda bu büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir, özellikle de büyükşehirlerdeki okullarda. Ama yine de ben devlet okulunu özel okula tercih ederim.
Neden?
Dil öğrendiğinizde öbür tarafın girdabına daha çabuk kapılıyorsunuz. Sadece Türkiye’de dil öğrenenleri kastetmiyorum tabi. Eğitim amaçlı burslarla yurtdışına gönderilen öğrenciler, oranın adamı olup çıkıyorlar. Bu askerde de böyle sivilde de…
ÜNİVERSİTE SAYISI FAZLA
Üniversite sayısı son dönemde oldukça arttı. Bu sizce olumlu bir gelişme mi?
Hayır, Türkiye’de bugün 160 adet üniversite var. Bu son derece fazla, çünkü seviye düşüyor. Üniversiteden haddinden fazla insan çıkmamalı. Bunu bir çok platformda dile getirdim. Üniversite mezunları kendilerinde bir şeyler vehmediyorlar.
CEPHEDE KUMANDAN LAZIM
Ne yapmalı o zaman?
Bu sorunları çözebilmek için insanların içinde olacaksın. Hep şunu söylüyorum; Kumandanlar cephenin uzağındadırlar, cephede cereyan edeni bilmiyorlar. Cepheyi bilen cephe kumandanıdır, yani astsubay yahut düşük rütbeli subaylar. O orada cereyan edenlerden haberdar. En önemlisi de odur. Adam eğer bin kilometre uzaktaki karargah merkezinde oturuyorsa cephede yaşanan açlıktan, sıkıntılardan haberi yoktur. Haber ona gidinceye kadar atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Bu bir benzetme. Her alanda durum böyle olmalıdır. Üniversite işinde devleti idare eden kişilerin bilen insanlara danışması lazım. Etrafındaki danışmanlarla iş yürümez. Onlar da cephede değiller. Benim arkamda 40 yıllık öğretim tecrübesi var. Gel bir sor. Tunus’ta olaylar niye patladı. Bu meseleden dolayı çıktı işte. Adam bilgisayar mühendisiydi galiba ama işportacılık yapmak zorundaymış demek ki. Ama bunu kendine yediremeyince olaylar patlak verdi. Ben bunu yıllar önce gördüm. 1971’de Peşaver’de bindiğim otobüsün sürücüsü “Sosyoloji mezunuyum” diyordu ve şikayet ediyordu bu işi yaptığı için.
TURGUT ÖZAL’I UYARDIM
Size danışan oldu mu hiç?
80’li yıllarda Özal başbakanken ben birkaç kişiyi eğitim sorunlarını danışmak için Ankara’ya çağırdılar. Bunu o zaman söyledim. Hatta Hasan Celal Güzel, Mesut Yılmaz da vardı orada. Uyardım, yapmayın bu kadar hızlı gidilmez, freni patlamış kamyon gibi gitmemek lazım. Amerika’da şu kadar üniversite var deniliyor. Kardeşim Amerika başka sen başkasın. Onun nüfusu 300 milyondan fazla, bizimkisi 75 milyon. Kaldı ki bu kadar ihtiyaç var mı?
FAKÜLTEYE DEĞİL MESLEK YÜKSEK OKULUNA İHTİYAÇ VAR
Neye ihtiyaç var o zaman?
Meslek yüksek okuluna. Müthiş bir ihtiyaç var. Bir ordun var, silme general. Eee ne yaparsın sen bu orduyla. Erin, Astsubay’ın yok. Astsubay çok önemlidir askerde. Bir fabrikada da teknisyen önemlidir. Herkes üniversite istiyor iline, siyasetçiler de üniversite getiriyor. Böyle olursa ülkenin kalkınması mümkün değil. Bu kadar üniversite var ama lüzumsuz konular okutuluyor.
BÖYLE BİLİM ADAMI ÇIKMAZ
Felsefe de dahil mi?
Bana kalsa Türkiye’de üç adet Felsefe bölümünden fazlasını açmazdım. İlim adamı yetiştirilecekse bir iki fen – edebiyat fakültesi yeter. Bunlar çok değerli mücevherlerdir. Filozof bilim adamları, bir toplumun en üst kurmaylarıdır. Karar verici mercilerimiz, bilim ile feni yani teknolojiyi karıştırdıklarından sürekli olarak teknolog, teknoloji uzmanı çıkarmaktayız. Bu bir bilim değil. teknolog, teknoloji uzmanı fen-edebiyat fakültelerinden çıkmaz, meslek yüksek okullarında yetişir. Eğer fen-edebiyat fakültelerinin sayısını 3’e 5’e indirirseniz o zaman bilim adamı çıkar.
ÜNİVERSİTE YERİNE MEDRESE
Son zamanlarda medreseler tartışılıyor. Bununla ilgili ilahiyat ve medreseleri birleştirmek ve bir arada hareket etmelerini sağlamak amaçlı sempozyumlar yapılmakta. Medreseler üniversitelerle birlikte olur mu?
Bence bu tür ayrımlar yapmamak lazım. Vaktince büyük hata oldu. Öteden beri bunu dile getiriyorum: Neden üniversite adını veriyoruz, “medrese” adını koyalım. Fakültelere de “mektep” dersin. Bu medreselerin fakültelerinden biri de ilahiyat olur. Bir tarafta üniversite diğer tarafta medrese ayrımı çok tehlikeli. Bu ülkenin bölünmüşlüğüne son vermek lazım artık. Medreseye giden “zenci” olacak üniversite çıkışlı “beyaz” olacak. Beni esas korkutan Türkçülük-Kürtçülük’ten ziyade Kürt’ün ve Türk’ün kendi içinde bölünmesidir.
“BEYAZ KÜRT” – “ZENCİ KÜRT” AYRIMI ORTAYA ÇIKTI
Nasıl yani?
İşte bu tarafta muhafazakar-dindar Türk ve “cicimler” ayrımı var. Bu Kürtlere de sirayet etti. Kendi içlerinde “beyaz Kürt “-” zenci Kürt” diye sınıflandırılıyorlar. Bu hep böyle gitmez, bir yerde kırılır. En tehlikelisi de bu kırılmalıdır. Bunlar buluşamıyorlar, birbirlerinin kokusundan bile dehşet rahatsızlar. Bunu ben gün be gün görüyorum. Türk-Kürt ayrımı artık ortaya çıkmış vaziyette. Ortadaki bir şeye çözüm bulmak daha kolaydır. Asıl tehlikeli olan gizlenendir. Mesela benim en çok korktuğum sürüngenlerdir. Kurttan, ayıdan ziyade yılandan, çıyandan korkarım. Çünkü onu görmüyorsun. Bu ikinci tür bölünme göremediğimiz cinsten bir şeydir. Ama içten içe büyüyor. Eğitimde birliği sağlamak lazım bunun için.
“İMAM HATİPLERİN MÜFREDATI TÜM OKULLARA UYGULANMALI”
Ne yapılmalı mesela?
Şimdiye kadar bu din eğitimini yasaklamak suretiyle sağlanıyordu şimdi de din ile dünyayı birleştirmek zorundayız. İmam hatiplerin müfredatının genelleştirilip tüm okullara uygulanması gerektiğini savunmuşumdur hep, en başta da askeri okullara. Disiplin, hayatın her alanında gereken bir şey. Askerlik dış disiplinle veriliyor. Din iç disiplini sağlıyor. İç disiplin olmadan dış disiplin bir kabuktur. Müslümanlar da iç disiplin var ama dış disiplinden yoksun. Dış disiplin olmadığı için hercümerç haldeyiz. Hatta beni tanıyanlar bu söylediğimle dalga geçerler “İmam harp okulu” diye. Müslüman olmayana kendi dininde ders verilir, Alevi vatandaşa da özel müfredat hazırlanır. Ama şart olan şey yetişenin din bilgisiyle donanmış olmasıdır. Bu sadece dindar yetiştirme babında değil, dinsiz olacaksa da niye dinsiz olduğunu bilsin. Şimdi tanıdığım dinsiz insanların hemen hemen hepsi havadan laflar ediyor. Niye dini bilmiyorlar. Mesela Avrupa, Amerika’da adam dinsizse dini çok iyi biliyor. Hristiyanlığı, dine en çok yüklenen filozoflardan biri olan Feuerbach’ın kitabından öğrendim. Ancak bu şekilde sen dine karşı kanıtlarını ortaya koyabilirsin.
BUGÜN İSLAM MEDENİYETİ YOK
Bugün bir İslam medeniyetinden söz edebilir miyiz?
Yeryüzünde şu an bir medeniyetin dışında başka bir medeniyet yok. Benim İngiliz-Yahudi adını verdiğim, başkalarının, çağdaş, modern, batı dediği medeniyet dışında bir medeniyet yok. Bu medeniyetten sapmaya yeltenenlerinde kafaları kopuyor. Afganistan’da gördüğümüz olay buydu. 11 Eylül bir bahaneydi. Kısacası bugün İslam medeniyeti yok.
İSLAM BİRLİĞİNE GİDEN YOLLAR DERHAL KAPATILIYOR
İslam dünyasının şu anki halini nasıl görüyorsunuz? Toparlanma var mı?
2009’dan itibaren hükümetin özellikle dışişleri bakanının çabasını gördüm. Kanımca o da bizim coğrafyada bir birlik sağlamak istiyordu. Çünkü Suriye ile çok yakın ilişki içerisindeydik vizeler kalkmıştı. Irak, Ürdün ve İran’ı da içerisine alan bir yakınlaşma olacaktı. Rahmet Erbakan’ın paraları birleştirme hayali vardı. Yani Avrupa Topluluğuna paralel bir oluşumu orada başlatmak istedi. Belki de Türkiye’ye Avrupa’ya alternatif bir seçenek yaratılmak isteniyordu. Bu bizi İslam birliğinin girişi teşkil edebilirdi. Bir ortak pazar meydana gelebilir. Ama birden isyan patlak verdi Suriye’de. Şimdi bunu önlediler. Bu çok önemli bir işaret oldu. Yani İslam birliğine giden yollar derhal kapatılıyor.
Şİİ-SÜNNİ MESELESİNİN ÇÖZÜMÜ ŞART
İslam dünyasının bir büyük zaafı da Şiilik – Sünnilik meselesi…
Evet, Şiilik-Sünnilik çatışması bir felakettir. Düşman sürekli oradan çalışıyor. Şimdi Suriye ile Türkiye ve İran ile Türkiye’nin bütünleşmeye doğru yürüyüşünde bu sorunun hiç olmazsa üstü örtülebilseydi çok yol alınırdı. Çünkü bazı etnik ayrıntılar dışında Caferilik’in Sünni mezheplerden öyle ayrısı gayrısı yok. Genel zihniyet olarak da yok. Irak’taki Ayetullah Sadr’ın verdiği beyanatlara bakın, Taliban’ın söylediklerinden pek farklı değil. Dolayısıyla bu yolda ilerleme bizi bayağı bir açıklığa götürecekti. Ama durdurulduk. Bu da iyi bir ders olmalı. Demekki sana bu yolda ilerleme izni yok. Doğrudan ya da dolaylı hır çıkararak ya tepene bombaları atıyor Afganistan’da olduğu gibi ya da böyle dolaylı olarak karışıklık çıkarıyor.
İSLAM ADINA MEDENİYET ABİDELERİ YAKIP YIKILIYOR
Diğer bir mesele de Selefi / Vahhabilerin İslam anlayışı…
Maalesef diğer taraftan İslam adına, İslam’la ilgisi olmayan işler gördürülüyor. Bugün Afrika’da türbeleri yakıp, yıkıyorlar. Bunu da İslam adına yaptıklarını iddia ediyorlar. Timbuktu mesela bir medeniyet merkezi, İslam’ın göz nurudur. Sahra’nın ortasında bu büyük medeniyet abideleri yakıp, yıkılıyor. Aynı şeyi Bingazi’de yaptılar. Adam mezarı açıyor, yıkıyor. Oralarca Kur’an tefsiri yakılıyor. Korkunç bir şey bu. İşte bu yola da sapılıyor. Doğrudan doğruya Avrupa ve Amerika değerlerini zerkeden öğretim kurumları kadar İslam’ı yanlış yansıtan öğretim de İslam’a aykırıdır. Orada da İslam’a dolaylı olarak zararlı olacak şeyler öğretiliyor. İşte bu mezarlara saldıran adamlar mesela. Ne adına saldırıyor Allah adına… Halbuki İslam’a ne büyük zarar veriyor. Gözümüzün çok açık olması lazım. İnsanları birbirine kırdırıyorlar. Şimdi Bingazi’de insanlar ayakladı, aşırı gidenlere karşı hücuma geçtiler. Bingazi’de Kaddafi’ye karşı ayaklanırken halk “Allah-u Ekber” diyordu. Şimdi iki taraf da “Allah-u Ekber” diyor. Türbeyi yakan da ona hücum eden de….
KÜRT MESELESİYLE DEVLETİN TEMELİNE DİNAMİT KONULDU
Türkiye’ye dönersek. Ülkenin en büyük yarası da Kürt meselesi. Hükümet bu meseleyi çözmek için bazı adımlar attı. Kamuoyunda Kürt açılımı olarak bilinen “Milli Birlik ve Kardeşlik” adıyla bir proje başlatıldı. Ancak kan hala akmaya devam ediyor. Size göre bu meselenin asıl kaynağı ne?
Kürt meselesi Cumhuriyet kurulduğundan bu yana bastırılmış bir olaydır. Cumhuriyet kurulurken parmağım kör gözüne bir sorun ekildi. Devletin temeline bir dinamit konuldu. Denildi ki: “Bu devlet bir millet-devlettir, Türk’tür, Türk’ün dışında hiçbir şeye yer yoktur.” Bütün unsurlar atıldı. O halde niye Kürt’ü aldın içine. Sen “şurası benim değildir” dedin ve attın. Halep’in mesela Kilis’ten, Urfa’dan ne farkı var? Niye Halep dışarıda da Urfa içeride? Kerkük, Hakkari’den Musul, Şırnak’tan daha mı az Türk’tü de onlar dışarıda kaldı. Cetvelle çizilmiş bir sınır. Onları nasıl dışarıda bıraktıysan Kürtleri de dışarıda bırakacak bir sınır çizilebilirdi. Şu şehirler, bölgeler “Misak-i Milli sınırları dışındadır” denilebilirdi. Başka bir yöntem de olabilirdi. Nasıl ki biz tuttuk Yunanistan ile “Ahali Mübadelesi”ne girdik, oradan 700 bin Müslüman alındı bu tarafa, buradan da 1 buçuk milyon civarında Rum çıkarıldı. Hatta aralarında Türkler vardı. Böyle bir mübadeleyi Irak’la da yapabilirdin. Irak’taki Türkleri içeri alıp, Kürtleri verebilirdin. O zaman mümkündü bu.
Yani?
Bana kötü niyet kokusu geliyor. Yani bu devletin dibine böyle bir dinamit koyulmuştur. Ve bu dinamit sürekli parlatılmıştır. Adamın dili var, farklı bir tavrı var, bunları yok saydın. Dilbilim diye bir olay var. Dilbilimde Kırmance ile Türkçe aynı dil ailelerine mensuptur. Kalkıp da Kürtçe diye bir yoktur , uydurmadır gibi saçma sapan şeylerle dinamit sürekli olarak canlı tutulmuştur. Adam da bir tepki birikimi meydana gelmiştir.
ŞAMAN TÜRKLER GİBİ ZERDÜŞT KÜRTLER DE TÜREDİ
Din faktörü var ama…
Onu da yok ettiler. Bizim önde gelen çağdaşçılarımız “Biz Müslüman değiliz, bizi zorla Müslüman yaptılar. Biz Şaman’dık” diyorlardı. Ben çok iyi hatırlıyorum geçmişte Şamancılık, Bozkurtculuk hastalığı vardı. Bugün bu Kürtlere de bulaştı. Bir kısmı “Biz Müslüman değildik, zorla dayak atıla atıla Müslümanlığı benimsedik. Biz Zerdüştçüyüz” falan demeye başladılar. Ne kadar ayrılma noktası var onlar bileniyorlar. En başta da din geliyor. Bizim en önemli birleşme noktamız, çimentomuz, harcımız dindi. Müslümanlığı gericilik, kötülük diye damgalarsan sonunda bu noktaya gelinir. Müslümanlığın yerini tutacak hiçbir harç yok.
“Felsefeciler bitti, bilim de bitti” diyorsunuz bir röportajınızda. Ne olacak peki?
Yarın hakkında bir şey söyleyemem ama artık bugün felsefe ve bilim yok. Biri birinden koptummu zaten diğeri buhar oluyor. İkisi birbirine kenetlenmiş durumda.
Felsefe Akademisi projeniz vardı. Ne durumda?
Maalesef tüm projelerim gaz oldu. Sadece dergi çıkarıyoruz o akademinin yayın organı olması gereken Kutadgubilik çıkıyor hala.
Bir de sözlük çalışmanız da vardı.
Evet ilk cildi bitirdim, Dergah Yayınları basacak inşallah. Peyderpey basılacak. Z’yi herhalde göremeyeceğim, ömrüm yetmeyecek. Nereye gelirsem kardır.
Konuşan: Emrullah Öztürk
Kaynak: http://www.haber7.com/roportaj/haber/950137-prof-dr-duralidan-ezber-bozan-aciklamalar
Prof.Dr. Teoman Duralı: İslami Yaşam Özal’la Buharlaştı
Felsefe profesörü Teoman Duralı, ahlaklı olmanın yolunun din eğitiminden geçtiğini söylüyor. Yeni Şafak gazetesinden Emeti Saruhan’a konuşan Duralı, “Her din eğitimi gören ahlaklı olmaz ama ahlaklı bir insan olmak için din eğitiminden geçmeli. Çünkü o bir tertip kazandırıyor. Nasıl ki savaşa giden adam talim terbiye görüyorsa ahlaklı olan adamın da talim görmesi gerekir. Bu da ibadetle sağlanır” diyor.
Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı olarak görev yapan Profesör Şaban Teoman Duralı, sıra dışı kişiliği ve entelektüel birikimi ile tanınıyor. Kendisi hakkında bilgi sahibi olmak için geçtiğimiz yıl yaptığımız sohbeti adresinden okuyabilirsiniz. Bu hafta Duralı ile medeniyetimiz ve eğitim sistemimiz hakkındaki düşüncelerini konuştuk. Duralı zaman zaman sert ve çarpıcı ancak isabetli tespitlerde bulunuyor. Duralı ile İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde konuştuk.
Küresel medeniyetin sunduğu imkânların altında ezilmekten ancak kul hakkını tanıma gibi temel İslâmî düstûrlarla kurtulabiliriz sözleriniz bir yol gösterme mi?
Çok basit aslında çıkış ama mümkün de gözükmüyor. Öyle bir silah ki küreselleşme, öyle bir bomba ki! Amerikalıların geliştirdiği ve Afganistan’daki El Kaide ve Taliban mücahitlerine karşı kullandığı, zeminden bir kaç yüz metre aşağısını etkileyen bombalar gibi. Küreselleşmenin arkasındaki sermayeciliğe karşı çıkamıyorsunuz. Birkaç insan vardır karşı çıkabilen ama bir şey değiştiremezler. Kitle bu cazibeye bir sel gibi kapılmış gidiyor. Herkes böyle olmak istiyor. Karşı çıkayım diyenler de kapılıyorlar. Arap Baharı’nın sebebi de budur. Oraya kapılanmak istiyorlar, başka bir dertleri yok. Ülkelerindeki çağdaşlaşma derecesiyle yetinmiyorlar. Nedir? Daha fazla tüketim maddesi gelsin ve ben bu tüketim mallarına erişme imkanına sahip olayım. Bu arada aç gezenler yok mu? Var. Bunlar fırın deviriyorlar mı? Deviriyorlar. Ama sadece bundan ibaret değil mesele.
BASKISIZ DEVLET OLMAZ
Bu ülkelerdeki rejimlerin baskıcı rejimler olmasının da etkisi yok mu?
Baskıcı olmayan bir devlet nerede var? Devlet baskıcıdır. Bu ABD’de de, İngiltere’de de, İsveç’te de böyledir. Nerede devlet varsa orada bir çeşit baskı vardır. Nerede aile varsa orada bir baskı olur. Terbiye dediğimiz şey aileden alınır ve baskı sonucudur. Başka türlü eğitilemeyiz. Sonsuz, sınırsız özgürlükle insan eğitilemez. Çocuk parmağını fişe götürdüğünde “yapma” dersiniz. Eğitirken yönlendirirsiniz, bu da baskıdır. Tamamen özgür bırakmak da bir baskıdır. Çünkü ne istersem yapabileceğimi kendim keşfetmiyorum. Baskı ille de kötü değildir. Bütün öğretmeler bir baskıdır. Baskının yönü önemli.
Bu devletlerin baskılarını olumlu buluyorsunuz o halde?
Geleneksel baskıcılık iyidir demiyorum. Ama baskı dediğiniz olay hiç bir vakit toptan ortadan kalkamaz. Tepeden gelen bir baskı yoksa bile mahalle baskısı vardır. Başka baskılar da söz konusu. Öyle devletler var ki çağdaş medeniyetin girdabına girmeye direndiler. Afganistan bunun güzel bir örneğidir. Bugünün düzeninin iyi gördüğü nesnelere erişemiyordunuz. Eşya, içecek, giyecek markaları yoktu. Çünkü bu sermayeci dünyanın sunduğu mallara bu adamlar ihtiyaç duymuyordu. Denildi ki “Sen gel bu mallara adam gibi ihtiyaç duy.” Satacak çünkü bu malları. O almazsa, bu almazsa nasıl kazanacak?
Önce ihtiyacı mı doğurdular?
İhtiyacı doğurmak okulla oluyor. Adamlar burada 1830’larda kolejlerini açtılar. Bir kültüre dil yoluyla girersiniz. Dil öğrendikten sonra o kültürle temasa geçiyorsunuz ve o kültür size neye ihtiyaç duyacağınızı öğretiyor. Fransa’da okuyanlar mümkün mertebe Fransız diş macunuyla dişlerini fırçalarlardı. O kültüre kapılanıyorsunuz. Afganistan ve benzeri ülkeler bunu kabul etmedi. Sonunda “Sen madem iyilikle adam olmuyorsun, dayak yiyeceksin” dediler. El Kaide, Usame falan bunlar bahane. Mutlaka bahane bulacaklar. Irak’ta bahane de bulamadılar öylesine girdiler. Sonuçta bu yeni bir baskıcılık getiriyor.
Bir kültürü enjekte etmenin okul yoluyla olduğunu söylemiştiniz az önce. Peki bizim eğitim sistemimiz nasıl olmalı?
Bir kere bizi en feci şekilde mahkum eden olay yazı ve arkasından gelen dil kırımı olmuştur. Çünkü hafızayı çalıştıran dildir. Dili ortadan kaldırdınız mı hafıza da bitmiş olur. Dilin ortadan kalkmasının ilk adımı yazıyla olmuştur. Peyami Safa, “Yeryüzünde milli kütüphanesine girip de iki satır okuyamadan çıkan tek nesil bizim neslimizdir” der. Cumhuriyet neslini kastediyor. Geçmişle bağınız olmadan geleceğe adım atamazsınız. Ben bunu her Allahın günü talebenin karşısında hissediyorum. Nece, nasıl konuşacağımı bilemiyorum. Her dile getirdiğim kavram havada kalıyor. Kavramsız bildirişmenin imkanı yok.
İBADET BU DÜNYA İÇİN LAZIM
O zaman önce dil eğitimi mi verilmeli?
Dil yazı iç içe olan bir şey. Nesilleri geçmişteki okumalara yöneltmek lazım. Onları eğitmek gerekiyor. Din eğitimi son derece önemlidir. Ahlaklı bir insan olmak için din eğitiminden geçmeli. Her din eğitimi gören ahlaklı olur demiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Ama ahlaklı olmanın yolu oradan geçiyor. Çünkü o bir tertip kazandırıyor. Nasıl ki savaşa giden adam talim terbiye görüyorsa ahlaklı olan adamın da talim görmesi gerekir.
İbadetler bunun için herhalde?
İbadet her şeyi yaradan, her şeye gücü yeten o kudreti memnun etmeye yönelik değildir. İbadet size, ona, buna, insanlara olan davranışlarımı ayarlama yönünden önemlidir. Disiplin altına alıyor insanları. Tam hakkını verdiğin takdirde ibadet zahmetli, zorlu, hayatı karartan bir şeydir. Ahlak disiplin isteyen bir şeydir. Çok zordur insanın kendini başkasına adaması. Ahdine vefa göstermesi olağanüstü bir şeydir. Ancak bu kadar zorlu ibadet sürecinden geçen kendini ona alıştırabiliyor. Bu dünya içindir ibadet, ahiret için değil. Ahirette bedensiz olacağız. İbadet bana bedenime hakim olmayı öğretiyor. Çünkü beden en önemli baskı araçlarından biridir. Bedenin isteklerini bastırmazsan onlar seni bastırmaya başlar. Bu sefer sen onları tatmin etmek için başka insanları bastırmaya başlarsın. Buna sömürü diyoruz.
İttihat Terakki’nin sorunu tecrübesizliğin getirdiği ahmaklık olabilir
Son günlerde Başbakan Erdoğan İttihat ve Terakki zihniyeti ile hesaplaşmadan bahsediyor. Sizin büyük dayınızın da İttihatçı olduğu söyleniyor. Bu bağlamda birinci elden bilgileriniz vardır. Nasıl değerlendiriyorsunuz İttihat ve Terakki’yi?
Tam tersine dayım İttihat ve Terakki’ye çok düşmandı, can düşmanıydı. Ben felsefeci olduğum için aklımla iş görmek zorundayım. İttihat ve Terakki’nin büyük iyilikleri olmuştur, büyük kötülükleri de olmuştur. Hiçbir şey mutlak iyi ya da kötü değildir. Bir tek mutlak kötülük vardır o da ırz düşmanlığı ve masumları katletmek. Ben büyüklerimden dolayı yakından tanıyorum İttihat ve Terakki’yi. Tarih sadece yazılanlardan ibaret değil, büyük ölçüde kulağa fısıldananlarda da tarih vardır ve belki de ağır basar. Ben yakın tarihi o anlamda çok iyi biliyorum. Büyüklerim yakın tarihi yaşamış kişiler. Birinci dereceden bazı bilgileri almışlığım var. Ama bunları size belgelerle kanıtlayamam. Tarttığımızda İttihat ve Terakki’nin olumsuz yanları ağır basıyor.
Kötü yanları bizim çıkarlarımıza ters düşenlerle çok fazla iş birliği yapmasıdır. Bu kötü niyetten de olabilir. Bilmiyoruz niyetler insana kapalıdır. Allah bilir. Tecrübesizliğin getirdiği ahmaklıktan da olabilir. Çünkü aklı besleyen tecrübedir. Dolayısıyla genç ve tecrübesiz insanların çok sorumlu mevkilere bir an önce gelmeleri zararlıdır. İttihat ve Terakki’nin liderleri genç insanlardı. Tecrübeleri yoktu. Beni en çarpan olaylardan biri Enver Paşa’nın Abdülhamit’e “Biz Balkan devletlerini barıştırdık” demesidir. Abdülhamit de “30 yıldır ben onları birbiriyle kapıştırdım” cevabını vermiştir. Bu Balkanlar’ı elimizde tutmamızı sağlıyordu. Yanlış bir şeye götürmüştür Enver Paşa. İlk bakışta olumlu bir şey. Ama barıştıklarında bir araya gelip sana karşı oluyorlar.
İslam medeniyetinin Türk’ün başını çektiği İslam alemi tarafından kurulabileceğini söylüyorsunuz ama diğer taraftan da “Omurgasızlaştırılmış Türklük” diye bir kitabınız var. Neden Türkler?
Bunu herhangi bir milliyetçilik, kavmiyetçilikle değil, tamamıyla tarihin gözlemlenmesinden çıkardığım sonuçla söylüyorum. Ben hiç sevmem kavmi milliyetçiliği, etnik milliyetçiliği. Son bin yıldır İslam’ı korumuş ve kollamış bir birimdir Türklük. Selçuklulardan başlayarak özellikle Osmanlı’nın yaptığı olay Müslümanlığı sırtlamak, iyi kötü götürmektir. Özellikle Osmanlı dedim çünkü tarihin en netameli, en zor, en sorunlu döneminde İslam’ı 600 yıl yaşatmıştır.
Türklük’ten kastınız aslında Osmanlı o zaman?
Evet, Osmanlı. Onun çekirdeğini Türkler oluşturduğundan ötürü öyle söylüyorum. Osmanlı hanedanı özde Türk’tü. Başkası yapamaz diye bir mesele yok. İslam’ı yıkmak için başını ezmek gerektiğini düşündü düşmanları, o başlar da Türklerdi. Onun kafasını ezdiler önce. Nasıl ezdiler? Geçmişini unutturarak, bunaklığa mahkum ederek. Çünkü insanın varlığı hafızasındadır. Hafızasını kaybetmiş biri insan olmaktan çıkar. İnsan değildir. Komada olan birine artık insan diyemezsiniz. Biyolojik faaliyetlerini sürdüren bir canlıdır. Omurgasızlaştıran Türklük derken bunu kastediyorum.
İslam medeniyeti yeniden kurulurken kullanabileceğimiz temel referans noktaları neler?
Birincisi dinin temel müracaat noktaları var. Bunların başında Kur’an, hadis, sünnet geliyor sonra tarihi devirlerde İslam devletlerinin yaşama süreçleri geliyor. Bu müracaat noktalarının en önemlisi dinin bize bastırdığı -Dinin baskısı çok açıktır. Öbürü gibi sahtekarlık değildir- şudur; kul kula kul olamaz. Başka bir deyişle insanın insanı sömürmesi yasaktır. Bunun sembol adı faizin yasak olmasıdır. Yani bu bankaya gidip para yatırıp daha fazlasını geri almak gibi teknik bir konudan ibaret değil. Bunun adı “başkasının alın teriyle edinilmiş servet haram”dır. Buna şimdi rant deniyor. Bu yasak. Bugünkü düzen bunun üzerine kurulmuştur. İkisi birbirine zıttır.
İslam medeniyetinde nasıl işliyor sistem?
Geçmişte toplumcular, sosyalistler İslam’a benzer bir ifade kullanıyorlardı. Ama maneviyatı olmayınca 3 günde iskambil kağıdından inşa edilmiş bir ev gibi yıkılıverdi. Maneviyatın önemi, çıkarını düşünmeden hareket etmektir. “Allah rızası için” denilen olay kimseye hizmet etmeden ödevini yerine getirmektir. Çünkü birine hizmet ettiğinde karşılığını beklersin. Oysa ödev ahlakında karşılıksız hizmet söz konusudur. İslam’ın öngördüğü de budur. Bütün hayatı kapsayan ve karşılıksız hizmet. Bu noktayı elden kaçırdığımızda ahlak elden gider. Bu devir bizi bu noktaya getirmiştir. Bu saatten sonra karşılıksız iş görme diye bir şey yoktur. Müslümanlıkta hak-ödev denklemi yoktur sadece ödev vardır. Bütün doku bu yapının ortaya çıkmasına yöneliktir. Bütün sular bu ahlak nehrine akıyor. Halis ahlak budur. Bu sana bana bir yarar getirmez bize getirir, biz birbirimize hizmet ediyoruz. Benmerkezciliği yıkan, ortadan kaldıran bir olaydır. Sermayecilik ise bencilliği, benmerkezciliği temel almıştır.
Özal’la birlikte İslami yaşam buharlaştı
Çağımızda bir var olma sıkıntısı yaşadığımızı ifade ediyorsunuz. Bu bağlamda İslam medeniyetinin durumu nedir?
İslam medeniyeti son buldu. Bugün İslam medeniyetinden söz etmek mümkün değil. Büyük medeniyetlerin sona ermesi topyekün ortadan kalkması anlamına gelmiyor. Şurada burada o medeniyete ilişkin bir yaşama tarzı bölük pörçük devam ediyor. Son 20 yıldır, garip bir tezat, Turgut Özal’la birlikte bu İslami yaşayış buharlaştı Türkiye’de. Muazzam bir çağdaşlaşma baş gösterdi.
Özal’ın dindar bir siyasetçi olduğu bilinir aksine!
Ben de tezat dedim zaten. Özal’ın böyle bir niyeti var mı yok mu bilemeyiz. Zaten tuhaf bir şeydir, insanların niyetlerine göre şekillenmiyor her zaman. Niyet etmediğiniz bir istikamete de yönlendirebiliyorsunuz. Bunun tarihte çok önemli iki örneği var. Martin Luther Hristiyanlığı kurtarmaya çalışırken batırdı. Gorbaçov Sovyetleri kurtarmak isterken parçalanıverdi.
Özal’la İslami yaşayış nasıl buharlaştı?
Türkiye’yi İslamsızlaştırmak gibi bir derdi yok. Bu ondan çok daha önce baş göstermiş bir olaydır. Ama çağdaşlaştırma hamlesinde Türkiye’yi geleneklerinden iyiden iyiye koparmıştır. Bu çağdaşlaştırma hamlesi, teknik deyişle, sermayeci dünyaya iyice bağlanması, kilitlenmesi anlamına geliyor. 70’lerin sonu 80’lerin başında Avrupa ve Amerika müthiş bir sermayeci sürece boğulmuştur. Bunun iki kahramanı var. ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de de Margaret Thatcher. Bunlar 60’larda tavsamaya yüz tutan sermayecilik düzenini yeniden ateşlediler. Türkiye’de de 3. ayağı oluşturan Özal dönemiydi. Sermayeciliğe ayak uydurduğunuz ölçüde çağdaşlaşıyorsunuz. Çağdaşlaştığınız ölçüde İslam medeniyetine uzak düşüyorsunuz. Bu neredeyse matematik bir kesinlik şeklinde karşımıza çıkıyor.
Küreselleşmenin de etkisi var mı?
Hepsi çakışan şeyler. Sermayeciliğin çağımızda aldığı biçim küreselleşmedir. Küreselleşme emperyalizmin yeni adıdır. Bazen adlar pörsür, eskir kullanmak istemezler. Emperyalizm ad olarak tatsız bir hal alınca onun yerine taze pişmiş bir ekmek gibi taze küreselleşme var. Bu da tıpkı basımdır.
Umutsuz gibi görünseniz de, yeni bir medeniyet tasarısı tersim edebiliriz diyorsunuz. Nereden yola çıkmalıyız?
Malzemesini tüketen bir yıldız genişler şişer, kaybettiği malzemeyi yeniden tedarik edecek gücü kalmaz ve gittikçe çöker. Sonunda parlak bir cüce olur kalır. Saçtığı malzemeden yerçekimi yasası gereği yeni bir yıldız ve gezegenler oluşur. Medeniyetlerde de benzer. İslam medeniyeti de yaşadı, gelişti, öldü. Onun bıraktığı bir malzeme topluluğu çokluğu var. İslam medeniyeti Müslümanlık dini ile bir ve aynı şey olmamakla birlikte Müslümanlıktan türemiştir. O din duruyor. Medeniyet çerçevesinde değil ama tek tek bireylerin hayatında varlığını sürdürüyor. Bu dinin bildirdiklerinden ve o dinden doğmuş olan medeniyetin bıraktıklarından hareketle yeni bir medeniyet modeli inşa edilebilir. Olacak demedim, yapılabilir, mümkündür dedim.
Neden bu kadar zor?
Tebriz Otobüsünü Görünce Kendimi İran’da Buldum (16 Ocak 2011)
Felsefe profesörü Teoman Duralı, zekası, öğrenmeye olan bitmek bilmez isteği, olaylara bakış açısı ile sıra dışı bir kişilik. Tebriz otobüsünü görünce, biletini cebine koyup soluğu İran’da alması seyahate nasıl çıktığı konusunda ipucu vermeye yeter de artar bile.
Prof. Dr. Teoman Duralı ilk bakışta “bizim gibi” diyeceğiniz biri. Fakat o İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe koridorlarından çok, sıra dışı bir profesörün anlatıldığı bir hikaye ya da bir film karesine yakışıyor. Abarttığımı düşünmeyin. Sadece kendi öğrencilerinin değil başka bölümden öğrencilerin de derslerine girip hayranlıkla dinlediği, felsefe yanında biyoloji ve antropoloji öğrenimi de gören, kaç dil bildiğini sayamadığımız, dünyanın adı duyulmamış bölgelerini karış karış gezen, cep telefonu kullanmayı teknolojinin esiri olmak istemediği için reddeden Teoman Duralı, gerçekten de bu dünyaya ait gibi durmuyor. Söyleşiyi okuyunca siz de öyle düşüneceksiniz.
Anneniz Alman, babanız Çerkez… Bu kültürler nasıl bir araya gelebildi?
Sadece o kadar değil. Daha karışık. Babamın baba tarafı Kırım Tatarı. 300 yıl önce Osmanlı tarafından Kırcaali havalisine yerleştirilmişler. 1800’lü yılların sonlarında ise Bulgarlar onları kovalamak için köylerine domuz salıyorlar. Orada oturamaz hale gelince, dedem tek başına 8 yaşında İstanbul’a geliyor. Babaannemlerin tarafı ise Çerkezlerin ortadan kalkmış bir kolundan geliyor. ‘Ibıh’
Bu ailede çocuk olmak nasıldı?
Çocukluğum ve gençliğim çok zor geçti. Benim büyüdüğüm yıllarda kültürler kendi özelliklerine sahipti, çok farklıydılar. 1985’ten bu yana, haberleşme devrimi ile, kültürler arasındaki, hatta Türkiye’nin bölgeleri arasındaki farklar kalktı ama bugün bile kültürler arası evliliği savunmuyorum. Ceremesini çocuklar çekiyorlar.
Babanız milletvekiliydi. Siyasetle iç içe bir ailede doğmak siyasete yakınlaştırdı mı sizi?
Siyasetin içine doğdum ama siyasete ilgi duymuyorum. 1952-56 arası milletvekilliği yapmış babam. Çok hatıralar dinledim. Benim büyüklerim tarihin en ilgi çekici dönemini yaşamış insanlar. Bir allak bullak olma çağını yaşamış insanların kulak tanığıyım. Bebekken oturabildiğim zamandan tutun büyüklerim ölünceye kadar hayatım onların maceralarını dinlemekle geçti. Siyaset bir bakıma benim kaderim oldu ama siyaset, gazetecilik ve hukuk bana ilgi çekici gelmez. İlk gençlik yıllarımda yazar, düşünür, edebiyat çevresi Küllük’te toplanırdı. Sohbetleri dinlerdim. O zaman anlamasam da bunlar kulakta arta kalıyor, yıllar geçtikçe üstüne düşünüyorsunuz. Bu konuşmalar çalışmalarınıza malzeme oluyor. Ben dinlediğim ve tanık olduğum olayları kullanıyorum. Felsefe çalışması bir yerde anı kitabı gibi bir şey haline geliyor.
Sizin ilgi duyduğunuz alanlar nasıl bir araya geldi?
Asıl ilgi duyduğum alan doğadır ve insanın insana ve doğaya karşı tavırlarıdır. Bu birinci derecede ilgimi çekmiştir ve bu yönde de öğrenim gördüm. Felsefe ve biyoloji.
Babanızın bir siyasetçi olarak felsefeye tavrı nasıldı? Felsefe okumanıza karşı çıktı mı?
Babam bana her konuda engel olmuştur. Bunlardan biri de felsefedir. Felsefe okuyacağım deyince başından aşağı kaynar sular döküldü. Çok köklü bir edebiyat kültürü vardı babamın. Osmanlı şairlerinin bir çoğunu, hatta Orta Asya’dan Ali Şir Nevai’nin şiirlerini de bilirdi. Bana, “Tefekkürü bilmiyoruz, tefekkürün zirvesini niye tahsil edeceksin?” dedi. Ama babama rağmen okudum. Mezun oldum doktora yapmamamı istedi. Başka işler yapmam için önayak oldu.
Hep böyle gergin miydi aranız?
Aramız çok gergindi. Babamı hep sayardım namus abidesiydi benim için ama öldükten sonra ne kadar sevdiğimi anladım. Onun kadar namuslu bir tek hocam Ahmet Yüksel Özemre’yi gördüm. Bunlar namus hastası insanlardır. Olağan bir namus değil. Mesela babam vazife icabı dağ başında oturur. Hakkı olmasına rağmen resmi arabayı anneme ya da bir başkasına asla kullandırtmazdı. Çok sert bir adamdı. Son Osmanlı.
Biyoloji de ilgi alanınız ama Felsefe baskın gelmiş.
Evet. Felsefede kaldım. Asıl istediğim biyoloji felsefesi yapmaktı ama onu büyük ölçüde başaramadım. Zemin bulamadım. Türkiye’de üniversitedeki hocalığınız lise öğretmenliğinden pek farklı değil.
Dil öğreniminde özel bir ilginiz olduğunu biliyorum. Kaç dil biliyorsunuz hocam?
Bu soruyla çok karşılaşırım. Türkçe dışında bir dile bihakkın vakıf olduğumu düşünmüyorum. Bilgisayar internetten önce benim çok geniş bir mektup ağım vardı ve değişik dillerde mektuplaşıyordum. Dili öğreten kimselerle de onların dilinde mektuplaşmaya devam ettim. Felemenkçeyi de Belçika’dan Türkiye’ye geldiğinde tanıştığım bir kızla mektuplaşarak öğrendim. Benim böyle aşırılıklarım vardır. Bir şeye girdim mi müthiş aşırısı oluyorum. Derslerimi işe gücü bıraktım var gücümle buna çalıştım. Lise dönemlerimde bir çok ülkenin kültür merkezleri kuruluyordu ve ben hepsine üye olmak dillerini öğrenmek istiyordum. Ama param yoktu. İngilizce ders verip o ders parasıyla Latince ders almaya başladım. Dengeler kurarak yürütmeye çalıştım. Dil öğrenmek onun taşıdığı kültüre dalmak, batmak demektir. Anladım ki tek bir kültürden başkasını insan taşıyamıyor.
Hocam çok mütevazısınız. O zaman hangi dilleri konuşabiliyorsunuz diye sorayım.
Rahatça konuşabildiğim, kendimi ifade edebildiğim Almanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce İspanyolca, Flemenkçe ve Farsça var. Diğerlerinde metinleri okuyabilecek seviyede. Diller çok nankördür. Malaycayı ben rahatlıkla konuşup okuyabiliyordum, şimdi uçup gitti. Arapça’yı 18 yaşında başladım öğrenmeye ama kullanmayınca o da gitti. Adigece ve Zazaca öğrenmek istiyorum şimdi. Bunlar kaybolan diller ve bunları tutmak lazım.
Seyahat etmeyi de çok sevdiğinizi biliyorum. Ama özellikle enteresan yerlere yaptığınız seyahatleriniz var. Gitmeyi en sevdiğiniz yerler?
Tarih bakımından beni çok eskilere götüren Borneo ve Yeni Gine. Çok sevdiğim kalmak istediğim ve ayrıldığıma üzüldüğüm yer Afganistan’dır. Yeni Gine’de gördüğüm bir manzara MÖ 10. bini hatırlatıyor. Afganistan’a gittiğimde ise 13. yüzyılı yaşıyorlardı.
Seyahatlere nasıl çıkıyorsunuz? Planlayarak mı?
Bir gün buradan bir otobüs geçiyordu ve üzerinde Arap harfleri ile “Mihan Tur” yazıyordu. Otobüsü takip ettim, Laleli’de durdu. Şoföre sordum, Farsça konuştuk. Tebriz İstanbul arası çalışıyormuş. “Ben de geleyim” dedim. “Git içeriden biletini al” dedi. 3 gün sonra ver elini İran. İran en sevdiğim yerlerden biridir. Oradan İsfahan, Şiraz, Tahran derken Afganistan ve Pakistan’a geçtim. Seyahatlerimin birçoğu böyle olmuştur. Oturup da “buraya gideyim” diye plan yapmadım. Sadece Malezya’dayken planlardım. Bir de şark hizmetinde Elazığ’dayken. 1983-84’te karış karış dolaştım Güney ve Doğu Anadolu’yu.
Teknoloji ile aranız hala bozuk mu?
Teknolojiyle aram yok, sevmem ama mecburum ne yapayım. Hanımlar ve talebelerin istibdadından kurtulamıyorum. Bir talebem bana cep telefonu verdi. “Kırklareli’ndesiniz, uzağız, ille de bu olacak” diye ama ben yine de pek taşımıyorum ve kullanmıyorum. Bunun dışında mecbursunuz sevilmeyen istenmeyen bir evlilik gibi. Boşanamıyorsunuz mecburen beraber yürüyorsunuz. Hala kalemle yazarım her şeyimi ama ister istemez bilgisayarda temize çekiyorum.
Neden sevmiyorsunuz teknolojiyi?
Çünkü bu beni kendime yabancılaştırıyor. İstemediğiniz ne varsa size yaptırıyor. Bir baskı uyguluyor. Kontrol edemiyorsunuz. Bir bakıyorsunuz bilgisayar çöküvermiş. Yeni arabalarda camı bile açamıyorsunuz. Sürücüye muhtaçsınız. Bu kadar berbat bir şey olabilir mi. Ben uzun süre arabaların içindeki havaya alışamadım. Pencere sürekli açık olacak, kolum da dışarı sarkacak. O dışarıdaki hava yüzüme gelecek. Hava hastasıyım ben, hava almam lazım. Yaz kış yattığım yerde cam açık durur.
Sizi hep piponuzla hatırlıyoruz? Kaç yıldır içiyorsunuz?
45 yıldır içiyorum. Ben o pipoya rağmen dağlara çıktım. En son 2006’da Moğolistan’da dağa çıktım. Ama her an bırakabilirim diye düşünüyorum. Ramazanda bırakıyorum bir ay içmiyorum. İlle içeceğim diye bunalıma girdiğim yok. Bazılarında tütün bunalımı oluyor. Öyle bir şey yok bende.
Bir Felsefe Sözlüğü yazıyordunuz. Hangi harftesiniz?
Felsefe sözlüğü E’ye geldi. D bitiyor. Bittiği anda ilk cildi basacağım.
Şu an Kırklareli Üniversitesi’nde Fen Edebiyat Fakültesi dekanlığını yapıyorsunuz. Çalışmalarınız nasıl gidiyor?
Kırklareli’nde Felsefe bölümünü kurduk ve Türkiye’de olmayan bir ilki gerçekleştirdik. 4 büyük felsefe dilini zorunlu koyduk. Arapça, Latince, Yunanca, Almanca’dan birini öğrenci seçecek. Zamanla bu dilde metin okuyacak seviyeye gelecek. Rusça açtık, üniversitenin bütün bölümlerinden öğrenciler ders olarak alıyorlar. Başka amaçlarım vardı ama olmuyor Türkiye’de.
Afganistan’ın tahtakuruları
Teoman Duralı’nın Afganistan’da tahtakurusu saldırısına uğraması oldukça ilginç: “Afganistan’ın orta kesimlerinde Bamyan diye bir yer var. İlk gece bir kahvehanede yattım. Milletin üstünde zıplaya zıplaya fareler geziyor. Ben de aksi gibi bir Fransız yazarının Veba adlı bir romanını okuyorum. Fareleri de öyle görünce korktum. Çünkü Bamyan’a girdiğimde ilk gördüğüm şey bir sıranın üzerine yatırılmış ölmek üzere olan bir Avrupalıydı. Ertesi sabah bizi taşıyan Landrover sürücüsü bizi almayı reddedince Bamyan’da kaldık.
Başka bir kahveye geçtim. Yerde yattım. Sabah korkunç bir kaşınma başladı bende. “Eyvah ben şifayı kaptım” dedim. Çünkü dışarıdan gelen insanların hastalanma oranı çok yüksek. Aynı gün ‘Deldi amir’ denilen çöl ortasında beş tane göl var. Oraya gittik. İlk işim suya girmek oldu. Kızıla kesti su. Kan ve ufak ufak tahta kuruları ölüsü. Oradan anladım ki bu kızarmam kaşınmam tahta kurusu nedeniyle. Sonra bütün çamaşırımı eşyamı uyku tulumumu çantamı suya soktum ve heryerden tahta kurusu çıktı.”
Konuşan: Emeti Saruhan
Kaynak: http://www.yenisafak.com/pazar/tebriz-otobusunu-gorunce-kendimi-iranda-buldum-298109
Şaban Teoman Duralı Hocayla (Temmuz-Eylül 2010)
Mehmet Sabri Genç’in Derleyip Hazırladığı “Sorun Çağının Anatomisi” Adlı Kitap Hakkında, Aksiyon Dergisi’nin Prof. Dr. Teoman Duralı İle Yapmış Olduğu Hasbihal (28 Eylül 2009)
Babama felsefe öğrenimine başladığımı söylediğimde bir dayak yemediğim kaldı. İtirazının maddi yönü, gelecek endişesi falan yoktu. ‘Bu milletin tefekkürü mü var ki, tefekkürün en üst seviyesini teşkil eden felsefeye girmek istiyorsun?’ diyordu. Ölümünden sonra birçok konuda olduğu gibi bunda da haklı bulur oldum babamı.” Trakya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Teoman Duralı’nın ifadeleri bunlar. Tefekkür dünyası hayli hırpalanmış bir kalabalığa felsefi yaklaşımlar sunuyor olmanın kolay olmadığı ortada. Bu röportajla aynı sıkıntıya biz de ortak oluyoruz. Yine de Teoman Hoca’yı dinlerken, tıpkı geçen haftalarda piyasaya çıkan ‘Sorun Çağının Anatomisi’ isimli kitabını okurken olduğu gibi birinin ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak’ çağrısını yinelemesi gerektiği inancı ağır basıyor.
İnsanlığa ‘sonsuz mutluluk ve ölümsüzlük’ armağan ediliyormuşçasına bir coşku hâkim. Daha ne olsun, dünyanın öteki ucu ‘bir tık’ yahut ‘alo mesafesi’ kadar yakınımızda. Teknolojik gelişmelerin verdiği heyecan ve bir adım ötesine, bir yeni versiyonuna, bir sonraki aşamasına geçme arzusu insanoğlunun ayaklarını yerden kesiyor. Sadece o mu, bitkilerin, hayvanların, arzın zedelenmedik yanı kalmadı. Aradığımız ne, doğru yerde aradığımızdan emin miyiz? Bu soruların cevabı bizde yok. “Türkiye’de bilim felsefesi alanında çalışan birkaç isimden birine soralım, belki yüreğimize su serper” dedik; lâkin Duralı, bir ileri aşamaya taşıdı tedirginliğimizi.
Girizgâhı kitaptan yapalım. Durum özetle şu: “Kapattığımız 20. yüzyıl, tarihin en karanlık çağıdır. Hiçbir devirde insanlar birbirine bu kadar sistemli kötülük etmemiştir, edememiştir… ‘Elimin altındaki canlı olmayan, madde değil mi onu nasıl olsa kafama göre biçimlendiririm’ varsayımıyla hareket ediliyor. Sadece doğa mı? Hayır, ‘Beşer de madem maddedir, öyleyse o da tasarladıklarıma göre şekillendirilebilir… Moleküler biyolojinin mümkün kılmaya çalıştığı kopyalama, insanı hedef aldığında ne olacak? Kopyalama olayı gerçekleştiğinde kişinin en temel insani durumu olan ‘ben’ yahut ‘kendi’ sorunu ne olacak? Her şey ‘ben’ime bağlı. Karar verme, tercih yapma, irademi konuşturma… Genetik malzemeyle oynanıp bana istenilen biçim verilebiliyor. Bizim insan olarak en büyük teminatımız birbirimizi yaratmamış olmaktır. Silah zoruyla üstüme baskı kurabilirsiniz. Serbestliğim gasp edilebilir; ama o vakit bile hürüm. Hürlük metafizik, oysa serbestlik siyasi veya hukuki bir terim. İnsan fıtratça hürdür… Buna karşılık moleküler genetik, hürlüğü topyekûn gasp eder.”
Mesele bir yönüyle oldukça net, öte yanıyla zihinlerimiz gibi karmakarışık aslında. Bu röportaj muhasebeye davetten öte bir şey değil. Muhasebe bir şeyi değiştirir mi? O başka bahsin konusu…
3 G teknolojisi büyük gürültü kopararak hayatımıza girdi. Uluslararası terminolojide, 3 G’yi yoğun kullanan toplumları tanımlayan bir sıfat var: Ubiquitous; ‘her yerde aynı anda hazır ve nazır olan’ karşılığını veriyor sözlükler bu tanıma. Toplumlar, Tanrı’yı tanımlamak için kullanılan bir sıfatla niteleniyor. Sadece bu bile zihinlerin ve ruhların ne kadar karmakarışık olduğunu ortaya koyuyor sanki?
Bana artık kabak tadı veren bir deyimlendirmem var. Çağdaş medeniyete ‘İngiliz Yahudi Medeniyeti’ diyorum ben. Bu medeniyetin en önemli iddiası sömürü, ideolojisi ise sermayecilik yani kapitalizmdir. Sömürmek için aldatmak zorundasınız. Aldatmak için uyuşturacaksınız. Aklı uyuşturmak duygulara ağırlık vermek demektir. Aklın ürünü ‘düşünme’dir çünkü. Düşünmeyi bastırdığın ölçüde duygulara ağırlık veriyorsun.
İnsanı akleden olmaktan çıkarıp hissedene dönüştürüyorsun…
Evet. His kötü müdür? Hayır. Aklın ve düşünmenin denetiminde kaldığı sürece duygu iyi ve hoş bir şeydir. Aklın kontrol edemediği duygular, biraz aşırı bir deyim kullanayım, insanı zinaya götürür. Ne diyor Kur’an, ‘Zina etme’ değil, ‘Zinaya yaklaşma!’ Çünkü yaklaşırsan dizginleyemezsin. Nedir onu dizginleyecek olan? Akıl. Bu sömürü düzeni düşünmeyi topyekûn durdurma kararında. Duygusunun esiri olan insan, nefsinin esiridir aslında. Düşünce insana mahsustur ve duygudan gelmez. Bu anlamda insan hayvandan neş’et eden bir evrim çizgisinin neticesi değildir. Cep telefonlarının insanlığa ne yararı olmuştur? Benim yok, neyim eksik? Arabam da yok. Lüzumlu mu? Değil. Bunu şuradan biliyorum. İnsanlar binlerce yıldır yol alıyor, yer değiştiriyor. Bugün İstanbul’dan Pekin’e 10 saatte gidiliyor. Marko Polo bir yılda gitmiş. Onun yaşadığı, gördüğü ve bunların kendisine kattığı zenginlikleri düşünün, bir de bugün yaşanan seyahatleri. Binlerce insan sürekli yer değiştiriyor. Ne oluyor sonuçta, ne değişiyor. Neye dönüşüyor bu hareket? Dönüştüğü şey şu: Dünyamızı mahvettik.
Bir de biyoteknoloji meselesi var ki, insanlığı ölümsüzlüğe taşıyor sanki bilim adamları…
Ömrün uzaması falan söz konusu değil. Laf bunlar. 3 bin yıl önce yaşamış ve yüz yaşını devirmiş bir sürü adamın adını sayabilirim. Bugünse tanıdığımız adamların ortalama ömrü 60-70 sene. Hani ömür uzayacaktı? Bazı teknolojiler çok hayır getirmiştir. Tıp gibi. Ama aynı zamanda şer de getirmiştir. Adı ne olursa olsun teknoloji ürünlerinin hiçbiri bizi bir yere taşımaz.
Bakış büyüdükçe önümüzde büyük gibi duran şeyler küçülüyor…
Bilmiyorum… Daha mı iyi görüyoruz. Şimdi Mevlana gelse buraya, oturup konuşsak o mu daha iyi bilir yoksa biz mi? 3 G’yi bilmiyor evet, mikroskobu da bilmeyecektir, fotoğraf makinesinden de haberi yoktur. Ne olacak yani? Zatına halel mi gelecek? 1990’larda gittiğimde Sumatra Ormanları’nda yaşayan insanların bu teknolojilerden hiç haberi yoktu, neleri eksikti? Tam aksine benden daha zengindiler. Mutluluksa amaç, onlar bütün bunlara erişmiş insanlardan katbekat mutlu. Aralarında cinsiyetlerin birbirine tahakkümünü görmedim. Erkek kadını dövmüyordu mesela. Evleri, yiyecekleri, tertemiz suları, tertemiz havaları var. Ve uyumlu bir insan ortamına sahipler. Avrupalı antropologların ‘ilkel’ dediği insanların en önemli özelliği çevreleriyle uyum içinde olmaları. Bugün nereye gidersem gideyim adam beni takip ediyor. En sevmediğim şey gözlenmek. Kaçabileceğimiz yer kalmadı. İslam’ın temel şartlarından biri mahremiyettir. Ama odanızın içine kadar giriyor, her şeyi görüyor ve dinliyor.
Bir adım sonrasını da biyoteknoloji mümkün kılmıyor mu? Genetik uygulamalar sebebiyle bedenin mahremiyetinden söz etmek bile zor artık…
Aynen öyle, hiçbir mahrem alanımız yok ve açıktır ki mahremiyeti kalmayan birey robottur artık.
Geriye ne kalıyor bu durumda?
Hiçbir şey… Bir mekanizmadan başka. Çağdaş medeniyetin yapmaya çalıştığı şey, insanı ‘organizma’dan ‘mekanizma’ya dönüştürmektir. Eflatun insanı üçe ayırıyor. Belden aşağı, göğüs ve baş. Belden aşağı; süfli, bayağı duyguları temsil ediyor. Göğüs; yüce duygulardır, yüreklilik, yiğitlik. Başta ise duygular durulur, düşünceye dönüşür. Bu sınıflamaya uygun olarak çağımızın medeniyeti belden aşağısını hedeflemiştir. Yeme, içme, karşı cinsle ilişki içinde olma, gezme tozma. Bunlar üzerinde yoğunlaşmıştır.
Hazcı bir yönelim.
Sadece hazzı düşünüyor. Beden acısını giderecek bütün tedbirler alınıyor. ‘Ruh acısı’ derseniz ruh kalmadı ki acısı olsun.
Bu hâlin nihilizmi tetiklediğini söyleyebilir miyiz?
Gayet tabii. Tam anlamıyla bir hiççilik var. Hiççilik ‘değer tanımamak’ demektir. Aslında 19’uncu yüzyılın hiççileri değer tanıyordu, en azından hiçliği bir değer olarak görüyorlardı. Bütün değerlere başkaldırma, bütün değerleri yıkmak isteme de bir değerdir. Bugün insanın bu tarafı da yok. Onun için düşünmesi lazım. Düşünme yok ki, ‘değerleri yıkıyorum’ diyebilsin. Çünkü bunu dediğinizde o hareket ve düşüncenizin gerekçesini araştırmanız, sizi oraya yönlendiren sebepleri bulmanız lazım.
Din buna müsaade etmediği için mi karşısına kafa tutan bir ideoloji çıktı?
İlk isyan bayrağı sermayeciliğin erken dönemlerinde kiliseye karşı çekilmiştir. Katolikliği yıktılar önce. Nihayet 1789 ihtilal-i kebiriyle (Fransa) birlikte ruhban olmayan, ruhbanı ezmiş yok etmiştir. Frenleri patlattılar. Sermayeciliğin felsefesi ‘bırakınız ne dilerlerse yapsınlar’dır. Kapitalizm ve liberalizm iç içe yürüyen iki hadisedir.
Peki, bozulmanın 5 asırda bu kadar ağır ilerlemesi üretim süreçlerinin yavaşlığıyla mı alakalı?
Dini ortadan kaldırmak zor bir iştir. Kolay olsaydı bizde kalkardı. İnsan ne zaman ortaya çıkmışsa din de o zaman çıkmıştır. İnsanların inançlarını özellikle öteyle ilgili inançlarını tanzim eden bütün nizamlar dindir.
Kitapta geçen yüzyılı ‘sorun çağı’ olarak niteliyorsunuz. Bilim ve teknoloji açısından bakarsak sorun teknolojinin üretimi mi yoksa kullanımının zorunlu telakki edilmesi mi?
Kullanımının zorunlu hâle gelmesi üretilmesini zorunlu kılmaktadır. Onsuz yaşayamıyoruz. Öyle hissettiriliyoruz. Bu bir zorlama işi. Çalıştığım yerde odama zorla soğutucu koydular. Benim bütün çocukluğum, gençliğim, orta yaş dönemim soğutucusuz ortamlarda geçti, yine sıcaktı. Dünyanın en sıcak yerlerinde dolaştım. Soğutucu yoktu. Şimdi neden onu ‘olmazsa olmaz’ gibi kabul ediyoruz.
Siz ‘doğaya dost teknoloji üretilemez, teknolojinin olduğu yerde doğaya yer yoktur’ diyorsunuz. Fakat ‘soluduğumuz havadan çok teknolojiye ihtiyacımız var’ gibi bir algı oluşmuş durumda. Bu inancın önüne geçme şansı var mı?
Her şeyden önce çağımızda filozof bilim adamı diye bir şey yok. O çağ, 1950’lerden itibaren Einstein, Heisenberg, Heideger, Adorno, Jaspers, Ortega y Gasset gibi devlerin ölümleriyle kapandı. Bugün, teknoloji üreten, teknisyenler, mühendislerdir. Bilimin tarifi bambaşka şimdi. Altında değil felsefe, bilim bile yok. Düşünceden temel alan bir üretim olmadığı için sınırlanması da mümkün değil. Günümüzde alınan tedbirlerde, sapılan yollarda bir neden etki bağıntısı kurulamıyor. Sadece mevcut sistem yürüyor. Dikkat edin ‘teknoloji, teknoloji’ deyip günde 5 sefer secde ediyoruz âdeta. Teknolojide son 60 -70 yıldır yeni bir şey yok. Batı klasik müziğinde bir laf vardır, ‘bir tema üzerine varyasyonlar yapılır’. Çeşitlemeler yapmaktan ibaret üretimleri. Telefonu Graham Bell icat etti. Bugün 3 G’ye kadar geldik. Temelde bir değişim var mı? Hayır, bir türevden, uzantıdan başka. Füze teknolojisi II. Dünya Savaşı’nda vardı. Almanlar oraya buraya attı. Bugün onunla Merih’e gitmeye çalışıyoruz. Çığır açıcı, yepyeni, bilinmedik ne var?
Yakın dönemin en önemli teknolojik gelişmelerinden biri biyoteknoloji alanında yaşanıyor. Siz bunun atom enerjisinden bile daha tehlikeli olduğunu söylüyorsunuz. Bunun ne kadar farkındayız?
Bugünkü düzenin amacı insanı kontrol altında tutmak. Şimdiye kadar kontrol, eğitim, propaganda ve reklamla sağlandı. Buna lüzum kalmasın isteniyor. Mesela rejim kurup, Rusya’ya komünizm getiriyor. Sonra öngörülmedik bir kaza oluyor ve Stalin çıkıyor. İran’da Şah’ı devirmek için İslami duyarlılığı kaşıyor; ama Humeyni’yi öngöremiyor. Hitler’i de göremediler. Nasyonel Sosyalizm’in çıkışını ayarlayamadılar. Başlarına püsküllü bela kesildi. Bu örnekler tekrar etmesin isteniyor. Bu yüzden de kendi kontrolünde bir beşer istiyor.
Bu süreç doğrudan müdahale ve kontrol altına almaya kadar gider mi?
Aynen öyle.
İnternet üzerinden sistemlere sızan hackerların başka bir versiyonu âdeta… İnsan da aynı şekilde müdahaleye açık olacak mı diyorsunuz?
Evet, evet… Çipleri organik imal etme çalışmaları sürüyor. Şimdikiler mekanik, henüz organiği üretilebilmiş değil. Bunu ekecek ve dışarıdan yönlendirecek. Şimdi nasıl bizim bütün iletişimimiz bir merkezden yönlendiriliyorsa, sadece dinlemiyor adam aynı zamanda yönlendiriyor da… Bunu bireyden bireye yapacaklar.
Bilim kurgu film senaryosu konuşmuyoruz değil mi, gelecek öngörüleri bunlar?
‘Bilim kurgu’ diye bir şey kalmadı, her şey imkân dâhilinde artık. Jules Verne’in bilim kurguları vardı bildiğim, onların da tamamı gerçekleşti.
Peki, bir de içeriden bakalım meseleye. Müslümanlar olarak bizim bu üretim ve gelişmeler karşısında nasıl konumlanmamız gerekecek? Özellikle de din bilimleri alanında çalışan ilim adamları bu sorunlara cevap vermeye hazır mı?
Düzeni İslamileştirmediğiniz sürece bireysel çabalarla bir şeyi değiştiremezsiniz. İslami bir düzen kurduğunuzda teknolojiyi durdurabilir misiniz? Tek başına kalırsanız yine durduramazsınız, yarışmak zorundasınız. Sizi yer bitirirler. Ancak çok geniş bir sahada, İslami bir düzeni gerçekleştirirseniz buna imkân doğar. Büyük nüfusu, büyük coğrafyayı etkilemesi, ifsat etmesi kolay değil.
Teknolojiyi kullanmamak mı, yoksa muhasebesini yaparak ihtiyaca binaen kullanmak mı çözüm?
İhtiyaca binaen kullanmak elbette. Ama ihtiyacın ne olduğunu doğru koymak lazım ortaya. Teknik her zaman vardı, din gibi. Teknoloji nedir? Felsefe, bilimin yöntemini ihtiyaçların karşılanmasına kullanmaktır. En kısa tarifi bu. Burada aklın, vicdanın buyruklarını yerine getirmek lazım. Vicdan Allah’ın sesidir, başka bir şey değil. Bunu kontrol edecek, ‘yeter’ diyecek bir güce, otoriteye ihtiyaç var.
Böyle bir otorite mevcut mu?
Eskiden bizde âlimler vardı. Başka yerlerde ruhban vardı. Onlardan kalan boşluk doldurulamadı. İslami bir hayat tarzı kurulmadıkça dolmaz. Müslüman güçlü olacak, teknoloji üretecek ama kapitalistleşmeden yapacak bunu. Mesela bugün hükûmetin aşırılıklarıyla tütün kesildi. Çok aşırı idi bana kalırsa, Türk usulü, ‘vur’ dedin mi öldürüyor. Bu tarzı cep telefonlarına uygulasalar, kamusal alanda yasaklansa. Sigara dumanından daha zararlı, çünkü ışın var. Bugün görmüyoruz, yarın kanserler, zihinsel engelli çocuklar patlak verecek, o zaman karşılaşacağız gerçekle. Genetiğe de etki yapıyor olması lazım, radyo dalgaları.
Din ve bilim ilişkisine gelsek. Sürekli din ve bilim birbirinin karşıtı imiş gibi sunuluyor ve bilim ideoloji gibi dine alternatif olarak sunuluyor.
Bilim ideolojileşince dinle çatışır; ama bilim, bilim olarak kaldığı sürece böyle bir şey mümkün mü?
Suyun kaç derecede kaynadığını araştırmamı din yasaklamıyor. Dinle bilim çatışır mı, çatışır tabii; ama en üst katlarda. Dinin işi hayatı düzenlemektir. Bilim haddini şaşırırsa -ki çok ender olacak bir şeydir bu-orada din müdahale eder. Ama bunun örneği yok denecek kadar az. Hıristiyanlıkta olmuştur. Çünkü kilise bir kurumdur. Ben Allah’ın bilgisine rakip olamam, gördüğümü söyler, görmediğimi ona havale ederim.
Problem Allah’a rakip olma hırsı mı?
Tabii. Özellikle de bilimsel olarak kanıtlayamayacağım insanın türeyişinde. İnsanı hayvandan türetmek müthiş bir kafa tutuculuk. Allah kendi zatına uygun yaratmış. Ruhundan üflemiş, bir yerlerden getiremezsin. Zaten bütün dert o ruh, onu bir yok ettik mi gerisi çok rahat olacak.
Hayvanın tabiatına teknoloji vasıtasıyla müdahale edileli çok oldu, bitkilerle oynandı. Toprakla, arzın yapısıyla. Ve şimdi biyoteknoloji, insanı hedef alıyor. Tek değişen mahlukun yapısı mı, toplumlar da nasiplerini alıyor mu bu süreçlerden?
Sadece sömürülen yıpratılıp yok edilmiyor, sömüren kendi sonunu da hazırlıyor. Buna ‘yabancılaşma’ diyoruz. İnsanın zatına yabancılaşması. Üretmek ibadettir. İbadetin maksadı insanı üreticiliğe alıştırmaktır. Bana gençler çok sorar. ‘Neden varım?’ diye. Görev yapmak için derim. Hepimize bir ödev verilmiştir. Onun için varız. Birinci ödev kâinatta Allah’ı temsil etmek. İkinci ödev birbirini kollamaktır. Bunu şaşırdığın anda her şey çığırından çıkar ve bugünkü tablo oluşur.
Düşünce dünyası, fiziki dünya bu kadar altüst olmuşken hukuk ne durumda? Yeni sorunlara verecek hukuki karşılıklarımız var mı?
Ahlakın olmadığı yerde hukuk da olmaz. Düşünce dünyası zayıfladığında kavramlar çoğalır, düşünme bulanır. Bugünkü dünyada bunu görüyoruz, çok karışık, içi boş kavramlar var ortada. Hukuk; matematik, fizik gibi çok düzgün, açık, belirgin bir sahadır. Kavramları çok açık biçimde tarif edilmeye muhtaçtır. Hâlbuki bugünkü kavramlar muallak, karanlık. Bir sürü şey söylüyorsunuz. Demokrasi, insan hakları, hayvan hakları, çocuk hakları… Sağlam bir hukuk felsefesinin tek kavramı adalettir. Adalet bütün sorunları çözmeye muktedirdir. Bir şeyin layık olduğu yerde bulunmasıdır adalet.
*Bu söyleşi 28 Eylül-4 Ekim tarihli (Sayı 773) Aksiyon Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Konuşan: Ayşe Adlı
Kaynak: http://mehmetsabrigenc.com/yayin/teoman-durali-ile-sorun-cagi-ve-anatomisi-hakkinda-hasbihal/
Doğu Medeniyetlerindeki Zihniyetler Kendi İçinde De Bütünlük Arz Etmiyor
Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı – Röportaj / Intervıew İstanbul Üniversitesi Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Başkanı.
“Doğu medeniyetlerindeki zihniyetler kendi içinde de Bütünlük arz etmiyor”
Geçtiğimiz ay derneğimize ziyarette bulunan İstanbul üniversitesi felsefe bölüm başkanı Sayın Teoman Duralı’yla doğu ve batı medeniyetleri ve aralarındaki temel farklılıklar üzerine konuştuk.
Hocam ayağınızın tozuyla Salzburg’tan felsefe konferansından geldiniz. Çok mutlu olduk; sizi burada tekrar görmekten.
Sağ olun. Aynı şey benim için söz konusu, yuvama dönmüş oldum.
Allah razı olsun. Hocam dilerseniz ben hemen sorulara başlamak istiyorum. Su ana kadar gelmiş ve şuan da bizatihi sonuçlarını yaşıyor olduğumuz doğu -batı felsefesi arasındaki temel düşünce farklılıkları nelerdir?
Bir kere felsefe başka, düşünce başka. Felsefe doğu-batı diye ayrılmıyor. Felsefe bir bütünlük oluşturuyor. Ama zihniyete gelince, düşünceden kastın zihniyet ise, zihniyetlerde tabi farklılık var. Doğu medeniyetlerindeki zihniyetler kendi içinde de bütünlük arz etmiyor aslında. 2003 ‘de burada ders verdiğim sırada, bilgi bilimi (congnitive scienee) üzerine çalışmak için Viyana’ya gelen bir japonla karşılaştım. Tanıştık, konuştuk vesaire. Dışarıdan bir şeyler aldım, yiyeceğim. Düşündüm, biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar. O yüzden buna da bir şeyler aldım geldim. Önüne koydum dedim ki ‘bunu sana ve bana aldım. Hangisini tercih ediyorsun? Ya bunu al ya da şunu’. Adam felç olmuş gibi duruyor karşımda. Hiçbir şey söylemiyor. Anlamadığı belli. La havle ve la kuvvete, ya anlaşılmayacak bir şey yok ki burada. O kadar basit bir olay ki. ‘ya bakın’ dedim ‘burada iki içecek var. Ya bunu al, ya şunu. Yiyecekler de aynı şekilde” Gene anlamadı. Meğer ona ‘ya şunu ya bunu al’ dediğim vakit anlamamış. Niye anlamamış: çünkü Japoncada ‘ya/ya da’ yokmuş. Yani seçenekler arasında tercih yok. Bu bir. Arkasında çelişkinin olduğu durumları yokmuş gibi kabul ediyorlar. Atıyorlar onları. Çelişik bir ifadeyi kaile almıyorlar.
Bir kültürün içine girmek, onun derinine inmek lazım böyle şeyleri görmek için. Mesela birkaç ay önce Kore’deydim. Kore dediğin Amerika’nın bir tıpkıbasımı, hiç bir farkı yok. Fakat Koreli felsefeciler sürekli batıdan farklı olduklarını öne sürüyorlar, ‘efendim biz mistiğiz, biz derine bakarız, maneviyiz, şuyuz buyuz. Batı maddidir, şudur budur’. Çok üstünkörü olaylardır bunlar, son derece ezbere söylenen hadiselerdir. Çünkü Avrupa’da da, bizi bırak, maneviyat mistiklik vesaire son derece vurgulanan olaylardır. Büyük mistikler gelmiş gitmiş dünyanın bu coğrafyasında.
Bu batı mistiklerini tarihten silen nedir hocam?
‘Yeniçağ Dindışı Büyük Avrupa Medeniyeti’. O büyük
bir farklılıkla ortaya çıkıyor. Ama öncesinde ‘Ortaçağ Hıristiyan
Medeniyeti’nde tıpkı bizde olduğu gibi elbette çok güçlü bir mantık var. Yunandan alıp getirdikleri, Aristoteles’ten alıp getirdikleri, işledikleri. Bizden bilmiyorum aşağı kabul
edilebilir mi, ama hiç olmazsa çok yakın güçte bizim mantığımıza. E o civarda (Japonya’da) hiç mantık olmamış. Russel 1908–1909 da Çin’e gitmiş. Kendisi Çin’de ilk defa mantık
okutan kimsedir. Çin’de daha önce özel bir kurum olarak, işlenen, kurumlaşmış bir gelenek olarak mantık yoktu. O çok önemli bir husus. Sonuçta soruna geri dönecek olursam, zihniyetler arasında farklılıklar büyük. Hatta yakın gördüğümüz zihniyetler arasında
bile büyük farklar var. Batı medeniyetleri camiası içinde yer alan medeniyetlerin arasında da farklılıklar var. Ama buradaki gibi değil. Farkın olup olmamasının yahut az ya da çok olmasının en önemli göstergesi de ifadelerin tercüme edilebilir olup olmamasıdır. Edilebiliyorsa demek ki fark o kadar büyük değildir. İslam’da geçen kavramları Avrupa düşüncesine, hrıstiyan düşüncesine diyelim, tercüme edebiliyorsun ve tersi de. Arada farklar var mı, var. Önemli mi, önemli. Mesela İsa olayını İslam’a tercüme edemiyoruz. Ama bunun dışında genel olarak hrıstiyanların Tanrı’dan ne anladıklarını mesela ben talebelerime aktarabiliyorum. Buna karşılık 30 küsur yıldır dersini verdiğim Çin, Hint Tanrı anlayışlarını, dinlerini aktaramıyorum. Üstünkörü geçiyorum, veremiyorum. Çünkü bir kere bizim anladığımız anlamda bir Tanrı anlayışı yok. Tanrı nedir bizde?
Üstün ve öte bir güç. Aristotales’in kurmuş olduğu çelişkiyi darmaduman ediyor. Neden darmaduman ediyor. Çünkü hem heryerde, her zaman hazır ve nazır, hem de her birimizin, her bir kulunun içini görüyor. Bu baştan ayağa çelişik bir ifadedir. O halde Tanrı, Allah bütün çelişmelerin ötesinde ve üstünde bir varlıktır. Buna benzer şekilde ‘Rahman’, ‘Rahim’, ‘Gaftır’ olmasını da hurdan o tarafa (Hint-Çin medeniyetlerine) tercüme edemiyoruz.
Hocam peki doğu, batı derken kastettiğimiz şey nedir? Düşünceyi mi kastediyoruz yoksa o kadim…
Kitaptan bir bölüm Sayfa:185
İnsan soyunun yaşabilmesi bakımından Din duyuşu kadar, Doğa ile Hayata saygı ile sevgi duymanın önemi vardır. Din ile Doğa, Hayatın anne atasıdır, ebeveynidir. İkisinin birlikteliğinden Hayat doğar. İkisinden biri yitti mi, ötekisinin yaşama imkânı ortadan kalkar. Sonuçta Hayat da, yerini ölüme bırakır. Biri sözlü- yazılı, öbürüyse, sözsüz – yazısız olmak üzere, ikisi de Allah’ım Tebliğidir. Yetişen insan, ömrü süresince tohum ekip ona icap eden ihtimamı göstermemişse; tohumdan filizin, ondan fidanın bitişini, fidandan da yıllar yılı ulu çınarın serpilişini sabır ve sadakatle izlememişse; tayın yahut enciğin doğumuna duygudaşça tanık olmamışsa; ektiklerinin, alın teriyle sulanmış helâl hasadını derlememişse; ‘Gönlünde hep yeniden, artan hayret ve hayranlıkla üstündeki yıldızlı gökkubbe ile içindeki ahlâk yasasını temaşa etmemişse, Allahın sözlü yazılı Tebliğiyle tanış olsa ne yazar, olmasa ne yazar. Zâti kudretininin alemdeki ifâdesi demek olan Yaratış mucizesini Allahın bizlere tebarüz ettirdiği ‘sahne’ doğadır. Ondan uzaklaşmak, onu dışlayıp kötürümleştirmek, şu durumda, küfürdür. İmdi, Din, Doğada yaşayan insana ahlâk kılavuzudur; demek ki, Doğanın anlam içeriğidir. Doğaysa, Dinin tatbîk sahasıdır. Doğadan kopuk Din, Emeğin omuzları üstünde yükselen fazîletten, direnmeden, dayanışmadan, cesaretten, şiiriyet ile musikîden yoksun kuru katı bir hurafe yığınından ibaret kalır. Dinsiz doğa ise, anlamsız ve vahşîdir. Her iki durumda, işte, “insan, insanın kurdu” kesilir. Birinde İnkisisyon; öbüründeyse, Temerküz Tesîsleri neşvünema bulur. Hayatın menbaı olan Din ile Doğadan insanlığı yoksun kılmış olan Zâlim, Sermâyecileşmiş fenın mahsûlü Tekelci tüketim sanayidir.
ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET Anlamı/Gelişimi/Konumu Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz- Yahudi Medeniyeti Dergâh yayınları
Bende çok açıktır o. Benim için doğu medeniyetleri camiasını teşkil eden üç medeniyet var: Çin, Hint, İslam öncesi İran. Batı medeniyetleri de işte Sümer’den doğup gelişmiş olan İlkçağ, Eskiçağ ve Ortaçağ… Bunların arasında çok büyük farklar var tabi. Her şeyden önce Yeniçağ Batı Avrupa düşüncesi, felsefesi ortaçağ Hıristiyan felsefesine tepki olarak doğmuştur. Ondan çıkmıyor, ondan neşet etmiyor. O bizde hep büyük bir hatadır. Bugünkü Avrupa ortaçağın bir devamı gibi görülür. Asla! Bir isyan hareketidir. Ve onu dağıtmıştır bitirmiştir ve yerine kendisi kurulmuştur. Bunun başlangıcı: 1600’lerin
başlarına gidiyor. II Ondan sonra daha geç bir çağda 18. YY sonlarında 1790 – 91 gibi yeniçağ İngiliz – Yahudi medeniyeti ortaya çıkıyor, çıkarılıyor.
El-an Çağdaş İngiliz Yahudi medeniyeti diye isimlendirildiğimiz çağda yaşıyoruz. Peki gelecekte bu medeniyete alternatif bir medeniyet oluşma ihtimali ne kadardır?
Yüzde veremem, mümkün değil. Ama ümidimiz o medeniyete seçenek oluşturulması işinin İslamiyet’e düşmesidir. Yani İslam dininden, Müslümanlıktan yeni bir medeniyetin oluşması. O medeniyet de haliyle şuanda artık bulunmayan, ortadan kalkmış olan İslam Medeniyetinden esinlenecektir.
Yeni bir formla gelecek yani. Bunun belirtilerini görebiliyor musunuz peki?
Hayır göremiyorum. Bahsettiğim sadece ümit.
Neden görmüyorsunuz? Bunun belirmesi, uç vermesi için nelere ihtiyaç var?
İslam Medeniyeti her şeyden önce belirli bir İslam düzenine dayalıdır. İslam’daki düzen öncelikle, bugünkü deyim ile, iktisadi bir hadisedir. Emek ile alın teri ile kazanılmamış olanın helal sayılmamasıdır. Bugün çok moda olan Fransızca kelime ile söylersek ‘rant’ın yasak olması, insanın insanı sömürmemesi İslam’ın başta gelen hususudur. Bu bakımdan İslamî düzeni kurmadığın takdirde medeniyete geçme ihtimali de ortaya çıkmıyor.
Medeniyet bir sistem üzerine kuruluyor yani. Peki, zihinsel çabalar?
Medeniyet toplum sistemi üzerine kurulur. Zihinsel çabalar sistem ile birlikte geliyor. Zaten düzeni kurarken iman üzere gidiyorsun, düzeni başka türlü kuramazsın ki. İslam’da bu düzen devlet gücü, devlet zoru ile yapılmıyor. Kişilerin kendileri kendi istekleri ile bunu yerine getiriyorlar. O seviyeye ulaşmanın yolu ise eğitimden, terbiyeden geçiyor. Onu işte sürekli vurguluyorum. Mevlana’nın Kuran’da terbiyeden kastettiği de bu: ‘Bir baştan bir başa okudum, edepten gayrı bir şey bulamadım*. Zaten edepten gayrı da bir şey yoktur hayatta. O yüzden tekrar söylüyorum, bir düzen işidir İslam. Toplum- iktisat- siyaset düzeninden süzülerek ortaya çıkan bir medeniyet biçimidir. Bu medeniyeti kurmak Müslümanların sadece
Müslümanca görevi değil, insanlığa karşı ödevidir de aynı zamanda.
Hocam çok teşekkür ediyoruz. Bize onur verdiniz.
Başarılar diliyorum. Allah muvaffak etsin.
TEOMAN DURALI’NIN YAYINLANMIŞ DİĞER ESERLERİ
Canlılar Sorununa Giriş
Biyoloji Felsefesi
Aristoteles’te Bilim ve Canlılar Sorunu
Yeniçağ Dindışı Avrupa Medeniyetinden Çağdaş İngiliz – Yahudi Cihanşümul Medeniyetine
A New System of Philosophyscience from the Biological Stand point, Peter Lang
Felsefe Bilim’e giriş
Gılgamış Destanı
ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET
Anlamı/Gelişimi/Konumu
Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz- Yahudi Medeniyeti
Dergâh yayınları
Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı – Röportaj
Intervıew İstanbul Üniversitesi Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Başkanı.
Kaynak: http://mil-can.blogspot.com.tr/2008/04/prof-dr-teoman-dural-rportaj.html